Müslüman ve gerçek İseviler arasında temel inanış noktasında hiçbir farkın olmadığı tezini hep güçlendirdi.
İslam düşünürü Bediüzzaman Said-i Nursi'nin: '21. yüzyıl, Hıristiyan ve
Müslüman medeniyetler ittifakına sahne olacak,' öngörüsü ortak paydanın Barnaba
olacağının mı işaretiydi?
Ayrıca Said-i Nursi'nin, Mesih ile Mehdi'yi ele aldığı ve gerçek İsevilere ait yaptığı tespitler, önümüzdeki dönemde yaşanacak hangi olaylara ışık tutuyordu?
Barnaba ile 2000 yıllık Hıristiyanlık tarihi, Evanjelistler ve Yahudiler'in işbirliğiyle gerçek bir Kıyamet Savaşı'na doğru çıkılan yolculuğun mu habercisiydi?
Muhiddin-i Arabi'nin Kıyamet'in şifresiyle ilgi düşünceleri muhtemel Kıyamet tarihine kadar neleri dile getiriyordu?
Ahir Zaman'da Türk ordusu ve milleti Mesih ve Mehdi'ye yardım mı edecekti?
Barnaba'nın Türkler üzerindeki etkisi neydi; Mehdi ve Mesih Türkler'in içinden mi çıkacaktı?
Barnaba, dinler arasında diyaloğu kuracak kilit isim miydi?
Tüm bu ve buna benzer soruların cevabını Mesih'in Hızırı Barnaba'da bulacaksınız.
Ayrıca Said-i Nursi'nin, Mesih ile Mehdi'yi ele aldığı ve gerçek İsevilere ait yaptığı tespitler, önümüzdeki dönemde yaşanacak hangi olaylara ışık tutuyordu?
Barnaba ile 2000 yıllık Hıristiyanlık tarihi, Evanjelistler ve Yahudiler'in işbirliğiyle gerçek bir Kıyamet Savaşı'na doğru çıkılan yolculuğun mu habercisiydi?
Muhiddin-i Arabi'nin Kıyamet'in şifresiyle ilgi düşünceleri muhtemel Kıyamet tarihine kadar neleri dile getiriyordu?
Ahir Zaman'da Türk ordusu ve milleti Mesih ve Mehdi'ye yardım mı edecekti?
Barnaba'nın Türkler üzerindeki etkisi neydi; Mehdi ve Mesih Türkler'in içinden mi çıkacaktı?
Barnaba, dinler arasında diyaloğu kuracak kilit isim miydi?
Tüm bu ve buna benzer soruların cevabını Mesih'in Hızırı Barnaba'da bulacaksınız.
ÖNSÖZ:
Neden Barnaba?
1. Bölüm: Yahudiler ve Hz. Meryem'in Doğuşu
2. Bölüm: Hz. İsa
Dönemi
3. Bölüm: Tevhid
Eri Barnaba
4. Bölüm: Anadolu’da bir Azize Meryem
5. Bölüm: Konsiller, Parçalanan Hıristiyanlık ve Vatikan
6. Bölüm: Dini
Romalaştıran Takiyyeci Pavlus
7. Bölüm: Dört
İncil ve Dışlananlar Farklı İnciller
8. Bölüm: İslamiyet ve Barnaba
9. Bölüm: Haçlı Seferleri ve Tapınakçıların Şifresi
10. Bölüm: Barnaba İncili Üzerinde Kopan Fırtına
11. Bölüm: Barnaba, Osmanlı ve Türkiye
12. Bölüm: Bediüzzaman’ın Mehdi ve Mesih Öngörüsü
13. Bölüm: Çılgın
Kıyamet Teorileri
ÖNSÖZ
Neden Barnaba?
Müslümanlar tarafından tarihte Hıristiyanlık üzerine
yazılanlar genellikle "reddiye" edebiyatıydı. Halbuki teslis
havzasında tevhidin izi sürülürse karşımıza kurtuluşa ermiş Hak dostları
çıkıyor. Hz. Yahya (a.s) döneminden itibaren Hz. İsa (a.s) ile yoldaşlık etmiş
olan Barnaba, Hıristiyan dünyasından asırlarca gizlenen bir Tevhid eriydi.
Tahrifat sürecinden önce doğru dini tebliğ konusunda Barnaba ile Pavlus, 15 yıl
beraber çalışmıştı. Hz. İsa'nın getirdiği gerçek dini en uzun süre yaşayarak
anlatan Barnaba'yı anlatmaya ve anlamaya ihtiyacımız var.
Barnaba’nın çizgisi, İslamiyetle benzerdir.
Hıristiyan dünyası, onu yıllarca yok saydı. İncillerde
ismi geçmesine rağmen benimsemedi. Havarilerden bile saymadı. Oysa Barnaba ve
takipçileri, gerçek İseviliğin tevhid inancında olduğunu yüzyıllarca yaymaya
çalıştılar. Hıristiyanlık tarihi içinde, uzak yıldızlar gibi bir parlayıp bir
sönen, ancak varlığını muhafaza eden bir "muvahhit çizgi" hep var
olagelmişti.
Resmî Hıristiyanlık tarafından köşe bucak saklanmaya
çalışılsa da Hz. İsa (a.s)'ın gerçek öğretisinin yansımalarını taşıyan metinler
gibi Muvahhit İsevîlik de tarihsel bir realite olarak yaşayacaktı. İsa (a.s)
şüphesiz ki görevini yaptı ve tevhid'i tebliğ etti. Bu nasıl tarihsel bir
realite ise, O'na indirilmiş bir Kitab'ın (İncil) ve O'na inanan ve
"hakikatin şahitleri" ile birlikte kaydedilmeyi uman muvahhit
Havariler'in mevcudiyeti de aynı şekilde tarihsel birer realiteydi.
Buna sadece resmî Hıristiyanlığın "apokrif"
(halktan saklanması gereken) dediği metinler değil, "resmî" (kanonik)
metinlerin "satır arkaları" da şahitlik ediyordu. Hıristiyanlık
tarihinin "heretik-sapkın" olarak kaydettiği muvahhit hareketlerin
her birinde, Havariler'in gayretinin, soluğunun ve adanmışlığının izi vardı.
İşte bunların en önemlisi ve birincisi, Anadolu’yu irşad mekanı seçen Tevhid
Eri Havari Barnaba'ydı. Barnaba'nın mezarı Kıbrıs’ta bulunuyor. İsa
aleyhisselamdan gördüklerini ve işittiklerini doğru olarak dört nüsha halinde
48 yıl sonra yazdı.
Takiyyeci Pavlus’un ihanetinin bedeli olarak Roma’nın
dini tahrif etmesiyle ilk yüzyılda İseviler ikiye ayrıldı: Pavlusçular ve
Barnabas taraftarları. Pavlusçular, Avrupa krallarını elde edip,
kuvvetlendiler. Barnabas tarafını tutanlarda çoğaldı.
300 yıllık ilk dönemde
Barnaba'nın izi, tozu Pavlus'un Romalaştırdığı dinden daha güçlüydü. Ancak önce
Roma, sonra Bizans, ahalinin sadece yüzde 10'u Hıristiyan olduğu bir sırada
dini devletleştirerek eski Yunan din anlayışını Konsillerle adım adım
yerleştirdi. Barnaba'nın şahsi manevisi yıllarca tevhid karşıtlarına karşı
savaştı. Ancak Roma siyasileri karşısında yenik düştü, din siyaşileştirildi.
Tevhid çizgisi, Batıda bir kaybolup bir ortaya çıksa da hiç inkitaya
uğramamıştı. Bunlar, bir nevi İslami dönemin hanifleri veya ehl-i kitap
bakiyyeleriydi. Kuran’da Yasin suresinde Barnaba’dan bahsedildiği farz edilir.
Antakya’ya gelen iki Hak erinden biri ve üçüncüsünden biri Barnaba’dır. Diğeri
Petrus ve Barnaba’nın yiğeni Markos olabilir. Anadolu’yu karış karış gezen
Barnaba, Müslüman İseviler, yani Hıristiyan muvahhidlerin ilki ve lideridir.
On iki Havari'den biri olup olmadığı ihtilaflı olan
Barnaba, aslen Kıbrıslı olup yahudi bir aileden doğmuştur.
Asıl adı Joseph
(Yusuf)'tur. Barnaba ise "teselli oğlu, nasihat verici, iyiliğe teşvik
edici, cesaret verici" anlamında ona sonradan verilmiş bir lâkaptır.
(Kitabı Mukaddes, Resullerin İşleri, IV, 36-37; Encyclopedia Britannica, U.S.A.
1970, III,171: Türk Ansiklopedisi, İstanbul 1967, V, 265). Havariler çağında
Pavlus’la anlaşmazlığa düşmüş, dini mektupları heretik sayılmış Hıristiyan
azizdir. Levi kabilesindendir ve Kıbrıs’lıdır. Pavlos’a, Kıbrıs ve Anadoluya
düzenlenen 1. Misyon gezisinde eşlik etmiştir. Kıbrıs Kilisesi’nin kurucusudur.
Ve Kıbrıstaöldürüldüğüne inanılır. Fransızlar Saint Barnabe derler ve heryıl 11
Haziranda “Aziz Barnaba Günü” adı altında yortusu yapılarak kutlanılır. (Oxford
Dictionary of English 2e, Oxford University Pres, 2003, “St. Barnabas”
Maddesi.) Barnabas, Hz. İsa'nın tebliğini yaymaya çalıştığı üç yıllık süre
içerisinde zamanının büyük bir kısmını onun yakın takipçisi olarak geçirmiştir.
Hz. İsa'dan öğrendiklerini ve duyduklarını bir kitapta topladığı bilinmektedir.
Bu kitaba, onun adına izafeten "Barnaba İncili" deniliyor. Bolüs
(Pavlus) adında bir Yahudi, İsa aleyhisselamın dinine inanmış görünüyorken
Barnabas’a yanaştı.
Fikirleri yıkıcı bir halde iken onada hemfikiri
yapabilmek için çabalarken kendisi ile senelerce arkadaşlık yaptı. Fakat ortak
düşüncede birleşemeyeceklerini anlayınca bu sefer kendisine düşmanlık beslemeye
başladı ve bu düşmanlığını açığa vurdu. İsa aleyhisselamdan sonra Bolüs’ün ilk
işi, hakiki incili yok ettirmek oldu. İsa, (haşa!) Allah’ın oğludur, dedi.
Şarabı ve domuzu helal etti. Barnabas ise bu yalanlara aldırmayarak İsa
aleyhisselamdan gördüklerini ve duyduklarını yazmaya devam etti. Barnabas
taraflarından Antakya piskoposu Lucian, teslise (üçleme) inanmadığı için 312’de
öldürüldü. Barnabas’ın yolunda olanlar ise İsa insandır. O’na tapılmaz
diyorlardı ve bu şekilde yıllarca mücadele verdiler. Lucian’ın talebesi Libyalı
Aryüs de Barnabas gibi düşündüğü için İznik toplantısında aforoz edildi.
Barnabas İncilinin yok edilmesine ve bu İncili okuyanların öldürülmesine karar
verildi. Aryüsçüler yok edilmeye başlandı. Roma İmparatoru Büyük Kostantin
pişman olup Aryüs’ü İstanbul’a davet ettiyse de gelirken öldürüldü.
Barnaba İncili M.S. 325'e kadar İskenderiyye
kiliselerinde kabul edilmiş ve okunmuştur.
İsa'nın doğumundan sonraki birinci ve ikinci asırlarda,
Tevhîd'i desteklemiş olan İraneus'un (M.S. 120-200) yazılarında elden ele
dolaşmıştır. M.S. 325'te meşhur İznik Konsülü toplandı.
Teslis akîdesi, Pavlus Hristiyanlığının resmi doktrini
olarak ilân edildi. Kilisenin resmi İncilleri olarak Matta, Markos, Luka ve
Yuhanna İncilleri seçildi. Barnaba İncili de dahil geri kalan bütün İnciller'in
okunması ve elde bulundurulması yasaklandı. Barnaba İncili hakkında sürdürülen
bu yasaklama kararları, ileriki tarihlerde de devam etti. M.S. 366'da Papa
Damasus'un (M.S. 304-384) da, İncil'in okunmaması için bir karar çıkarttığı
söylenmektedir. Bu karar M.S. 395'te ölen Kaesaria Piskoposu Gelasus tarafından
da desteklendi. Onun Apokrifal kitaplar listesinde Barnaba İncili de vardı.
Apokrifa, basitçe "halktan gizlenmiş" demektir. Papa'nın, yasaklanmış
kitaplar listesine Barnaba İncili'ni de almış olması, en azından, İncil'in
varlığını göstermektedir.
Ayrıca Papa'nın, M.S. 383'te Barnaba İncili'nin bir
kopyasını ele geçirdiği ve kendi özel kütüphanesinde sakladığı da bir
gerçektir. (Muhammed Ataurrahim, Jesus Prophet of İslâm, England 1977, s.
39-41). Bu kararlar dahilinde örnek olarak Engizisyon dönemi İspanya’da “Barnabas”
adı fısıldandığında ateşte diri diri yakıldılar.
Barnaba İncili hakkında çıkartılan bütün bu yasaklama
kararları ve İncil'in okunmaması için alınan tedbirler pek başarılı olamadı.
İncil, günümüze kadar varlığını sürdürdü. Onun günümüze kadar gelmesini
sağlayan Fra Marino adında bir keşiş olmuştur. Şöyle ki: Barnaba İncili'nin
İngilizce çevirisinin yapıldığı el yazması, Papa Sextus'ta (1589-1590)
bulunuyordu.
Sextus, İncil'den geniş çapta faydalanmış olan İraneus'un
yazılarını okuduktan sonra İncil ile yakından ilgilenen Fra Marino ile arkadaş
oldu. Bir gün Marino, Sextus'u ziyarete gitti. Birlikte öğle yemeği yediler.
Yemekten sonra Papa uykuya daldı. Keşiş Marino, Papa'nın özel kütüphanesindeki
kitapları gözden geçirmeye başladı ve Barnaba İncili'nin İtalyanca el yazmasını
ele geçirdi. İncil'i elbisesinin yeni içerisine gizliyerek oradan ayrıldı ve
Vatikan'a geldi. Bu yazma daha sonra, Amsterdam'da büyük bir ün ve otorite
sahibi, hayatı boyunca bu esere büyük bir değer verdiği bilinen bir şahsa ulaşıncaya
kadar elden ele dolaştı. Onun ölümünden sonra da Prusya Kralı temsilcisi J.E.
Kramer'in eline geçti. 1713'de Kramer bu yazmayı, kitaplar uzmanı meşhur
Savoy'lu Prens Eugen'e takdim etti. 1738'de, kütüphanesi ile birlikte bu yazma
da Viyana'daki Hofbibliothek'e nakledildi ve halen oradadır. Erken kilise
tarihçilerinden önemli birzat olan John Toland, bu yazmayı incelemiş ve
ölümünden sonra 1747'de basılmış olan muhtelif çalışmalarında ona atıflarda
bulunmuştur. İncil hakkında şöyle der: "Bu, tıpkı kutsal bir kitap
görünümündedir." (Ataurrahim, a.g.e, s. 41-42).
Bugün elde mevcut olan en eski Barnaba İncili nüshası,
1709 yılında Prusya Kralının sarayında danışman olarak çalışan Krimer'in elinde
bulunmuştur. Bu nüsha İtalyanca yazılmıştır.
Bir süre sonra Viyana'daki krallık sarayına nakledilen bu
nüsha, diğer nüshaların ana kaynağı kabul edilmektedir. Krimer'in bu nüshası,
bir süre sonra meçhul bir kişi tarafından İtalyancadan, İspanyolcaya tercüme
edilmiştir. İngiliz müsteşrik Sayel, bu kitabı İspanyolcadan İngilizceye
çevirmiş, daha sonra bu eserin başta Arapça olmak üzere muhtelif dillere
tercümesi yapıldığı gibi, İtalyancadan İngilizceye tercümesi de yapılmıştır.
Bir iddia da tercüme ve Büyük Britanya’da iki bin nüsha basılma parasını
gizlice verenin Osmanlı padişahı 2. Abdülhamşt olduğu yönündedir.
Barnaba İncilinin M.S. V. asırda papalık tarafından
yasaklanan kitaplar listesinde bulunmasının yanısıra, bu kitabın İslâmî bir
muhitte değil, aksine mutaassıp Hristiyanlar arasında ortaya çıkması, kilisenin
sahtelik suçlamasını mesnedsiz bırakmaktadır. Bu İncilin en eski nüshası,
İtalyanca, yani Vatikan'ın ve papalığın konuştuğu dilde yazılı olarak bulunmuş,
sonraları bu nüsha yine koyu Hristiyan bir muhitte İspanyolcaya çevrilmiş, daha
sonra İngilizceye tercümesi yapılmış, yani herşey, Hristiyan dünyası içinde
cereyan etmiş, olayın İslâm dünyası ile uzaktan yakından hiçbir alakası
olmamıştır. Kitabın Hristiyanlığın koyu bir taassup içinde bulunduğu bir
muhitte bulunmuş ve ter cümelerinin yine bu muhitte yapılmış olmasına rağmen
Hristiyan araştırmacılar, Latin rahip Framinyo'nun onu bulup inceledikten sonra
İslâmiyeti kabul etmesine bakarak bu İncili, Framinyo'nun yazdığına ve sahte
olduğuna hükmetmişlerdir.
Nedense Hristiyan ilim adamları, Framinyo'nun savunmasını
gözardı etmektedirler.
Framinyo, Aryanos'un (İrenaus) risalesinde bu İncilden
bahsedildiğini söylüyor, İncili kendisinin yazmadığını, aksine Aryanos'un
risalesini okuduktan sonra yaptığı araştırmada bizzat Roma'da papalık
kütüphanesinde bulduğunu ifade ediyor. Ayrıca en eski nüsha elinde bulunan
kişi, sıradan bir kişi değil, aksine Hristiyan bir devlet olan Prusya krallığı
sarayında danışman olarak çalışan bir Hristiyan rahiptir. O da kitabı saray
kütüphanesinde buluyor. Bir müddet sonra bu kitap, diğer güçlü bir Hristiyan
devlet olan Avusturya krallığı kraliyet kütüphanesine naklediliyor. İşin daha
da önemlisi, bu İncil, Endülüslü müslümanları İspanya'dan çıkarmakla övünen
mutaassıp Hristiyanlar tarafından kendi dillerine çevrilmiştir. Yine
Protestanlığın en yoğun olduğu İngiltere'de, İngilizceye tercümeleri
yapılmıştır. Mademki bu kitap sahte idi, niçin bunlar yapıldı?
Bu koyu Hristiyanlar, kendi inançlarını çürütmek için
yazılmış olan bu kitaba neden bu kadar önem verip onun üzerinde ciddî şekilde
çalıştılar? Eğer bu Kitap, Müslümanlar tarafından uydurulmuş bir propaganda
kitabı olsaydı, herhalde bu zahmetlere katlanmazlardı. Barnaba İncili,
muhtemelen uzun yıllar gizli olarak elden ele dolaşmış ve iki dilde yazılı
olarak XV. yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Yeni Ahidin kanonizasyonundan sonra sayıları dört olarak
tesbit edilen İncillerin dışında, bir kısmı bu incillerden önce yazılmış yüzden
fazla İncil vardı. Kilisenin iddia ettiği gibi bunların hepsi sahte miydi? Dört
İncilin yazarları kendi incillerini yazarlarken, bu İncillerden faydalanmadılar
mı? Bunların, İncillerini kaleme alırken Logiadan, Q metninden ve Markos'un ilk
İncilinden faydalandıklarını açıkça görmekteyiz. Bu durumda dört İncilin
yazarları, sahte sayılan İncillerden istifade etmiş olmaktadırlar. Acaba bu
sahte İncillerden, dört İncile sahtelik bulaşmadı mı?
Papa 1. Celasyüs tarafından yasaklanan Barnaba İncil’i
diğer İncillerde bulunmayan bir özelliği sahip olduğu için yasaklar listesine
alınmıştır. Yasaklanan İnciller, büyük bir hızla toplatılır. Bir kısmı ise çok
ağır cezalardan korkan halk tarafından imha edilir. Ancak bu arada dindar bir
papaz, herşeyi göze alarak Barnaba İncilerinden bir tanesini kaçırmaya muvaffak
olur.Bu İncil daha sonra Viyana’daki imparatorluk kütüphanesine ulaştırılarak
İngilizceye çevrilir.
Barnaba İncili'nin İtalyanca el yazması Canon ve Mrs.
Beggo Ragg tarafından ilk defa İngilizce'ye çevrildi ve 1907'de Oxford
Üniversitesi matbaasında basıldı ve yayımlandı. Bir iddiaya göre basım
masraflarını Osmanlı Padişahı 2. Abdülhamit Han üstlendi. İngilizce çevirinin
hemen tamamı aniden ve gizemli bir şekilde piyasadan kayboldu. Kilise, Barnaba
İncilinin izini tekrar bulmuştur. Bir hafta içinde bu İncilin bütün nüshaları,
imha edilmek üzere toplanır. Ancak kilisenin bütün gayretleri boşa gidecektir. Çünkü
İnciller imha edilirken 2 tanesi tekrar kaçırılır.
Bunlardan biri Britanya Müzesi’ne, diğeri Amerikan
Kongresi kütüphanesine götürülür. İnciller gönderildikleri yerlerde her nedense
askerî sır gibi büyük bir titizlikle saklanarak halka kapalı tutulur.
Bu sırrın ortaya çıkarılması ise, bir Müslüman generale
nasip olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri’nde askerî ateşe olarak görev
yapan Pakistanlı general Abdurrahim, bu İncil’in mikrofilmlerini gizlice
çekerek, Pakistan’a kaçırmaya muvaffak olur. Kongre Kütüphanesi'nden ele geçen
kitabın mikro-film kopyasının İngilizce çevirinin yeni bir baskısı Pakistan'da
yapıldı.
Bu baskının bir kopyası, gözden geçirilmiş yeni bir baskı
amacıyla kullanıldı. (Ataurrahim, a.g.e., s. 42). Mikrofilmler daha sonra
Pakistan’daki Begüm Aisha Bawany Vakfı tarafından kitap haline getirilerek
İslâm dünyasına kazandırılır. Mikrofilmler banyo edilince, Barnaba İncili’nin
geçirmiş olduğu bu büyük maceranın hikmeti anlaşılır. Çünkü bu İncil, Peygamber
(a.s.m) Efendimizin geleceğini çok öncesinden müjdelemekte ve kainatın onun
için yaratıldığını mübarek ismiyle ilan etmektedir. Batı dünyasının Asr-ı
Saadet münafıklarına has olan bir inat ve gayretle bu İncil’i yok etmeye
çalışması, gerçekten de son derece ibret vericidir. 1907 tarihli İngilizce
basımdan sonraki ilk baskı ancak 1979'da gerçekleşti. Kongre Kütüphanesi'ndeki
nüshanın mikrofilm kopyasını alan Pakistanlı müslüman bir araştırmacının
sayesinde, 72 sene sonra kitabın yeni bir baskısı yapılabildi..(Jesus, A
Prophet of Islam, Londra, 1979, s : 39 - 42).
Barnaba İncili yirminci yüzyılın başında, Mısır'da, Dr.
Halil Seâde tarafından Arapça'ya çevrilmiş ve esere bir de mukaddime yazılarak
Muhammed Reşid Rıza tarafından da neşredilmiştir. (Ahmed Şelebi,
Mukârenetü'l-Edyân, Mısır 1984, II, 215). Ülkemizde de İncil'in izlerine
rastlandı ve üzerinde bazı çalışmalar yapıldığı 2000’li yıllarda ortaya çıktı.
Bunlardan biri, Abdurrahman Aygün'ün "İncil-i Barnaba ve Hz. Peygamber
Efendimiz Hakkındaki Tebşîrâtı" isimli basılmamış eseridir. Eser 1942'de
yazılmıştır. (bk. Osman Cilacı, "Barnaba İncili Üzerine Bir Türkçe Yazma
", Diyanet Dergisi, Ekim-Kasım-Aralık,1983, cilt:19, sayı: 4, s. 25-35)
Yine 1984'te Hakkari civarında bir mağarada, Ârâmî dilinde ve Süryânî alfabesi
ile yazılmış bir kitap bulunduğu ve bunun Barnaba İncili olduğu, yurt dışına
kaçırılmak istenirken yakalandığı da bilinmektedir. (bk. İlim ve Sanat,
Mart-Nisan 1986, sayı: 6, s. 91-94). Ayrıca, "Barnaba İncili" adıyla
Mehmet Yıldız tarafından İngilizce'den dilimize çevrilen bir eser de 1988 yılı
içerisinde Kültür Basın Yayın Birliği tarafından neşredilmiştir.
Barnaba İncili'nin diğer dört İncil' den ayrıldığı en
önemli noktalar şunlardır: 1- Barnaba İncili, Hz. İsa'nın ilâh veya Allah'ın
oğlu olduğunu kabul etmez. 2-Hz. İbrahim'in kurban olarak takdim ettiği oğlu
Tevrat'ta belirtildiği ve hristiyan inançlarında anlatıldığı gibi İshak değil,
İsmâil (a.s.)'dır. 3-Beklenen Mesih Hz. İsa değil Hz. Muhammed'dir. 4-Hz. İsa
çarmıha gerilmemiş, Yahuda İskariyoth adında biri ona benzetilmiştir. (Muhammed
Ebu Zehre, Hristiyanlık Üzerine Konferanslar, Trc. Âkif Nuri, İstanbul 1978, s.
105-107). Eski hıristiyan eserlerini inceleyen Batılı yazarlar, Barnaba
İncili’nin MS 70 yılında Titus’un Kudüs’ı yaktığı ve Süleyman Tapınağı’nı
yıktığı dönemle ile MS 120 civarlarında Büyük Aleksandr İskenderin ortaya
çıkışı arasındaki dönemde yazıldığını kabul ediyorlar. Çünkü kullanılan dil,
verilen tarih, hadise ve şahıslar bilinen tarih ile örtüşüyor.
Daha sonra Barnaba'ya ilgili en geniş çalışmalardan birisini
M. A. Yussef , The Dead SeaScrolls, the Gospel of Barnabas and the New
Testament (Indianapolis, 1985 - Ölü Deniz Tomarları, Barnaba İncili ve Yeni
Ahit) adlı eserinde yaptı. Yussef 130 sayfalık eserinde Yeni Ahit’te anılan
Barnabas’a aralıksız bir aktarı zinciri kurdu. Eseri için şu ifadeyi kullandı:
Bu kitap bilimsel bir sürece dayalı bir dizi kitabın ilkidir. Gerçeği
hissedelim. Barbaba'nın tevhid önderliği, ilk dönem kilise tarihini yeniden
değerlendirmek içim anahtardı. İsa’nın ne Tanrı ne de Tanrıoğlu olduğunu
tarihsel-eleştirel yöntemle kanıtladı. Kutsal Üçlü birlik kavramını ele alıp
Muhammed’in gönderilme sebebini açıkladı. Yussef’a göre, Barnabas'ın bu incili
Pavlus’la ayrılmasından sonra Kutsal kitabı değiştirmiş oldukları için
Nikolaycıların komplosuna karşı yazmıştı. Bugünkü Hıristiyan kilisesi,
Nikolaycıların izindeydi, bu nedenle Barnaba İncili’ni reddediyordu.Asıl
geçerli “İbrahimi” inancın mirasçısı değildi. Grek-Roma kültürü Yahudi dinsel
iman içeriğini senkretizme (dinleri birbirine karıştırma) ile şekillenmişti.
Sezar'ın yaptığı gibi bir insanı Tanrı olarak onurlandırma çabası, Kutsal
Üçlübirlik doğması gibi putperest kaynaklara dayanıyordu. İbrahim’in torunları,
ruhani anlamda, müslümanlardı. Birde Barnaba’nın taraftarları...
Kasım 2006’da tarafımdan yazılan Mesih’in Hızır’ı Barnaba
adlı kitabım, son Papa’nın Türkiye ziyareti öncesine Karakutu yayınları
tarafından basıldı. Tarihi kurgusal roman niteliğindeki bu çalışma, ilk
kapsamlı roman belgesel tarzında bir araştırmadır. Bu devrede İlahiyatçı dostum
Dr.Muharrem Yıldız ve ayrıca Kanada’da yaşayan dostum Tahir Hoşafçı tarafından
Barnaba çalışmaları yapıldı, ancak yayımlanmadı. Gazeteci ve yazar dostum
Aydoğan Vatandaş’ın kitabımdan bir buçuk yıl sonra Doğan Kitap’dan 2008’de
çıkan Barnaba’nın Sırrı ve Kayıp Kitap da bir romandı ve yarı hayali yarı
gerçek bir senaryo ile süslenmişti. Vatandaş’ın 2008’da Timaş’ta basılan
Apokrifal kitabı, daha gerçekçi belgelere dayanarak Ergenekon örgütü tarafından
Hakkari’deki mağarada bulunan orjinal nüshaların akibetini anlatan araştırma
bir eserdi. Bilimsel biçimde Barnaba İncil’inin içeriğini incelemek yerine son
gelişmeler üzerinde kopan fırtınaya odaklandı. Pek çok bilinmeyeni ortaya
çıkardı. Aydoğan’ın kitabında Aramice uzmanı Doç Dr. Hamza Hocagil’in 1981
yılında o dönemde Hakkari sınırları içinde kalan şimdilerde Şırnak sınırları
içinde olan Uludere’de bir mağarada köylüler tarafından bulunan İncil’in
tercüme hikayesi anlatılıyor. Halen Genelkurmay tarafından muhafaza edildiği
iddia edilen bu İncil’le ilgili kitabta Hamza Hocagil, Aydoğan’a şu açıklamayı
yaptı: Tevhitten başka bir şey yoktu. Zikrullah vardı. İbadet etmenin önemi,
Allah’a eş koşmama, bu arada komşulara yardımcı olma, Lut Kavmi ile ilgili bazı
uyarıcı bilgiler ile ilgili ibret alınmasını öğütleyen bir kıssa vardı. Dikkati
çeken bir şey daha vardı: ‘Bir peygamber gelecek, ona tabi olanlar, dolgun
başaklar gibi olacak! ayeti kopan fırtınayı açıklıyordu. “Tahrif edilmeyen
dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'le de az sayıda ayeti çelişen tek İncil olduğu”
iddia edilen Barnabas İncili'nin özgün nüshalarından sadece 19 sayfa tercüme
edildi.
Ergenekon Örgütü'nün, kayıp “Barnabas İncili”
nüshalarıyla çok önemli bağlantısı vardı. Özgün “Barnabas İncili” nüshalarının
içeriği ve bunların tam olarak ortaya çıkarılamaması için yurt dışı ve dışı
fesat şebekesi elinden geleni ardına koymadı. Merhum Muhsin Yazıcıoğlu, şehit
edilmeden önce 2009 başında bu konuyla ilgili neler yapılabileceğini
düşünüyordu. Kendisi de bu konuyla ilgili araştırma sürecine dahil olmuştu.
Hatta 2 milyon dolar da bütçe bularak bu konunun sinemaya aktarılmasına
uğraşıyordu.
Bu eserde, Pakistanlı general Abdurrahim’in tüm dünyaya
yaydığı Barnaba İncil’inin çarpıcı bölümlerin Türkçesini masaya yatırıyoruz.
Son bulunan Barnaba İncil’lerinin tam metni henüz gün yüzüne çıkarılamadı. Bu
nedenle piyasada ulaşılabilen ile arşivlerde saklanan arasında karşılaştırma
şansına sahip değiliz. Bu İncili bulup okuyan, İsrail Cumhurbaşkanı’nın torunu
Viktoriya Rabin, bu İncil’i okur, Kelime-i Şahadet getirdi ve Müslüman oldu.
Yaptığı kazı çalışmaları sırasında, 10 Emir ve Zebur’un izini sürerken,
Etiyopyalı siyahi bir adam tarafındanöldürüldü. (Bknz. Apokrifal / Aydoğan
Vatandaş-Timaş Yayınları). Barnaba İncil’ine dokunan ölüyor veya başı beladan
kurtulmuyor. Barnaba’nın sırrı er geç çözülecek ve Hıristiyan dünyasında büyük
bir çatlak, kırılma veya yırtılma oluşturacak ve hakiki İsevileri İslam
dünyasına yakınlaştıracaktır.
Hıristiyan literatüründe Barnaba İncili'nin adı nerede
geçmişse, oraya bir muhalefet şerhi konmuş, bu İncil'in, sahte ve uydurma
olduğu, dolayısıyla reddedilmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Hattâ bu
İncil'in, bir müslümanın hayal gücünün bir eseri olduğu iddia edilmiştir.
Bu, iddia tarihi hiç bir dayanağı olmadan inkar amaçlı
olarak ortaya atılmıştır; çünkü böyle bir kitap müslümanlar tarafından
bilinmiyordu. Eğer bilinseydi pek çok eserde ondan söz edilirdi. Taberî,
Mes'ûdî,Ya'kûbî, Bîrûnî, İbn Hazm, İbn Teymiyye gibi Hıristiyan kaynaklarına
vâkıf olan yazarlar, Hristiyanlık ve onun kutsal kitaplarından bahsederken,
Barnabas İncili'ne en ufak bir işarette bile bulunmamışlardır. George Sale'in,
1734 yılında, Kur'an'ın İngilizce çevirisinde bundan bahsetmesinden önce
müslümanlar, Barnabas İncili'nin adını bile duymamışlardı. İbnü'n-Nedîm tarafından
995 yılında ve Hacı Halife tarafından 1657'de hazırlanan, geniş birer
bibliyografya eseri olan 'el-Fihrist' ve 'Keşfü'z-Zünûn' adlı kitaplarda da bu
İncil'in adı geçmemektedir. Bu eserlerin yanısıra 18'inci yüzyıl öncesi süreçte
müslümanlarca kaleme alınan ve bugün bilinen hiçbir metinde bu İncilin isminden
ya da içeriğinden bahsedilmediği gibi İslam uygarlıklarında
söylenti-hikaye-efsane düzeyinde dahi adı bir kayda geçmemiştir.
Barnaba İncili'nin Müslümanlar tarafından uydurulduğunu
iddia eden Hıristiyanlık dünyası, yukarıda belirttiğim argümanları ileri
sürüyorlar. Esas itibariyle bu tavırlarıyla havarisi oldukları ilim ve
araştırma rûhuyla zıtlaşma içinde olduklarının farkında değiller. Zira, bulunan
Barnaba İncili'nin karbon tahlili yapılmış, 16 ya da 17 asır öncesine âit
olduğu ortaya çıkmış. Ne var ki, İncil gökten yeniden inse ve bu orijinal
nüshada Efendimizi müjdeleyen ayetler apaçık görülse de, onlar, bu eski
inatları yüzünden inkarlarında ısrar edeceklerdir.
Tabii, bir gün bulunan bu İncil nüshası gün yüzüne
çıktığında, tarihin yeniden yazılması da kaçınılmaz olacak.. ve o gün bazıları
şimdiye kadar yazdıklarından, söylediklerinden utanarak saklanacak birer delik
arayacaklardır.
Elinizdeki eser Aralık 2006’da basılan ilk nüshanın
düzeltilmiş, yenilenmiş, son bilgilerle donatılmış ve şüpheli bilgi, efsane ve
hurafelerden mümkün mertebe ayıklanmış halidir.
Faruk Arslan Toronto, Kanada 16 Mayıs 20111. Bölüm:
Yahudiler ve Hz. Meryem'in Doğuşu Yahudilik, bir çok peygamberlerin ürünüydü.
Bu peygamberlerden Hz. Musa'dan öncekileri kendi kitaplarında bizzat Hz.Musa
anlatmıştı. Hz. Musa'dan sonrakiler de eklenmek suretiyle Eski Ahit adı verilen
Tevrat kutsal kitabı, meydana gelmişti. Tevrat'ın sadece ilk beş kitabı
Musa'nındı: Tekvin, Çıkış, Levililer, Sayılar, Tesniye. Tevrat, Musa'nın beş
kitabından başka sırasıyla şu kitaplardan meydana gelmişti: Musa'nın ölümünden
sonra hizmetçisi Nuh'un oğlu Yeşu'nun kitabı, Hakimler kitabı, Rut'un kitabı,
birinci ve ikinci Samuel'in kitapları, her biri ikişer kitaptan Krallar ve
Tarihler adlarını taşıyan dört kitap; Erza, Nehemya, Ester, Eyup peygamberlerin
kitapları, Davut peygamberin (aynı zamanda kral) Mezmurları, Süleyman
peygamberin, (aynı zamanda kral) Meselleri, Davud'un oğlu Vaiz'in kitabı,
Süleyman peygamberin Neşideler Neşidesi kitabı; İşaya, Yeremya peygamberlerin
kitapları, ayrıca Yeremya'nm Mersiyeleri; Hezekiel, Daniel, Hoşea, Yoel, Amos,
Obadya, Yunus, Mika, Nahum, Habakkuk, Tsefanya, Haggay, Zekerya, Malaki
peygamberlerin kitapları. Bu peygamberlerin içinde Tanrı'yla yüz yüze geldiği
bildirilen sadece Musa'ydı ve din onun Tanrı'dan getirdiği on buyrukla
kurulmuştu. Ondan sonraki peygamberler hep onun getirdiği şeriatı korumak için
çalışmışlardı.
Tanrı'nın bildirdiği on buyruğun dışında, Yahudi tanrıbilimcilerince
saptanan dinsel kurallar da vardı. Bu kurallar Yahudi tanrıbilimcisi Musa bin
Meymun (Maimonides, 1135-1204) tarafından on üç maddede özetlenmişti: 1-Tanrı
tektir, 2- Tanrı ruhtur ve asla temsil edilemez, 3. Tanrı ölümsüzdür, 4- Dua
sadece Tanrı'ya edilir, 5- İsrail peygamberlerinin bütün sözleri doğrudur, 6-
Tanrı, dünyanın yarıtıcısı ve koruyucusudur, 7- Musa, peygamberlerin en
büyüğüdür, 8- Yasa ve töre tanrıca Musa'ya verilendir, bunun dışında hiçbir
yasa ve töre yoktur, 9- Bu yasa ve töre asla değiştirilemez, 10. Tanrı,
insanların bütün düşüncelerini ve eylemlerini bilir, 11- Tanrı, buyruklarını
yerine getirenlere armağan verir ve getirmeyenleri cezalandırır, 12- Tanrı,
peygamberlerin bildirdiği Mesih'i gönderecektir, 13- Tanrı, ölüleri diriltecektir.
Hz. Musa, bir tutsaklar soyundan dövüşken kuşaklar
yaratmayı amaçlamıştı. İsrailoğullarını Mısır'dan çıkardıktan sonra kırk yıl
çöllerde dolaştırması bu yeni kuşakları beklemek içindi.
Tanrı onlara bir vatan vaadetmişti, ama bu arzı mev'ud (vaadedilen
toprak, Filistin) gene de dövüşerek elde edilebilirdi. Kölelikten dövüşçülüğe
geçmek için sadece on buyruğu kulaklara küpe edivermek yetmiyordu. Özgürlüğü
tatmış, güçlü, genç kuşakların yetişmesi gerekliydi. Yüz yirmi yaşına kadar
yaşayan Musa, yaşadığı sürece, çevresinde dönüp dolaştığı bu vatana saldırmayı
göze alamadı. Ulusçuluğa yönelen yeni dinin amacı o öldükten sonra gerçekleşti.
Sonuç başarılıydı. Yüzyıllarca acı çekmiş, insanlık
gücünü yitirmiş, ezik bir soy, tarihin en güçlü devletlerinden biri olan
Süleyman İmparatorluğuna kadar yükselmişti. Ne var ki Hz. Süleyman'ın ölümünden
sonra bu imparatorluk parçalandı ve İsrailoğulları yine topraklarından
sürüldüler.
Yahudi tanrıbilimcileri bu olayı, Tanrı'nın on buyruğuna
bağlı kalmadıkları için Tanrıca cezalandırıldıkları yolunda yorumladılar.
İsrailoğulları dünyanın dört bir yanına dağıldılar ve çok acı çektiler.
Oysa Hz.Süleyman (a.s.), İsrailoğullarına tarihde
görülmemiş bir rahatlık ve huzur kazandırmıştı. Hem ekonomik, hem inanç, hem de
siyasi açıdan güçlü bir devlet ve toplum halini almış ve hiçbir topluma
verilmeyen nimetler onlara verilmişti. Şükrün yerini nankörlük, itaatin yerini
isyan alınca, dedelerinin başına gelenlere düçar oldular. Dedelerinin başına
gelenlerdenders alıp hak yolu takip etmeleri gerekirken, kendilerine verilen o
kadar nimeti üstünlük vesilesi bilip hak yoldan sapmaya başladılar.
İsrailoğulları kendi bölgelerinde ve etrafda bulunan
diğer kabilelere karşı üstünlük taslayıp hakimiyetlerine alarak onlara
haksızlık ve zulüm etmeye başladılar. Ellerindeki güç ve kudretin kendi
hünerleri olduğunu düşünüyor, semavi dinin ve ilahi peygamberlerin sayesinde
olduğunu unutuyorlardı. Samirri’nın neslinden gelen putperest ve müşrikler,
toplumdan hiç eksik olmamıştı, inananları hak yoldan ayırmak için amansız bir
mücadele veriyorlardı. Hz.
Süleyman’ın (a.s.) vefatından sonra peygamberler
sayesinde sahip oldukları azamet ve kudret yavaş yavaş yok olmaya yüz tutmuştu.
Zalim hükümdar ve padişahların zorla insanlara hüküm sürmelerinden İsrailoğulları
da nasiplerini alıyorlardı. İsrailoğullarına, Hz. Süleyman’dan (a.s.) sonra
birçok peygamber gelmesine rağmen tarihlerinde gördükleri zulüm ve zelillikten
daha beterini çekmek zorunda kalmışlardı.
Allah-u Teala, yine sonsuz rahmetini göstermiş
İsrailoğullarına Hz. Harun’un (a.s.) soyundan olan Hz. Zekeriya’yı (a.s),
onları hak yola davet etmesi için peygamber olarak göndermişti. Ama toplum
itikadi yönden öyle yozlaşmıştı ki, Hz. Musa (a.s) şeriatından eser kalmamış,
toplumun dini önderliğini üstlenen din alimleri dünyaya dalarak toplumun siyasi
liderliğini müşrik, zalim hükümdarlara bırakmış, yanlızca halkı kendi
yazdıkları şeriat hükümleriyle irşad etmeye çalışıyorlardı. Dini, mukaddes
mabed olan “Mabed-i Süleyman”a hapis etmiş bu mabedin ayakda kalması ve kendi
hakimiyetlerini sürdürebilmeleri için de halka dini kurbanlar, nezir ve adaklar
teşri etmişler ve halkı mabed için özel vergi vermeye mahkum etmişlerdi. Aynı
zamanda zamanın hükümdarıyla da yakın ilişkilerini sürdürüyor ve kendi hakimiyetleri
için onların hakimiyetlerinin devamına çalışıyorlardı. Böyle bir toplum içinde
Hz.
Zekeriya’nın (a.s) halkı irşad etmede başarılı olmasını
bir kenara bırakalım peygamber olarak tanınması bile bir mucizeydi. Süleyman
mabedini idare eden din alimleri, Hz. Zekeriya’nın (a.s) peygamber olduğunu
kabul etmedikleri gibi halkın kabul etmesine dahi tahammül edemiyorlardı.
Her fırsatta O’na eziyet ediyor, başarılı olmasını
istemiyorlardı; çünkü Hz. Musa (a.s.) şeriatını bilen, onu koruyan ve halka
tebliğ eden tek kişiydi. Din adamlarının çıkarlarına engel olduğu için
Hz.Zekeriya’nın (a.s.) başarılı olmaması için ellerinden geleni yapıyorlardı.
Hz. Zekeriya’nın (a.s.) çocuğu olmadığı için bunun peygamberin bir eksikliği
olduğunu, dolayısıyla peygamber olamıyacağını iddia ediyorlardı.
İsrailoğulları bir taraftan zalim hükümdarın zulümleri
altında inlerken diğer taraftan din adına kendilerine zulmeden bu din
adamlarından artık bıkmışlardı. Allah’tan kendilerini bu zulümlerden kurtaracak
birini göndermesi için dua ediyorlardı. Hz. Meryem’in (s.a.) babası İmran (a.s)
Allah’ın bir kurtarıcı göndereceği vaadini ve bu kurtarıcının kendi neslinden
olacağı müjdesini vermişti. İsrailoğulları bu vaadin gerçekleşmesi için dualar
edip beklerken, bir taraftan Hz.Musa (a.s) şeriatını tahrif eden din
adamlarının içine korku düşmüştü. Diğer taraftan da topluma hakim zalim
hükümdarlar endişeyle yaşıyorlardı. Bu kurtarıcının her iki grubun da
hakimiyetlerine son vereceğini çok iyi biliyorlardı.
Müjdelenen kurtarıcı dünyaya gelmeden önce İsrailoğulları
Hz.Musa (a.s ) şeriatına bağlı olmalarına rağmen aralarında büyük ihtilaflar
olan mezhep ve kabilelere bölünmüşlerdi. Bazı konularda ortak görüşe sahip
olmalarıyla birlikte şeriati farklı yorumluyor ve kendi elleriyle yazdıkları
kitaplara inanıyorlardı. Hatta itikadi konularda dahi tefrikaya düşmüşlerdi. Bu
kabile ve mezheplerden ayakta kalabilenlerden bazıları şöyleydi: 1- Ferisiler:
Bu fırka milattan 200 yıl önce ortaya çıkmış ve günümüz yahudilerinin
çoğunluğunu oluşturduğu fırkaydı. Bu fırka aslında putperestlığe karşı bir çok
mücadele vermiş, savaşlar yapmış ve birçok şehidler vermiş “Hasidim”
fırkasından türemişti. İtikadi olarak “Ahd-i Atik” diye adlandırılan yazılı
Tevrat’a inandıkları gibi Hz. Musa’dan (a.s) sonra nesilden nesilesözlü olarak
gelen ve Yahudi itikadinin temellerinden sayılacak, Yahudi din adamlarının
hekimane sözlerini içeren sözlü (şifahi)Tevrat’a ( Telmud’ta ) inanıyorlardı.
İnsanın iradesi konusunda orta yolu seçen bu fırka, kıyamete, ilahi adalete de
inanmaktaydı. İbadete önem veriyorlardı. Tevrat hakkında en geniş araştırmayı
yapan Ferisiler, Tevratın bir harfinin dahi değiştirilmediğini, eksiltip
artırılmadığını iddia ediyordu. Her harfinin ve kelimesinin sırlarla dolu
olduğunu savunuyorlardı. Babil esirliğinden dönüp Filistin bölgesine döndükleri
zamandan uzun bir zamana kadar İsrailoğulları’nın önderliğini yapmış, Süleyman
mabedinin hakimiyetini ellerinde bulundurmuşlardı. Müjdelenen kurtarıcı Mesihe
en fazla muhalefet eden fırka Ferisilerdi. İsimleri daha sonraları yazılan
İncillerde düşman olarak geçecek, bu durum günümüzdeki Siyonist ve masonların
baskıları sonucu 1965'de Yeni İncil'in kabul edilmesiyle sona erecekti. 2-
Sadukiler: Sadukiler bu ismi, Hz. Davud’un (a.s) kehanet makamına seçtiği iddia
edilen Saduk bin Ahitub’dan alıyordu. Sadukiler ibadetten çok nezir ve
kurbanları önemsiyor, örf ve ananelerini yaşatmaya daha fazla ehemmiyet
veriyorlardı. Süleyman mabedinin kahinlerinin çoğunu Sadukiler oluşturuyordu.
Roma İmparatorluğu’nun valileriyle ilişkileri iyi olan Sadukiler, dedelerinin
dinine bağlı kalmayı savunuyor, Ferisilerin Tevrat ve din hakkındaki yorum ve
tefsirlerini kabul etmiyorlardı. İtikadi olarak Allah’ın cisim olduğuna
inanıyor, Allah’a kesilen kurbanların ülkeye hakim padişaha sunulan hediye gibi
görüyorlardı. Nefsin mücerredliğini ve kıyameti inkar ediyor, yapılan iyilik ve
kötülüğün karşılığının bu dünyada verileceğini söylüyor ve insan iradesinin
mutlak olduğuna inanıyorlardı. Sadukiler de Ferisiler gibi Hz. İsa ( a.s)
dünyaya gelmeden önce ve geldikten sonra muhalefet ve düşmanlık etmişlerdi.
Milattan sonra 70 yılında Süleyman mabedinin yıkılmasıyla bu fırka ortadan
kalkmıştı. 3- Samiriler: Hz. Süleyman’dan (a.s) sonra parçalanan Filistin
topraklarının kuzeyinde yer alan bölümün merkezi olan Samirra’da
yaşadıklarından bu ismi almışlardı. Babil esirlerinin geri dönmelerinden sonra
ortaya çıkan bu fırka İsrailoğulları ve Asurilerden oluşmuştu. İtikadi olarak
Tevratın sadece 5 bölümünü kabul ediyor, 33 bölümünü inkar ediyorlardı.
Nablus’da bulunan Harzim dağını mukaddes bilip kıble olarak kendilerine
seçmişlerdi. Hz. Musa’nın (a.s) da kıblesinin burası olduğunu iddia
ediyorlardı. Kendilerine has ibadet ve ayinleri vardı. 4- İsniler: Milattan
yüzlerce yıl önce ortaya çıkan bu fırka, milattan sonra Süleyman Mabedinin yok
edilmesiyle bunların da nesli tükenmiş sadece isimleri tarih kitaplarında
kalmıştı.
Şahsi malikiyeti reddeden İsniler evlenmeye de pek sıcak
bakmıyordu. Güncel hayatlarında yalnızca güneşin doğmasıyla çalışmaya başlar,
öğlen vaktinde işi terkeder, topluca yemek yiyip ibadetle meşgul olurlardı.
Güneşi kendilerine kıble olarak seçer, Süleyman mabedini kıble olarak kabul
etmezlerdi. Cumartesiyi tamamen tatil sayar, o günü tefekkür ve Tevrat’ı
mutalaa ederek geçirirlerdi. Tefsir ve maneviyat alanında yüksek bilgiye sahip
İsniler, Hz. İsa’dan (a.s) sonra Hıristiyanların fikri alt yapısını
oluşturmuşlardı. İsniler Hz. İsa’nın (a.s) şeriatına bağlanıp Hıristiyanlığı
seçtiler. Hz.Zekeriya (a.s) ve Hz.Yahya (a.s) da bu kabiledendi. 5- Kanuniler :
Mutaassıp ve gayretli olduklarından bu isim ile adlandırılmışlardı. Romalıların
Filistin topraklarını işgal etmelerine şiddetle karşı olduklarından devamlı
Roma İmparatorluğu’nun taraftarlarını öldürmek için elbiselerinin altında
hançer saklarlardı. Kanunileri diğer fırkalardan ayıran en büyük özellikleri de
buydu. İtikadi olarak da Ferisilerle aynı inancı paylaşıyorlardı.
Hz. İsa (a.s) dünyaya gelmeden önce İsrailoğulları
fırkalara bölünmüş ve her fırka da Tevrat’ı ve Hz. Musa (a.s) şeriatını kendi
çıkarlarına göre tefsir ediyorlardı. Milattan önce zalim padişah ve
hükümdarların zulüm ve baskılarının sonucunda ya çoğu yok oldular veya yok
denilecek kadar az bir grup halinde diğer fırkaların içinde yaşamlarını
sürdürdüler: Ayakta kalabilenlerin sayısı parmakla sayılacak kadar az
miktardaydı. İşte İsrailoğulları böyle birhaldeyken, halktan gerçek manada Hz.
Musa (a.s) şeriatına bağlı ve Hz. Zekeriya (a.s) gibi peygamberin irşadından
yararlanan çok az inanan vardı, ama halkın genelinde bir kurtarıcının geleceğı
inancı hakimdi.
Derken Hz. İmran’ın (s.a.) eşi hamile kalınca, Süleyman
mabedinin sömürücü din adamlarının endişe ve korkuları daha da fazlalaştı,
hatta zalim hükümdarla işbirliği yaparak dünyaya geldikten sonra yok edilmesini
talep ettiler. Halk ise büyük bir ümitle kurtarıcıyı bekliyordu. Herkes bu
doğacak çocuğun kurtarıcı olarak bekledikleri Mesih olduğuna inanmışken,
dünyaya gelen çocuk kurtarıcıyı doğuracak annesi Meryem’den başkası değildi.
İsrailoğulları büyük bir şok yaşıyordu, zalim hükümdar ve
Süleyman mabedinin din adamları dünyaya gelen çocuğun kız olması haberiyle
rahat bir nefes almıştı. Ama ilahi hikmeti anlamaktan yoksun bu zavallılar,
Hakka yöneleceklerine isyan ve zulümlerine devam ediyorlardı.
Bir taraftan menfaat düşkünü din alimleri ( hahamlar)
diğer taraftan zalim hükumet halka baskılarını artırmıştı. Hz. Zekeriya (a.s)
bunun ilahi bir imtihan olduğunu anlamıştı, ama bunu insanlara anlatmak zordu.
Kendi peygamberliğini dahi kabul etmeyen halk bunun bir imtihan olduğunu ve Allah’ın
vaadinde hilaf olmayacağını ve vaadin gerçekleşeceğini nasıl kabul edecekti?.
İsrailoğulları tarih boyunca her türlü zulüm ve zillete,
bir gün Mesih gelecek ve onları bu zillet ve zulümden kurtaracak ve dünyaya
hüküm sürecekler ümidi ile tahammül ediyorlardı.
Aradan yıllar geçmişti. İsrailoğulları aynı şekilde bu
inanç gereği her zulme sabr ediyorlardı.
Allah’ın vaadi gerçekleşti, beklenen kurtarıcı, yüce bir
kişilik, ilahi ruh ve mucizelerle donatılarak gönderildi. İsrailoğulları sevinç
ve mutluluktan bu haberi bütün şehir ve bölgelere yayıyorlardı. Hz İsa (a.s)
iki amansız düşmanı vardı; biri, halkı din adına sömüren ve Hz.Musa (a.s)
şeriatını tahrif eden Süleyman mabedinin idaresini ellerinde bulunduran
Hahamlar; diğeri ise, o zamanda putperestliği yaygınlaştıran ve zulümleriyle
halka hüküm süren Roma İmparatorluğu.
Ulul-Azm Peygamberlerden biri olan Hz. İsa (a.s)'nın
annesi Hz.Meryem İsrailoğullarının ileri gelenlerinden ve alimlerinden biri
olan ve Davut (a.s)'nın soyundan gelen İmran'ın kızıydı.
O, Firavun'un karısı Âsiye, Hz. Muhammed'in eşi Hatice ve
kızı Fatıma ile birlikte mevcud olan ve olacak dört büyük kadından birisiydi.
Tarih boyu Âllah iman edenlere namusunu koruyan, İmranın kızı Meryem misal
gösterilecekti. Meryem "dindar kadın" demekti. Erkeklerden sakınan,
iffetli anlamında "Betül" adıyla da adlandırılırdı. İmran'ın hanımı
Hanna, kısır bir kadın olup, hiç çocuğu olmamış idi. Bir gün bir ağacın
gölgesinde otururken yavrusunu doyurmaya çalışan bir kuş gördüğünde bu olay
içindeki çocuk sahibi olma duygusunu alevlendirdi Kendisine bir çocuk ihsan
etmesi için Allah'a dua etti ve duası kabul edilirse çocuğunu Beytül-Makdis'e
hizmetçi olarak adadığını söyledi. Bunu benden kabul et Allah'ım diye dua etti.
Hanna bu adamayı yaparken çocuğunun bir kız olma ihtimali
aklına gelmemişti. Eğer çocuk kız olursa Beytül-Makdis'te hizmette bulunması
nasıl mümkün olabilirdi? Kadınların özel durumları buna müsaade etmediği gibi,
kurallara göre de bu imkansız bir şeydi. Bunun içindir ki, Meryem, dünyaya
geldiği zaman annesi, Allah Teâlâ'ya şöyle seslendi: Rabbim! Ben onu kız
doğurdum.
Halbuki Allah onun ne doğurduğunu çok iyi biliyordu.
Erkek, kız gibi değildi. Ben onun adını Meryem koydum. Onu ve neslini kovulmuş
Şeytanın şerrinden sana emânet ediyorum diye dua etti. Babası İmran, Meryem'in
doğumundan önce vefat etmişti.
Hanna, çocuğu kundaklayıp, Beytül-Makdis'e götürerek,
orada görevli bulunanlara teslim etti. Çocuğun gözetilmesi görevini Yahya
(a.s)'nın babası Zekeriyya (a.s) üstüne aldı. Onun hanımı, Meryem'in teyzesi
Eliza idi. Böylece Hz. Meryem, bir peygamber'in koruması altında yetişti.
Zekeriyya (a.s) onun için mescidde özel bir yer (mihrab) tahsis etmişti. O
burada sürekli ibadet ve dua ile meşgul olurdu. Yanına Zekeriyya (a.s)'dan
başkası giremiyordu. Zekeriyya (a.s)yiyecek bir şeyler vermek için yanına
girdiğinde, her defasında yiyeceklerle karşılaşıyordu. Bu yiyecekler, yazın kış
meyveleri ve kışın da bulunmayan yaz meyveleri idi. Allah Teâlâ, peygamber
annesi yapacağı şerefli bir kadını bu şekilde rızıklandırıyordu.
Rabbı onu, güzel bir şekilde kabul etti. Ve onu güzel bir
şekilde yetiştirdi ve Zekeriyyayı onun bakımına memur etti. Zekeriyya,
Meryem'in bulunduğu mihraba her girdiğinde onun yanında yiyecek rızık buldu.
Bu, sana nereden geldi ey Meryem! diye soran Zekeriya'ya Meryem, 'O, Allah
tarafındandır. Şüphesiz Allah dilediğini hesapsız bir şekilde rızıklandırır'
diye cevap veriyordu. Meryem, bu temiz ortam içerisinde iffetli ve şerefli bir
şekilde yetişti. Allah Teâlâ'nın koruması altında Beytül-Makdis civarında
hayatını sürdüren Hz. Meryem'e melekler sürekli gelerek, kendisine Allah
indindeki makamını ve Allah'ın onu diğer kadınlar arasından bir peygamber
annesi yapmak için seçtiğini müjdeliyorlardı. Bir zaman melekler şöyle demişti:
Ey Meryem! Allah seni kendi tarafından bir emirle meydana gelecek olan bir
çocukla müjdeler ki, onun adı Meryemoğlu İsa Mesih'tir. Dünya ve ahirette şeref
sahibi ve Allah'a yaklaştırılanlardan olacaktır. İnsanlara, beşikte iken de
konuşacaktır. O, salih kimselerden olacaktır.
Hz. Meryem, kendisine verilen bu haber karşısında
hayretler içerisinde kalmıştı. Meryem; "Rabbim! Bana hiç bir insan
dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur"diye hayretini dile getiriyordu.
Allah da şöyle dedi: Bu böyledir. Allah dilediğini yaratır. O, bu şeyin
olmasına hükmedince ona sadece "ol" der ve o da hemen oluverir. Bir
gün, Allah Teâlâ, Cebrâil (a.s)'ı parlak yüzü ve güzel görünümlü bir genç
suretinde ona gönderdi. Ailesi ile kendisi arasına bir perde konulmuştu. Allah
ona meleği Cebrâil'i gönderdi ve ona tam bir insan suretinde göründü.
Hz. Meryem, onu bir insan zannettiği ve kendisine bir
zarar verebileceğinden korktuğu için ne yapacağını şaşırmıştı. Etrafta o an
yardıma çağırabileceği kimse de yoktu. Allah'a sığınmaktan başka çaresi
kalmayan Hz. Meryem, ona; "Ben senden, Rahman olan Allah'a sığınırım. Eğer
Allah'tan korkuyorsan bana dokunma dedi.
Cebrail (a.s) bir insan şeklinde değil de, melek
suretinde gelmiş olsaydı, onu görünce dehşete düşüp ondan kaçacak ve
söylediklerini dinlemeye tahammül edemeyecekti. Onun bu korkusunu gidermek ve
geliş sebebini anlatmak için Cebrail (a.s) ona; "Ben, sana nezih ve
kabiliyetli bir erkek çocuk bağışlamak için Rabbinin gönderdiği bir elçiden
başkası değilim" diyerek Meryem'i rahatlattı. Hz. Meryem onun Cebrail
(a.s) olduğunu anlayınca, sakinleşti ve getirilen haber daha önce kendisine
bildirilmiş bir şey olduğu halde yine de hayretini ifade etmekten kendini
alıkoyamadı ve kendisine hiç bir erkek eli değmemiş; iffetli bir kimse olduğu
halde bunun nasıl mümkün olabileceğine bir cevap almak istedi. Meryem:
"Benim nasıl çocuğum olabilir. Bana hiç bir beşer dokunmamıştır. Ben
iffetsiz de değilim" dedi.
Cebrail (a.s) şöyle cevap vermişti: "Bu iş dediğim
gibi olacaktır. Çünkü Rabbin buyurdu ki, Babasız çocuk vermek bana pek
kolaydır. Hem biz onu nezdimizden insanlara bir mucize ve rahmet kılacağız.
Ezelde böyle taktir etmişizdir" Allah Teâlâ, İsa (a.s)'nın babasız
doğmasını takdir ettiğinden, onu mucizevi bir şekilde dünyaya getirmek için
ruhundan üfleyerek yaratmıştı.
Nihayet Allah'ın emri gerçekleşti. Meryem İsa ya gebe
kaldı. Irzını koruyan Meryem'e ruhundan üfleyen Allah, onu da oğlunu da
alemlere bir mucize kılmıştı. O, Rabbinin sözlerini tasdik etmişti ve itaatkâr
olanlardandı.
Hz. Meryem taşıdığı bu sırrı sadece Zekeriya
Aleyhisselâm'ın hanımı olan teyzesi Eliza ile paylaştı. Zekeriya Aleyhisselâm
da Rabbinden bir çocuk istemiş, hanımı da bir çocuğa hamile kalmıştı. Hz.
Meryem teyzesinin yanına vardığından iki kadın sarılıp kucaklaşmışlar, teyzesi
Hz.
Meryem'e: "Ey Meryem! Benim hamile olduğumu
hissettin mi?" demişti. Bunun üzerine Hz.
Meryem de: "Peki, sen benim hamile olduğumu bildin
mi?"cevabını vermişti. Hiç şüphesiz teyze buişe şaşırmıştı; ancak onlar
gerçek mânada iman ehli ve takva sahibi oldukları için en küçük bir şüphe ve
tereddüde düşmemişlerdi. Hz. Meryem başından geçenleri bütün ayrıntısı ile
teyzesine anlattı. İki kadın da iki peygambere hamileydiler. Bir gün teyzesi,
Hz. Meryem ile bir arada bulunurken, karnındaki çocuğun, Hz. Meryem'in karnındaki
çocuğa secde ettiğini hissetti. Hz.
Meryem'e: "Karnımdakinin senin karnındakine secde
ettiğini görüyorum." demişti. Bu durum, İsâ Aleyhisselâm'ın Yahya
Aleyhisselâm'a üstün kılınmasındandı.
Her geçen gün bebek gelişip büyüyordu. Artık dışarıdan
bakanların da anlayabileceği duruma gelmişti. Hz. Meryem'in hamile olduğunu ilk
sezen kişi, amcaoğlu Yusuf oldu ve buna şaşıp kaldı. O, ne zaman Meryem'i itham
etmeye kalksa, onun saliha ve âbide birisi olduğunu düşünüyor ve kendisinden
bir an bile ayrı olmadığını pek iyi biliyordu. Onu, tezkiye etmeye başladığında
da, hamile olduğunu hatırlıyordu. Derken bir gün şöyle dedi: "İçimde senin
bu durumundan dolayı bir rahatsızlık duyuyorum. Onu gizlemeye ve içimde tutmaya
gayret ettim; ama söylemeden edemeyeceğim. Söyleyince rahatlayacağımı
hissediyorum." dedi. Bunun üzerine Hz. Meryem: "Güzel ve doğru
konuş." dedi. Yusuf da: "Ey Meryem! Tohumsuz ekin biter mi? Yağmur
olmadan ağaç büyür mü? Erkek olmadan çocuk olur mu?" dedi. Hz. Meryem:
"Evet, Allah Teâlâ'nın yarattığı ilk gün ekini tohumsuz bitirdiğini
bilmiyor musun?
Tohum dediğin şey, Allah'ın tohumsuz bitirdiği o
ekindendir. Allah Teâlâ'nın ağacı önce yağmursuz bitirdiğini bilmiyor musun? O,
kudreti ile bunların her birini ayrı ayrı yarattıktan sonra yağmuru ağacın hayatı
için vasıta kıldı." dedi. Ardından ekledi: "Yahut Allah Teâlâ'nın
ağacı bitirmeye kâdir olmayıp da suyun yardımı ile bunu yaptığını; su olmasaydı
bunu yapamayacağını mı söylüyorsun?"
Bunun üzerine Yusuf: "Hayır, ben bunu söylemiyorum.
Allah'ın her şeye kâdir olduğunu ve dilediğine "ol" demesiyle, onun
olduğunu söylüyor ve buna inanıyorum." dedi. Bunun üzerine Hz. Meryem ona:
"Cenâb–ı Hakk'ın, Âdem ile Havva'yı anne babasız olarak yarattığını
bilmiyor musun?" dedi. Böylece Yusuf'un kalbindeki şüpheler silinip gitti.
Vakit yaklaşıyor, Hz. Meryem'in endişesi de artıyordu.
Derken ağrıları arttı ve çocuğun doğması an meselesi hâline geldi. Bulunduğu
yerden ayrılarak, daha tenha bir yer aradı.
Yahudilerin fitnesinden çekinerek, amcaoğlu Yusuf
en–Neccâr ile birlikte Seyhun dağındaki mescide gitmeye karar verdiler. Hz.
Meryem ve amcaoğlu Yusuf, o mescidin Allah için hizmetçileri idiler. O devirde
insanlar arasında bunlardan daha gayretli, zahid ve âbid birisi bilinmiyordu.
Hz. Meryem gebe kalınca, insanların bulamadığı bir yere
çekilip, tek başına beklemeye başlamıştı. İnsanların gözünden uzak bir yere
çekilmesi kavminin şüphe ve itham dolu bakışlarından kurtulmak içindi. Zaten o,
başına gelen bu büyük hadiseyi insanlara nasıl izah edeceğini bilemediğinden,
sıkıntı içinde ne yapacağını şaşırmıştı. Normal bir kadının tabiî hamilelik
müddeti ne kadarsa gebe kalmıştı ve yine aynı tarzda çocuğunu doğuracaktı.
Doğum sancıları gelince, insanlardan uzaklaşmış olduğu yerdeki bir hurma
ağacının altına sığınmak zorunda kaldı. O, bu haldeyken insanların onu itham
edecekleri şeyden dolayı ne kadar büyük bir bunaltı yaşadığını kimse
anlayamazdı. Doğum sancısı onu hurma dalına yaslanmaya zorladı.
Haline üzülerek: Keşke bundan önce ölseydim de unutulup
gitseydim diye içinden geçirdi. Hz.
Meryem'in o anda zihnen içinde bulunduğu sarsıntıyı
gidermek ve Allah Teâlâ'nın koruması altında olduğunu hatırlatıp teskin etmek
için Cebrail şöyle seslendi: "Sakın üzülme! Rabbin alt tarafından bir
ırmak akıttı. Hurma dalını kendine doğru silkele, üzerine taze ve olgun
hurmalardökülsün. Tasalanma! Rabbin senin alt yanında bir su arkı vücuda
getirmiştir. Hz. Meryem, bulunduğu yerden sesin geldiği yöne baktı; ama kimseyi
göremedi. Fakat tertemiz bir ırmağın aktığını gördü. Mevsim kış olduğundan hurma
ağacının meyve vermesi mümkün değildi. Rabbi, ağaca "ol" demiş o da
meyvesini vermişti. Beytülmakdis'ten sekiz mil mesafe uzaklıkta bulunan
Beytüllahm adı verilen bir köyde doğum yaptı.
Hz. Meryem, çocuğunu dünyaya getirmişti. Ancak, kavminin
yanına, onların bu konuda içinde bulundukları fitne halini bildiği halde nasıl
dönebilirdi. Onu, hak etmediği halde, iffetsizlikle itham edeceklerdi. O,
içinde bulunduğu durumun iç yüzünü onlara nasıl inandırabilirdi. Bu
karmakarışık düşünce ve sıkıntı halinde ne yapacağım şaşırmışken, ona seslenen;
sıkılmadan yeyip içmesini ve kavmine gidince nasıl davranması gerektiği Cebrail
tarafından şöyle bildirildi: Ye, iç; gönlünü hoş tut. Eğer birini görürsen,
Rahman olan Allaha konuşma orucunu adadım, bu gün, kimseyle konuşmayacağım de.
Meryem halen şüphe içinde ne yapacağını bilemiyordu. Bu
sırada dile gelen yeni doğmuş bebek İsa (a.s), annesine, "mahzun
olma" dediğinde o; "Benim bir kocam olmadığı ve kimsenin cariyesi de
olmadığım halde sen benimle birlikte iken nasıl üzülmeyeyim. Ben insanlara
nasıl bir özür beyan edebilirim. Keşke başıma böyle birşey gelmeden önce
ölseydim de unutup gitseydim" dedi. Hz. İsa ona; "konuşmak için sana
ben yeterim. Sana bir soru yöneltilirse; "ben rahman'a oruç adadım, onun
için bugün hiç bir kimseyle konuşmayacağım de" dedi. Meryem, Cebrail'in
tavsiyesini bebe İsa’dan duyunca rahatladı.
Hz. Meryem, Rabbinin mucizelerini görünce, yaratanının
kendisini koruduğunu ve kavmine karşı da mahçup etmeyeceğini idrak etmenin
verdiği bir huzura kavuştu. Çünkü yanında mutlak anlamda bir delil vardı ve
ortadaki mucizevi olayın ispat edilmesi de Allah için kolay bir şeydi. Bu inanç
içerisinde Hz. İsa'yı alıp kavminin yanına gitti. Bu, kavmi için de çözülmesi
kolay olmayan bir durumdu. Zira onlar daha doğmadan mabede adanmış ve orada
ibadete dalmış tertemiz, iffetli bakireyi kucağında bir çocukla karşılarında
görünce dehşete düşüp sarsıntı geçirdiler. Kavmi, hayretler içinde şöyle
dediler: Ey Meryem! Doğrusu sen görülmemiş bir iş yaptın. Ey Harun'un kızkardeşi
Meryem! Senin ne baban ahlâksız, ne de annen iffetsizdi"
Harun, Hz. Meryem'in soyundan geldiği, Musa (a.s)'nın
kardeşi Harun (a.s)'dı. Kavmi ona bu şekilde hitap etmekle;onun işlediğini
zannettikleri fiil ile Harun (a.s)'un yolu arasındaki büyük tezadı vurgulayarak,
yaptığı şeyin ne kadar acayip bir şey olduğunu ortaya koymayı amaçlamışlardı.
Onların bu ithamları karşısında Hz. Meryem, kendisini
kınayanlarla alay edercesine çocuğu gösterdi ve bu olayların sırrını ona
sormalarını işaret etti. Ancak onlar öfkeye kapılarak, hayretler içerisinde
beşikteki bir çocuğun konuşmasının nasıl mümkün olabileceğini sordular: Bunun
üzerine Meryem çocuğu gösterdi: "Biz beşikteki çocukla nasıl
konuşabiliriz" dediler"
Bunu üzerine Hz. Meryem'i aklayan ilâhi mucize gerçekleşti
ve İsâ (a.s) konuşmaya başladı: "Çocuk "Ben şüphesiz Allah'ın
kuluyum. Bana kitap verildi ve beni peygamber yaptı. Nerede olursam olayım,
beni mübarek kıldı. Yaşadığım müddetçe de namaz kılmamı ve zekat vermemi
emretti. Bir de anneme hürmetkâr kıldı. Beni asla zalim ve isyankâr yapmadı.
Doğduğum gün, öleceğim gün ve dirileceğim gün Allah bana selam ve emniyet
vermiştir" dedi.
Ancak kavminin, diğer peygamberlerin kavimlerinin de
yaptığı gibi, mucizelere rağmen, onu yalanlamayı tercih ettiler. İsrailoğulları
lânet edilmiş bir topluluktu ve kıyamete kadarda öyle kalacaktı. İnkâr edip
Meryem'e büyük bir iftira attılar. Daha sonra da 'Meryemoğlu Allah'ın Rasûlü
Mesih İsayı biz öldürdük'diyecekler ve Allah'ın lânetini hak edeceklerdi. İşte
Meryemoğlu İsa buydu. Hakkı söylemişti. Ne var ki, Yahudiler ve peşinden
gittiğini iddia eden Hıristiyanlar bunda ihtilaf edecekler ve Mesih'e en büyük
hakareti ederek şirk koşacaklardı.
Hz. Yakup’tan bu yana, Allah’ın sayısız mucizevi ikramına
tanık olan İsrail oğulları,yüzyıllarca, peygamberleri katletmeye varan büyük
ihanetler işlemişlerdi. Kendilerine emredilince sürekli ayak sürüyen,
faydalandıkları nimetlerin bedelini ödemeye bir türlü yanaşmayan bu kavim,
çarptırıldıkları sayısız cezaya rağmen yola gelmemiş, yeni zulümler işlemekten
geri durmamışlardı.
İsa (a.s)'ın durumu Adem (a.s)'ın durumuna benziyordu.
Allah Adem'i topraktan yarattı.
Sonra ona "ol" dedi ve o oluverdi. Adem
(a.s)'ın topraktan halkedilişine inanmak nasıl imanla alâkalı bir şey ise, Hz.
Meryem'in, İsa (a.s)'yı babasız olarak dünyaya getirişi de imanla alâkalıydı.
Kalbinde fitne bulunanlar onun durumu hakkında şüpheye düşerler, Allah'a teslim
olan kalpler ise, kabul edip, tasdik ederlerdi. Zaten bütün melekleri ve Hz.
Âdem gibi, canlıların ilk atalarını anasız-babasız olarak yaratmıştı. Allah
arılar vasıtasıyla mucizesini doğa'da sürekli tekrarlıyordu. Cenab-ı Hakk'ın
yaratma hususunda hayret ve hayranlık verecek harikulâde sanatları vardı. O'nun
yaptığı her şeyde bir hikmet ve sır söz konusuydu.
Canlılar âlemi, döllenme olmadan meydana gelen babasız
mahlûkatın birçok örneğini sergiliyordu. Bunların başında arılar gelirdi. Bal
makinaları olan her kovanda sadece bir tane bulunan ana arı, hayatında bir defa
çiftleşme uçuşuna çıkardı. Bu uçuş esnasında erkek arıdan aldığı spermalar, bir
kesede depo edilirdi. Ana arı kovana dönüp yumurtlamaya başladığında bu
yumurtalar kesenin yanından geçerdi. O esnada bazı yumurtalar spermalar ile
döllenir ve bu döllenen yumurtalardan dişi arılar hâsıl olurdu. Yumurtaların
bir kısmı ise, bu kesenin yanından doğrudan geçerdi. Bu döllenmemiş
yumurtalardan babasız erkek arılar meydana gelirdi. Hem de bir kovanda
yüzlerce. Hz.İsa’nın (a.s.) babasız doğuşunu aklına sığıştıramayanlar,
yeryüzünde her sene milyarlarca babasız arının meydana gelişini izah
edemiyordu. Bir başka örnek de gül veya yaprak bitleri ‘afis’lerdi. İlkbaharda
güllerin sürgün ve tomurcuklarından sıvı emerek hayatiyetlerini devam ettiren
bu varlıklar, döllenme olmadan üreyebiliyordu. Su pireleri (Daphnia) de belirli
bir mevsimde partenogenetik üreme gösterirdi. Yâni, döllenmemiş yumurtalardan
babasız fertler hâsıl olurdu. Gerek yaprak bitleri ve gerekse su pirelerinin
babasız üremeleri devamlı değildi. Sadece belirli mevsimlerde oluyordu.
Yâni, Cenâb-ı Hak, mânen: “Üreme kanunumu istersem
değiştirebilirim. Canlıları, babalı yarattığım gibi, babasız da yaratabilirim.
Sebepler sizi aldatmasın.” diyordu.
Bir insanın hücrelerinde onun genetik şifreleri gizliydi.
Hiçbir hücre bu şifreyi açarak yeni bir insan meydana getirme imkânına sahip
değildi. Sadece cinsiyet hücreleri bu şifreleri çözecek biçimde yaratılmıştı.
Ancak bu hücrelerin üremeye hazırlık safhaları fevkalâde enteresandı.
Kadınların ‘ovum’ adı verilen ve diğerlerine oranla çok
büyük olan üreme hücrelerinin etrafı, henüz tam olarak tanımlayamadığımız
zengin kimyevî maddelerle çevriliydi. Bu hücrelerden her kadında ortalama
olarak dörtyüz tane vardı. Erginliğe ulaştığı andan itibaren bu hücreler hazır
duruma gelirdi. Dörtyüz adet gibi sınırlı sayıda yaratılan bu hücrelerden her
ay bir tanesi karışık bir hormonal düzen içerisinde biraz daha rötuşlanarak
karın boşluğuna, oradan üreme kanalları vasıtasıyla üreme borularına alınırdı.
Bu hücrenin rötuş dediğimiz safhası âdeta ortasından ikiye kesilme olayıydı.
Ovum denilen bu hücreler, yeni bir insanın meydana getirilmesi için harekete
geçerken genetik şifreler yarısından kesilir ve diğer yarının babadan alınması
için döllenmeye hazır hâle gelirdi. Eğer böyle olmasaydı ve kadının yumurta
hücresinin kendini tekrar etme yeteneği ile kendi başına bir bebek meydana
gelseydi, anne kendinin fizik ve biyolojik yapısını devamlı tekrar eder, yeni
simalar yeni güzellikler doğmazdı. İşte bu ince hikmet sebebi ile annenin
yumurta hücresi bir çocuğu tamamıyla meydana getirme kabiliyetine sahip iken,
özellikle bu gücü elinden alınmıştı. Asıl mûcize babasız çocuk doğurmak değil,
babalı çocuk doğurmaya mecbur olma olayıydı. Ancak bir yumurta hücresinin
şifrelerini açarak kendi başına üremeye devam edip, insanı meydana getirmesi
için mutlaka Cenâb-ı Hakk’ın özel bir müdahalesi gerekiyordu. Bu incelik
fevkalâde üstün bir ilmî mûcizeydi. Cebrail AleyhisselâmınHz.Meryem’i
ışınlamıştı; yahut ona bilmediğimiz manyetik bir tesir yapmıştı. Yoksa Cenâb-ı
Hak, “Ben istedim. Hz.İsa’yı Meryem’in rahminde halk ettim” diyebilirdi.
Aksine, Cebrail aracılığı ile Cenâb-ı Hakk’ın özel bir müdahalesinin olacağını
bildirilmişti. Bu durum Hz. İsa'nın ikibin yıldan fazla sürecek mucizelerinin
başlangıcıydı.
Meryem, İsa (a.s)'ı alarak Yusuf Neccar'la birlikte
Mısır'a gitti. Mısır'a gidişin sebebi; Kâhînleri kendisine Beyt-i Lahm'de doğan
bir çocuğun bütün Yahudileri hakimiyeti altına alacağını haber vermeleri
üzerine Kudüs'te zalim bir hükümdar olan Herodos'un Beyt-i Lahm'de doğan bütün
çocukların öldürülmesini emretmesiydi. Bunun üzerine Yusuf Neccar'a rüyasında
Hz. Meryem'le çocuğu alıp Mısır'a gitmesi emredilmişti. Neccar'ı Hz. Zekariyya
topluma Meryem'in ‘koruyucusu’ olarak tanıtmıştı. Çünkü Yahudi toplumu 90
yaşındaki peygambere Meryemle cinsel ilişkiye girdi diye iftira atmıştı.
Baskılardan endişe edinen Neccar, Meryem ve oğlunu bir süre Ürdün'ün Nasire
kasabasına yerleştirdi. Bunun için kendisine tabi olanlara Nasara, dinlerine de
Nasraniyet denilecekti. Hz. İsa'nın çocukluğu doğal olarak Nasıra'da 'süt
babası' Yusuf'un yanında geçti. Ona marangozluk işlerinde yardım etmeye
çalışıyordu. Ergenlik yaşına geldiğinde Kudüs'e getirildi ve Hz. Zekeriya'nın
oğlu Yahya tarafından Ürdün Nehri'nde vaftiz edildi.
Yukarıda Kur’an ayetlerinden, özellikle Meryem suresinden
yararlanarak anlatığımız Hz.
Meryem kıssası benzer biçimde Barnaba İncil’inde ele
alınıyor.2. Bölüm: Hz. İsa Dönemi Filistin, Roma'nın atadığı bir hanedan olan
Herodion tarafından M.Ö. 63'de yönetilmeye başlanmıştı. M.Ö.37'de tahta Büyük
Herodes sonra oğlu Herodes, Hz. İsa'nın doğumundan 4 yıl önce çıktı. Meryem
çocuğunu doğuracağı günlerde Roma'nın İmparatoru Agustos nüfus sayımı yapmaya
karar vermişti. Bu nedenle Neccar ve Meryem, Beytlehem'e eşek sırtında yola
çıkmış, Yahudiye çölünü geçerek 129 km'lik bir yolculuk yapmışlardı.
Kurtarıcı Mesihin dünyaya geldiği haberini alan Filistin
hükümdarı 1. Herod, O’nu öldürmeye karar vermişti. Ama Allah’ın emriyle Hz.
Meryem, yeni dünyaya gelmiş çocuğuyla birlikte Mısır’a hicret ederek Hz. İsa’yı
(a.s) onların elinden kurtarıyordu. Hz.İsa’nın (a.s) dünyaya gelme şeklini ve
dünyaya geldikten sonra beşikteyken konuşmasını duyup gören İsrailoğulları’nın
çoğu ona iman getirip O’na bağlandılar, ama maalesef uzun yıllar O‘nu görüp
O’ndan yararlanamadılar.
Hz.İsa (a.s) 30 yaşlarında risaletini ilan etmiş tekrar
dünyaya geldiği Filistin topraklarına dönmüştü. İsrailoğulları’nın büyük bir
çoğunluğu Hz.İsa (a.s) şeriatına bağlanıp O’na iman getirirken azınlık bir grup
Hz.Musa (a.s) şeriatında kalmakda inat ederek İsrailoğulları arasında büyük bir
ayrılığa sebep oldular. Hz. Musa’dan (a.s) sonra Hz. İsa (a.s) zamanına kadar
gelen peygamberler Hz. Musa’nın (a.s) getirdiği şeriata iman etmiş ve ona göre
amel etmişlerdi. O’nun şeriatını tebliğ ediyor ve halkı ona tabi olmaya davet ediyorlardı.
İsrailoğulları’nın bu zamana kadar olan ihtilafları sadece Hz. Musa’nın (a.s)
getirdiği şeriat ve Tevrat’ın tefsir ve beyan edilmesindeydi. Bundan dolayı
kabileler arasında fırkalar ortaya çıkmıştı, ama Hz.İsa’nın (a.s) yeni bir
şeriat ve İncili getirmesi İsrailoğulları arasında şeriat farklılığını da
ortaya çıkarmıştı.
Böylece İsrailoğulları arasında Yahudilik ve İsevilik
diye iki şeriatın varlığı ve kabileler arasındaki ihtilaflar ortaya çıktı.
Hz. İsa'ya ilk emir 40 gününü geçirdiği çölde gelmişti.
İlkin Celile bölgesinde vaazlarına başladı. Burada balıkçı Andreas, Simon
Petrus, Zebedi ve onun oğulları Havari Yakup ve Yuhanna ile tanışarak dost
oldu. İlahi emir gereği Hz. İsa’ya (a.s.) iman getirip O’nun getirdiği şeriata
tabi olmaları gerekirken, Hahamlar cehalet ve inatlarını sürdürerek tahrif
ettikleri Hz.Musa (a.s) şeriatına ve kendi elleriyle yazdıkları Tevrat’a amel
etmeye devam ettiler.
İsrailoğullarının büyük çoğunluğu Hz. İsa’ya (a.s) iman
getirerek “Nasrani” olarak adlandırıldılar, Hz. İsa’ya iman getirmeyip Ahd-i
Atik denilen Tevrat’a inanan İsrailoğulları da “Yahudi” olarak kaldılar.
Böylece miladın başlangıcıyla tek şeriata sahip olma
özelliğini kaybeden İsrailoğulları parçalanmış oluyorlardı. Milattan sonra 70
yılına kadar tekrar Filistin topraklarında yaşayan İsailoğullarının Yahudiler
grubu Süleyman mabedini inşa etmiş orada hakimiyetlerini sürdürmüşlerdi.
70.miladi yılda Rum İmparatorunun oğlu Titus tarafından kuşatılan Kudüs yerle
bir edilmiş, Yahudilerin çoğu kılıçtan geçirilmiş ve Filistin toprakları işgal
edilmişti. Bu katliamdan canlarını kurtaran Yahudiler Afrika ve Avrupa’ya göç
etmişlerdi. Bir grubu da “Yesrib”e ( Medine’ye) yerleşmişlerdi. Böylece Hz
.İsa’ya (a.s.) tabi olan İsrailoğulları diğer kavim ve milletlerin Hz. İsa’ya
iman getirmeleriyle karışmış ve İsrailoğulları olmaktan ziyade Tevhide inanan
bir toplum halini almıştı. İsrailoğulları olma özelliğini taşımak isteyen
Yahudiler gerek Hıristiyanlığı gerekse İslam’ı ve Hatem-ul Enbiya Hz. Muhammed
(s.a.a.)’de kabul etmeyecekti. Bu inatlarını tarih boyunca sürdürerek Tevhid
karşıtlıklarını günümüze kadar taşıyacaklardı.
Roma adına Kudüs'ün hâkimi olan Herod öteden beri göz
koyduğu kız kardeşinin kızıylaevlenmeye karar verince kızılca kıyamet kopmuştu.
Çünkü şehrin dini lideri sıfatıyla Hz.
Yahya'dan gelip nikâhlarını kıymasını ve bu evliliği
kutsamasını istemişti. Hz. Yahya'nın peygamberliğini Romalılar tanıyor, en
azından Yahudilere hükmetmek için bu olaya kadar dini liderliğine ses
çıkarmıyordu. Hz. Yahya'nın Herod'un bu isteğini geri çevirmekle kalmamış birde
fetva vermişti: "Bu evlilik dinen caiz değil. Zira hayatınızı birleştirmek
istediğiniz kız sizin kanınızdan biri. Ben peygamber sıfatımla bu nikâhı
kıyamam." Yahya'nın itirazına Herod'dan çok kız kardeşi ve yeğenini
öfkelenmişti. Onların kışkırtmasıyla Herod, Hz. Yahya'nın öldürülmesi emrini
verdi.Yahudi Muhafızlar hemen harekete geçerek saklanma ihtiyacı hissetmeyen 30
yaşındaki Yahya'yı yakalayıp cellatların önüne attılar.Yahya'nın başı kesildi,
kendi kendilerine evlenip düğün törenlerini yapmakta olan Herod'la karısının
sofrasına bir leğende getirilirdi. Bu olaydan sonra Zekeriya Peygamber
kendisinin de başına bir felaket gelebileceği düşüncesiyle önce mabede sığındı,
orasının askerler tarafından kuşatılması üzerine çıkıp geniş bir ağacın
gövdesindeki oyuğa saklandı. Roma'nın Yahudi Muhafızları sanki oraya aslında
ağaç kesmeye gelmişler gibi davrandılar ve dev ağacın gövdesini büyük bir
testereyle ikiye ayırdılar. Zekeriya Peygamber bu şekilde can verdi.
Hz. İsa'nın yaratılışındaki ayrıcalık 30 yaşında kendini
gösterdi. Kendisini vaftiz etmiş olan Yahya'yla sohbetleri, onun öğütleri
aklından çıkmıyordu. Nihayet Cebrail ona peygamberliği tebliğ etti. Hz. İsa
üstlendiği sorumluluğu çevresine açıklamakta tereddüt etmedi. Ancak şehir
merkezlerinde ilk başlarda kendisine inanan çıkmadı. O da yaya olarak köyleri
dolaşmaya başladı. Bir süre sonra, "Nasıralı vaiz" diye tanınır oldu.
Çoğunlukla gölgelik bir yerde konaklıyor, çevresini saran fakir insanlara
nasihatda bulunuyor, hasta ve yaralılar için dua ediyordu. Hz. İsa güzel
görünüşlü ve cazibeliydi.
Orta boylu, kırmızıya çalar beyaz benizli, dağınık, düz
saçlıydı. Saçını uzatır, omuzları arasına salardı. Geniş göğüslü, küçük yüzlü,
çok benli idi: Sırtına yün elbise, ayağına ağaç kabuğundan yapılmış sandal
giyer, çoğu zaman da yalınayak yürürdü. Saçları herzaman yeni banyo yapmış gibi
canlı ve parlaktı. Kara kaşlı, karagözlüydü, kara kirpikliydi. Yakışıklılık ve
endamda peygamberler arasında en fazla Hz. Yusuf ve Hz. Muhammed'e benziyordu.
Kendisinin geceleri varıp barınacağı bir evi, ev eşyası ve zevcesi yoktu. Hiç
bir şeyi yarın için biriktirip saklamazdı. İsa (a.s) dünyadan yüz çevirir,
ahireti özler, Allah'a ibadete koyulurdu. Yeryüzünde nerede güneş batarsa orada
konaklar, iki ayağının üzerinde namaza durur; gece namaz gündüz de oruç ile
günlerini geçirirdi.
Yahudilerin dinini ikmal, onların dine kattıklarını
düzeltmek için gönderilen Hz. İsa (a.s) kendisine indirilen İncil adlı kutsal
kitapta bunu şöyle anlatırdı: "Ben yok etmeğe değil, tamamlamaya
geldim." Hz. İsa (a.s), Yahudilerin tahrif ettiği Eski Ahid'i onların
anlayışından kurtarmaya, Hz. Musa (a.s)'in getirdiği akideyi yerleştirmeye ve
Yahudilere daha önce bildirilen zahmetli bazı ilahi kanunları hafifletmeye çalıştı.
"İsa'yı gökte uçarken gördüm" diyerek Hıristiyanlığın köklü hurafe
menkıbelerine dayanak olan Maria Magdalena (Mecdelli Meryem) ve onlarcası ona
bağlanmıştı. Genç peygamberin masum ve güzel çehresi dinleyenler üzerinde derin
tesir bırakıyor, çocuklardan oluşan çok sevdiği bir kafileyle dolaşıyordu. Bir
süre sonra ilgi muhalefeti doğurdu. Hz. İsa'ya öfke duyan Roma yönetcileri
değil içinden çıktığı Yahudi topluluğuydu. İsa'yı doğduğu günden beri
sevmemişler; annesi hakkındaki şüphelerini hiçbir zaman gizlememişlerdi. Buna
rağmen Hz. İsa Taberiye Gölü kıyılarında yalnızken vahiy yoluyla aldığı
ayetleri insanlara tebliğe ara vermedi. Taberiyeli balıkçıların sevgilisiydi
adeta. Havari Yuhanna, Simon Petrus ve Andreas'ı burada saflarına kattı.
Onlarla oturur kalkar, onlar için dua eder, onların sofrasına misafir olurdu.
Mesih, Hz. İsa aleyhisselâmın isimlerinden biriydi. İsa
aleyhisselâma; her türlü günâhtan korunmuş olması; dokunduğu hastaların
Allah'ın izni ile şifa bulması; yeryüzünde çok seyâhatedip sesini-soluğunu her
tarafa duyurması sebebiyle bu isim verilmişti. Ayrıca, Mesih, İbrânî dilinde
mübârek mânâsındaydı. Hz. İsa'nın şeref ve fazîletini ifade etmek için ona
Mesih denilmişti. Hz. İsa'nın çevresinde sayıları her geçen gün artan
bağlıların Kudüs'e gelip giderken anlattıklarından etkilenen kentlilerin de
İsa' yı merak etmeye, onunla karşılaşmak, konuşmak için vesile aramaya
başlamaları üzerine Yahudi din adamları arasında "Bu yeni Mesih ortadan
kaldırılmalı" kanaati hâkim oldu. "Babasız doğan çocuk Musa'nın
dinini inkâr ediyor, mukaddesatımıza zarar veriyor" diye Roma valisine
şikâyetler yağmaya başladı.
Oysa itikadî bağların zaafa uğradığı, amelin terk
edildiği, muamelâtın tamamen gözden çıkarıldığı dönemlerde kurtarıcı bir zatın
beklenmesinin tarihi çok eskilere dayanıyordu.
Yahûdîler, hatta onlardan önceki insanlar da ömürlerini
hep bir kurtarıcı bekleyişi içinde geçirmiş; özellikle de zulme uğradıkları,
gadre maruz kaldıkları zamanlarda böyle bir halaskâr beklemişlerdi. Beklenen
kurtarıcı aralarındaydı, ancak Hz. Musa'ya ve diğer gönderilen peygamberlere
ihanet ettikleri gibi Hz. İsa'ya da ihanet içindeydiler.
İ sa (a.s)'nın çağrısına kulak tıkayan ve ellerindeki
Tevrat'ı tahrif edip pek çok değişiklikler yapan İsrailoğulları, Hz. İsa
(a.s)'a inanmadılar. Halbuki Allah, Hz. İsa'nın risâletini destekleyen
mucizeler de gösteriyordu. İsa (a.s), çamurdan kuş biçiminde bir heykel yapmış
ve onu üfleyince kuş olup uçmuştu. Ölüleri diriltmiş; anadan doğma körleri ve
alaca hastalığına tutulmuş olanları tedavi etmiş ve gökten sofra indirmişti.
Havarîlerin ve diğer arkadaşlarının evlerinde ne yediklerini ve neler
sakladıklarını söyleyerek gaybdan haber veriyordu. Hz. Mesih, olabildiğine
maddeci bir topluma peygamber olarak gönderilmişti. Böylesine maddeci bir topluluğun
ıslahı adına Hz. Mesih, onların karşısına ruhçu bir düşünceyle çıkmış ve
onların maddeci düşüncelerini ta’dil etmişti. Müşrikliği ve putperestliği,
doğrudan doğruya din ünvanı ve din referansıyla diyanet blokajı üzerine oturtan
toplumların, daha sonra o dinî telakkiden sıyrılıp, yeni bir dinî düşünceye
ulaşmaları oldukça zordu. Hz. Mesih, meb’us bulunduğu toplumdan, maddeciliği
ta'dil ederek, metafiziğe kapı aralamış ve aynı zamanda vahy-i semavi ile,
ifrat ve tefrite girmeden madde ve ruh arasında bir denge te'sis ederek bu
zorluğu aşmıştı. “Eğer yüzüne bir tokat vururlarsa, dön diğer yüzüne de bir
tokat vursunlar”diyordu. Bu bir nevi, “Dövene elsiz, sövene dilsiz” sözünün
değişik bir versiyonuydu. Ancak insanların zulümlere karşı teslimiyetçi bir
şekilde davranmaları yanlışlığa açık bir durumdu. Zira, zulmedenler hiçbir
zaman zulmetmeye doymazlardı. Hıristiyanlık, değişik baskılar altında kendini
anlatma ve kendini ispat etme imkanını elde edememişti. Bu baskı ve zulümlere
karşı Hz. İsa onlara, “mukabele etmeme” fikri aşılamış ve bu, daha sonra
onlarda bir karakter haline gelmişti. Bu düşüncenin uzantısı olarak onlar; harp
etmemeyi, kendilerine ne yapılırsa yapılsın, karşı koymamayı ve dünya
zevklerinden uzak kalarak ruhbanca bir hayat yaşamayı bir disiplin olarak
benimsemişlerdi.
Hz. İsa'nın (as) materyalist bir topluma uyguladığı ıslah
hareketi, aynı zamanda kendisinden sonra gelecek olan ve müjdesini de bizzat
kendisinin verdiği “İnsanlığın İftihar Tablosu”na giden yolları da açmıştı.
Ancak daha sonraki müntesipleri, Yahudi ifratına karşı tefrite düşerek, bütün
bütün fiziği de maddeyi de inkar edeceklerdi. Hz. İsa kendisinden sonra gelecek
hakla batılı birbirinden ayıracak Paraklit'i Ahmed'i Havarilerine anlatırken,
onun ümmetinin özelliklerine de dikkati çekmişti: Peygamberle beraber maiyet-i
nebevîye eren herkes, maiyet-i İlahîye’ye de ermiş demekti. Bir yönüyle âlem-i
cismaniyet ve âlem-i halka ait Efendimiz'le maiyet, aynı zamanda âlem-i emre
ait Cenab-ı Hakk'la maiyetin bir izdüşümüydü. Onlar tüm inananlar kardeştir
prensibiyle beraber haraket edecekti. Özelliklerinden biri, onların “Eşiddâu
ale'l-küffâr” olmalarıydı. Yani mahiyetlerindeki inanma istidadını körelten,
bunca delail Allah'ın varlığını ilan ederken bütün bütün onları tekzip edip inkara
sapan ve İlâhî meş’aleyi söndürmeye çalışaninsanlara karşı şedittlerdi. İkinci
özellikleri ise, kendi aralarında fevkalade şefkatli ve merhametli olmalarıydı.
Bu özellikler, "Sen, onları sürekli rükû ve secde halinde görürsün.
Allah'ın lütuf ve rızasını ister dururlar" demekti. Onlar, ayaklarını
koydukları yere başlarını da koyarak bir halka haline gelmiş ve böylece Allah'a
en yakın bulunma halini ihraz etmişlerdi. Aynı zamanda onlar, her şeylerini
Allah'ın fazlından bilirlerdi. Zaten neticede onların istedikleri sadece ve
sadece Allah rızasıydı. Onların nişanları yüzlerindeki secde iziydi. Bunlar,
ümmet-i Muhammed'in Tevrat'taki vasıflarıydı.
Tevrat, Hz. Musa'ya inen ve daha sonra tahrif edilerek
büyük ölçüde hüdanın yerini hevanın, ruhun yerini maddenin aldığı bir kitaptı.
Tevrat'ta ümmet-i Muhammed anlatılırken, manevi yönleri ve yanlarıyla ve
metafizik cepheleriyle anlatılmıştı. Hz. İsa; Onların İncil'deki vasıflarını
havarilerine şöyle tanımlamıştı: Onlar tıpkı bir ekin gibidirler". Ekin,
tohumla meydana gelir ve maddîdir. Tohum, bir cisimdir ve tıpkı yumurtadaki
ukde-i hayatiye ve insandaki sperm gibi hayat programı yüklenmiş bir varlıktır.
Topraktan rüşeymini çıkarır ki, o da bir maddedir. Zira mananın, ruhun,
metafiziğin kalınlaşması mümkün değildir. O maddi yapı üzerinde kalkar,
doğrulurlar. İnsanın sâkı, bacaklarıdır. Filiz ve ağacın sâkı ise sapıdır. Öyle
ki, tohumu, toprağın bağrına atan insan bile, onu bu haliyle gördüğü zaman
şaşkınlıktan kendisini alamaz. Bu durumları kafirleri öfkelendirir. Bu ise,
başkalarının gözünü doldurması, onların içine takdir, dehşet ve korku salması
gibi hep maddeye müteallik şeylerdir.
Bunların hepsi adeta insanları âlem-i emir ve mücerret
hakâik etrafında dolaştıran manevi şeylerdir. Hz. Mesih, Yahudi maddeciliğini
tadil etme misyonunu yüklenmişti. Böyle bir misyonla gelen insanın, bu misyonu
gerçekleştirebilecek donanımla gelme zarureti vardı ki daha dünyaya teşrif
buyuracağı zaman O, çok iyi bir yuvada neşet etmişti. O'nu yetiştirme mevzuunda
Hz. Meryem ölçüsünde başka bir kadın göstermek mümkün değildi. Bu yüce kadın,
iffetine o kadar düşkündür ki, meleğin karşısında bile müthiş bir ürperti
yaşamıştı.
Hz. Mesih, hayatı böylesine sebepler üstü ve
harikuladelikler içinde cereyan eden bir anneden dünyaya gelmiş ve tamamen bir
ruh insanı olarak Cenab-ı Hakk'ın himayesinde ve siyanetinde büyümüştü. Zira
O'nun karşısında, senelerden beri devam eden maddeciliği, tamamen bir din
haline getiren ve yıkılması, yenilenmesi, değiştirilmesi çok zor olan bir
toplum vardı ve O, hayatı boyunca böyle bir toplumla mücadele etmişti. Hz.
Mesih, peygamberlik vazifesiyle gönderilirken bu insanları doyuracak bir
donanımla techiz edilmiş ve onların putlaştırdıkları maddeyi; babasız dünyaya
gelme, ölmüş insanı diriltme, hastaları iyileştirme, en onulmaz dertlere şifa
dağıtma gibi pek çok mucizeler göstererek aslî hüviyetine kavuşturmuştu.
Materyalizme kilitlenmiş bir düşünceyi tadil ederek, ruhçu bir düşünceye yollar
açmış, böylece İnsanlığın İftihar Tablosu'na giden yollara köprüler kurmuştu.
Hz. İsa biliyordu ki, ileride kendisine tabi olan
Hıristiyanlar, ilim ve teknikle; ümmet–i Muhammed de ruh, kalb ve içe doğru
derinlemesine gelişip bazı ortak noktalarda buluşarak aralarında bir vahdet
tesis edeceklerdi. Beşer, bir gün Hz. Mesih'ten bir mucize olarak sâdır olan bu
harikulade halleri, tekrar hayatiyete geçirme imkanına kavuşacak ve bir nebi
vasıtasıyla tıp sahasında son noktayı gösteren Allah'a ve O'nun diğer
elçilerine inanacaktı.
Hz. Mesih'le (as) ile ümmet–i Muhammed arasında ciddi bir
alaka vardı. Her şeyden evvel, Allah Rasulü (sav) ile Hz. İsa'nın halef–selef
olmaları söz konusuydu. Nebiler Serveri (sav), Hz. Mesih'le arasındaki işte bu
irtibatı ifade sadedinde "Ben, İsa'ya herkesten daha evlâyım. Zira O'nunla
benim aramda hüsn–ü kabul görmüş bir nebi yoktur." buyuracaktı. Böyle bir
münasebetin neler vadettiği herkesin idrak ufkunu aşacaktı. Ayrıca Hz. Mesih de
Allah'tan ümmet–i Muhammed içinde bir fert olmayı dilemişti ki,
gerçekleşecekti.
O'nun âhirzamanda –ihtimal– bir şahs–ı manevi olarak
ümmet–i Muhammed içinde zuhur edeceği bu duaya bir icabet gibiydi. Hz. İsa,
kendi izinden gidenlerin dinini çarptıracağınıbiliyordu. 2000 yıl sonra
Hıristiyanlığın tasaffi etmiş efkarıyla son peygamberin getirmiş olduğu
tertemiz esasları tevfik eden birtakım Hıristiyanların ortaya çıkacağını da adı
gibi biliyordu. Bu durum Hz. Mesih'in ümmet–i Muhammed'le olan yakın alakasının
sebebiydi.
Ümmet–i Muhammed, günümüze kadar Muhammediyet gölgesi
altında devam ettirdiği maddî–manevî seyrini, âhirzamanda Hz. Mesih'in
gölgesinin de iştirakiyle ayrı bir televvünle sürdürecek ve insanlık, fenle,
teknikle alakalı hususları, Hz. İsa'nın mesihiyyeti ile manalandırarak beşerî
hârikaları nebevî mucizelere bağlayıp ilimlere yeni blokajlar belirlemek
suretiyle asırlardan beri süregelen düalizmi sona erdirecekti. Daha sonra
ümmet–i Muhammed'le tevafuk noktaları temin ve tespit edilerek asgarî
müştereklerde bir araya gelinecek ve bu iki cemaatten birisi fen ve tekniğini,
diğeri de iman ve aksiyonuyla ateizm ve inkarcılığa karşı bir güç
oluşturacaklardı. Bu itibarla da Hz. Mesih'e lutfedilen mucizelerin, son
dönemde gelişecek olan ilimlerin serhaddi olduğu söylenebilirdi.
Onun vasıtasıyla gösterilen mucizelerle en onulmaz cilt
hastalıklarından körlüğe ve asrın vebası olarak nitelendirilen kanser ve AIDS'e
varıncaya kadar bütün hastalıkların dermanının bulunabileceğine, hatta ölülerin
bile yarı canlılığın ötesinde bir canlılığa kavuşturulabileceğine dikkat
çekilip hiçbir hastalıktan dolayı ümitsizliğe düşülmemesi gerektiği
bildirilmişti. Amaç bu hastalıkların çarelerini araştırmaya teşvikte
bulunmaktı.Allah (cc), her ne hastalık indirmişse, ölüm ve ihtiyarlık hariç
onun devasını da indirmişti. Nebilerin göstermiş oldukları mucizeler, beşer
için terakkide bir son noktaydı. Ne var ki insanlık, bilim ve teknolojide ne
kadar ilerlerse ilerlesin ve ayette zikredilen hastalıkları tedavi etme adına
kaç çeşit ilaç üretirse üretsin, ölüleri diriltmek için hangi yollara müracaat
ederse etsin bunlar, geçici birer müdahaleden ibaret kalacak ve mucizelerin
ulaştığı ufka asla ulaşılamayacaktı.
Hz. İsa'ya günün birinde bir cüzzamlı hasta geldi ve
kendisini temizlemesi için yalvardı.
Mesih, ona acıdı, elini ona dokundu: 'İsterim ki, temiz
ol' dedi. Hz. İsa öyle mütevaziydi ki, hastadan kimseye birşey söylememesini
istedi. Bir gün öğrencileriyle birlikte binlerce insana hitap ederken
Havarilerinden Petrus Hz. İsa'ya yaklaşarak şöyle seslendi: ' Efendimiz, uzun
zamandır buradayız. Halkınız acıkmış ve susamış olmalı'. Mesih, Havarilerine
seslenerek yanlarında ne kadar yiyecek varsa getirmelerini istedi. Havariler,
üç ekmek ve beş balık getirdiler. Meydanda beşbin kişi vardı. Mesih, sırayla
herkese üç ekmek ve beş balığı dağıttı.
Herkesin karnı doyduktan sonra bile on dört çuval kırıntı
kaldı. Beytsay'da, Havariler yanına bir kör adam getirdiler. Gözlerine
tükrüğünü sürerek gözlerini açtı ve bir daha köyüne dönmemesini istedi.
Zamanla bir kurtarıcının gelip, o dinin mensuplarını,
bulundukları sıkıntıdan kurtaracağı inancı, bütün dinlerde vardı. Öteden beri
böyle bir kurtarıcı, bir halaskâr, hidayet edici bir insan, bir Mesih hep
beklenmişti. Bu bekleyiş, bir yönüyle de ehl-i imanda kuvve-i mâneviyeyi
takviye etmek için değişik tecdid dönemlerinde insanların yenilenme azmini
kamçılamıştı. Bu beklenti nedeniyle Hz. İsa'nın etrafında kümelenme olmuştu.
Herkes, “Daha evvelki peygemberlerin haber verdiği güçlü irade, güçlü azim bu!”
demeye başlamıştı. Hz. Yahya, Ahd-i Cedîd'de, “Ben sizi suyla vaftiz ediyorum,
ama benden daha güçlü olan geliyor. Ben O'nun çarıklarının bağını çözmeye bile
layık değilim. O sizi Kutsal Ruh'la ve ateşle vaftiz edecek.” deyip durmuş,
kendisi de bir peygamber olmasına rağmen aynı zamanda halazâdesi olan Hz.
İsa'yı, o pek parlak Nâsıralı genci dinleyince, onun cemaat üzerindeki tesirini,
dolu dolu heyecanını görünce, “Beklediğimiz Mesih bu zattır!” demişti. Onun
müjdesi herkeste bir heyecan ve intizar hasıl etmiş; Hz. İsa'ya şehadeti de,
havârîlerin onun etrafında toplanmalarını hızlandırarak kuvve-i mâneviyelerini
güçlendirmişti.
İsrailoğulları tarihleri boyunca sürekli bir Mesih
beklemişler, kendilerini “vaad edilmiş topraklar”a götürecek bir lider
arayışında olmuşlardı. Kutsal kitaplarında da, beklediklerihalaskârın
vasıflarını, özelliklerini görünce de intizarları adeta nâra dönüşmüş, bir
kurtarıcı arayışıyla kavrulmuşlardı. Ne var ki, kutsal metinler tercüme
edilirken ya da nesilden nesile aktarılırken aslî kaynaklar tahrif edilmiş ve
ifadeler değiştirilmiş; neticede o ince meseleyi de bir buğu sarıvermişti. Bir
buğulu cam arkasındaki eşyâ ne kadar net görünüyorsa, işte o mevzu da o kadar
görünür, anlaşılır olmuştu. Nihayet, İsrailoğulları, senelerce bekledikleri
kurtarıcıyı karşılarında bulsalar da, çepeçevre kuşatıldıkları buğu ve sisten
dolayı bakış zâviyesinde bir kırılma yaşamış ve inkara sapmışlardı.
SON 24 SAAT
Düşmanca hazırlıklardan habersiz Hz. İsa kendisine inanan
insanlardan oluşan bir kalabalıkla birlikte Kudüs'e girmenin sevincini
yaşıyordu. İlk defa girdiği şehirde doğruca mabede yöneldi. Yolu üzerinde
bulunan kimi faizle iş yapan tüccarların, hileli mal satan esnafın tezgâhları
taraftarlarınca yerle bir edildi. Romalı yöneticiler onu ve yandaşlarını
tutuklamakta önce tereddüt ettiler. Halkın göstereceği tepkiden çekindikleri
belliydi. Ama baskılar karşısında bir muhafız birliğini onu yakalamakla
görevlendirdiler.
Beşiğinde de yetişkinliğinde de insanlara hitap edip
onlarla konuşan, salih insanlardan olan Hz. İsa, nerede olursam olayım beni
Allah kutlu, mübarek kıldı, yaşadığım sürece bana namazı ve zekatı farz kıldı
demişti. Mesih, çamurdan kuş yapması, abraşı iyileştirip ölüleri diriltmesi,
insanların evlerinde ne yediklerini bilmesine rağmen Havarileri ondan bir
mucize daha istediler. Meryemin oğlu İsa: 'Ey büyük Rabbimiz! Ey yüce Allah!
Bize gökten bir sofra indir ki bizim hem evvelimiz hem ahirimiz için o gün bir
bayram olsun ve Senden bir mucize olsun, bizi rızıklandır, zira rızık
verenlerin en hayırlısı Sensin' dediler. Allah buyurdu ki: 'Ben onu yukarıdan
size indiririm, fakat bundan sonra her kim nankörlük edip kafir olursa, onu
dünyada hiç kimseye yapmayacağım derecede, cezalandırırım.
Yahudilerin ünlü Pessah bayramı için havarilerine
hazırlık yapmaları talimatı veren Hz.İsa, başına geleceklerden haberdardı.
Havarileri, Petrus, Andreas, Yakub, Küçük Yakub, Yuhanna, Filipus, Bartalamous,
Today, Matta, Yahuda, Goyyar ve Simun oradaydı. Yemeğe gelen 12 havarisine, '
içinizden biri beni ele verecek' dedi. Hepsi bir ağızdan ' Yoksa ben mi?' diye
kendilerine sormaya başladılar. Hz İsa, ' Şu an benimle beraber elini ekmeğe
atacak olan beni ele verecek kişidir diye başka bir mucize daha gösterdi. Yuda,
elini ekmeğe elini attı ve ağlayarak odasına çekildi. Çünkü yemeği izleyen
Roma'nın casusları daha önce onu 30 gümüş para karşılığında Hz: İsa'ya ihanet
etmesi için anlaşmışlardı.
O zaman Allah şöyle buyurdu: 'İsa! Seni öldürecek olan,
onlar değil Benim. Seni kendi nezdime yükseltecek, seni inkarcıların içinden
kurtarıp temize çıkaracak ve sana tabi olanları ta kıyamete kadar kafirlere
üstün kılacak olan da Benim...
Ama kimse peygamberi net olarak görmemişti, üstünde
alelade bir kıyafet bulunduğu için tanınmama ihtimali vardı. Bunun için ihbarcı
bulmaları gerektiğine hükmetmişlerdi. Yuda böylece ortaya çıktı. Yuda, Mesihin
tarifini çok net olarak vermişti. ‘Yakınına otururken onu öperim. Kimi öpersem
İsa odur" diyen Yuda, baskın sırasında işaretini verecekti. Sabaha karşı
eve yapılan baskın sırasında, Allah'ın izin ve inayetiyle Yuda'nın yüzü
Hz.İsa'ya çevrildi. Yuda ihanetinin bedelini ödüyordu, hiç ses çıkarmadı. Dün
akşamdan beri ağlaya ağlaya göz damarları kurumuştu. Kıskanç Yahudi ileri
gelenler, kendi içlerinden kurtarıcı çıkmadı diye re'fet ve şefkatle gelen,
herkesi kucaklayan Hz. Mesih'i inkar etmiş, sürgünlere göndermiş, eziyetlere
maruz bırakmış ve hatta onu asmak için nihayet bir darağacı hazırlamışlardı.
Sürekli “Sen o değilsin” demiş durmuşlardı.
Mahkemede yüklenen suç 'Filistin'de ayrı bir devlet kurma
çabasında olduğuydu.Yahudiye'nin Romalı Vekili ve Roma'nın ölüm cezası vermeye
yetkili kıldığı tek kişi olan Pontios Pilatos adlı valinin hakimliğinde, Yahudi
Yüksek mahkemesi olan Sanhedrin'in yüksek din görevlileri tarafından mahkemeye
çıkarıldı. Mahkemede defalarca, 'Ben İsa değilim Juda'yım' desede Hz. İsa'yı
tanıyan pazar esnafı ve Yahudi ileri gelenleri Yuda'yı Hz.İsa olarak teşhis
etti. Yuda, yani 30 altında Hz. İsa’ya ihanet eden Yahuda ihanetinin bedelini
ödemek isteyince, ' Mesih benim' dedi. Böylece Yuda hırsızlıktan hüküm giymiş
iki adi suçluyla birlikte çarmıha gerilerek öldürülmeye mahkûm edildi. İnfaz
geciktirilmeyecekti. Çarmıha getirilene kadar ona her türlü işkence devam etti.
Üzerine gerileceği haç omuzlarına yüklendi ve kırbaç altında onu taşımaya
zorlandı. Çektiği işkencelerin de etkisiyle çarmıhta dört saat yaşayabilmişti.
Sürekli ben İsa değilim diye inliyordu. Can verdiği
kesinleşince yakın dostlarının onu çarmıhtan indirmesine izin verildi. Ve küçük
cemaat cenazesini bir kaya kovuğuna gömdü. Üç gün sonra kabrini ziyaret için
gelenler, kovuğu boş görünce şaşkınlıktan ne diyeceklerini bilemedi. Yuda yok
olmuştu.
İsrailoğulları, İsa (a.s.)'ı ve ona tâbi olanları
durdurmak için pek çok yol denemişler; sonunda Hz. İsa'yı öldürmeğe karar
vermişler, ancak başaramamışlardı.Allah, onların planlarını etkisiz hâle
getirdi. Yahudiler, İsa (a.s.)'a benzeyen Yahuda'yı astılar ve “Meryem oğlu İsa
Mesih'i öldürdük." dediler. Halbuki onlar İsa'yı öldürmediler ve
asmadılar. Fakat kendilerine bir benzetme yapıldı. Ayrılığa düştükleri şeyde,
doğrusu şüphe idiler. Onların bu öldürme olayına ait bir bilgileri yoktu. Ancak
kuru bir zan peşindeydiler. Kesin olarak onu öldürmediler. Bilakis Allah, onu
kendi katına yükseltecekti, Allah güçlüydü, hâkimdi.
Hz. İsa yakalanıp mahkûm edilince havvarileri kaçmıştı.
Hıristiyanlığın din olarak doğuşuna ilham veren Piyer bile çevresine, "Ben
onu tanımam" demek zorunda kalıyordu.
Yahudi topluluğunun 'hizmetlerine' mukabil Yuda'ya bir
sebze tarlası hediye etmişlerdi. Ama onun çektiği vicdan azabına dayanamayarak
intihar ettiği dedikoduları yayılmıştı. Yuda kaybolmuştu. Çünkü Yuda çarmıhta
gerilendi. Oysa İsa, Judas’a ‘’Diğerlerinden uzak dur ve ben sana krallığın
sırlarını söyleyeceğim. Fakat sen bundan dolayı çok acı çekeceksin’’ demişti.
İsa, Judas’a gece yatmadan önce ağlamasını teskin etmek için ' Kendini Roma
yetkililerine teslim edeceksin, böylece ruhunun vücudundan kurtularak
özgürleşecek. Bu nedenle diğer havarilerden üstün olacaksın, şehit
olacaksın.Yüzün bana benzeyecek, Romalılar benim yerine seni kurban
edecekler.’’ demişti..
Yuda'ya başka bir görev daha vermişti. Yazdığı bir
mektubu uzatarak bunu Yahudi mahkemesine iletmesini istedi. Mektupda ‘Ben
Tanrı’nın oğlu değilim, fakat Tanrı’nın ruhunun sahibiyim’ diyordu. Bu mektup,
Tapınakçıların eline geçecek ve asırlarca gizlenecekti.
Mesih son gününü oldukça dolu geçirmişti. Tüm
havarilerini toplayarak ayrılmadan önce son talimatını verdi. Barnaba’ya özel
ilgi göstermişti. Havariler, sürekli Kudüs’te kalmayan Barnaba yerine daha
sonra Mattiye’yi 12. havari olarak ekibe almayı tercih edeceklerdi Mesih,
onlara şöyle seslendi: Romalılar ve bu sapık Yahudi liderler artık size burada
rahat vermezler. Ben, Beni İsrail’e gönderildim. Sabırla tebliğinize burada
devam edin. Ölüm sizin kapınızı çalsada buradan ayrılmayın. Ancak eğer tamamen
yok olacağınızı düşünürseniz Diyarı-ı Rum'a hicret edin. Halkın arasına
karışın, kendinizi gizleyin. Dinimiz tevhid dinidir. Kim ki Allah'tan başka
ilah olduğunu iddia ederse, benle beraber değildir. Müjdeyi aç gönüllere
duyurun. Nerede Yahudi varsa bilsin, ben sadece Tevrat’ı tastiklemeye,
tamamlamaya geldim. Yeni bir din getirmedim.
Benim Tanrının oğlu, annemin Tanrıça olduğunu iddia
edecek Romalılara karşı direnin, taviz vermeyin. Yoldan çıkanları uyarın,
fitneyi önleyin. Aksi halde bu fitne pek çoklarının ahiretini berbat edecek bir
tohum olur. Hepiniz inanmış müslümanlarsınız. Ben gidiyorum ki, asıl kurtarıcı
Paraklit gelsin ve dini mükemmelleştirsin. O geldiği zaman, O’na uyun.
Barnaba, ev baskını sırasında orada olanlardandı.
Askerler Yahuda'yla birlikte İsa'nınbulunduğu yere yaklaştıklarında, İsa çok
sayıda kişinin yaklaştıklarını işitip, korkuyla geri eve çekildi. On bir
(havârî) uyumakta idiler. O zaman kuluna gelen tehlikeyi gören Allah, elçileri
Cebrâil, Mikâil, İsrâfil ve Uriel'e İsa'yı dünyadan almalarını emretti. Kutsal
melekler gelip, İsa'yı güneye bakan pencereden çıkardılar. Onu götürüp, üçüncü
göğe, daima Allah'ı tesbih ve takdis etmekte olan meleklerin yanına bıraktılar.
Yahuda herkesin önünden hızlı hızlı İsa'nın yukarı alındığı odaya daldı.
Şâkirtler uyuyorlardı. Bunun üzerine, mucizeler yaratan Allah yeni bir mucize
daha yarattı. Öyle ki, Yahuda konuşma ve yüz bakımından İsa'ya o şekilde
benzetildi ki, onun İsa olduğuna inandık. Ve o bizi uyandırdı. Muallimin
bulunduğu yeri arıyordu. Bunun üzerine biz hayret ettik ve cevap verdik: "Sen
bizim muallimimizsin; bizi unuttun mu?" O gülümseyerek dedi: "Şimdi,
benim Yahuda İskariyot olduğumu bilmeyecek kadar budalalaştınız!" Ve o
bunu derken askerler girdiler, ellerini Yahuda'nın üzerine koydular; çünkü o,
her bakımdan İsa'ya benziyordu.
Şimdide Barnaba İncil’inde geçen, hiç bir dini kaynakta
bulunmayan Hz. İsa’nın 2. defa göğe kaldırılışı konusuna gelelim. Barnaba, Hz.
İsa’nın çarmıha gerilmediğini en ince ayrıntıları ile anlattıktan sonra Hz.
İsa’nın gök katından aralarına geldiği günleri anlatıyor. Bu kısım çok önemli.
Çünkü Hz.İsa öldü, sonra dirildi görüşünü savunan Pavlus Hristiyanlığının temel
inancı ile Barnaba’nın anlattığı kıssa burada da birbirinden şöyle ayrılıyor:
Bakire, başkâhinin fermanının çıktığı gün, bu (satırlar) ı yazan, Yakup ve
Yuhanna'yla birlikte Kudüs'e döndü. Burada, Allah'tan korkan bakire, başkâhinin
fermanının haksız olduğunu bilmesine rağmen, yanında kalanlara oğlunu
unutmalarını emretti. O zaman, herkes ne kadar da müteessir oldu! — İnsanların
kalbini gözleyen Allah biliyor ki, muallimimiz İsa olduğuna inandığımız
Yehuda'nın ölümünün üzüntüsüyle, onu yeniden dirilmiş görmenin arzusu arasında,
İsa'nın annesiyle birlikte bitip tükeniyorduk. Bu yüzden, Meryem'in
koruyucuları olan melekler, İsa'nın meleklerin eşliğinde kaldığı üçüncü göğe
çıkıp, her şeyi İsa'ya anlattılar. Bunun üzerine İsa, kendisine annesini ve
şakirtlerini görme gücü vermesi için Allah'a dua etti. O zaman rahim olan
Allah, dört gözde meleği Cebrail, Mikâil, Rafail ve Uriel'e İsa'yı annesinin
evine götürüp, yalnızca akidesine inananlarca görülmesine izin vererek, üç gün
sürekli olarak kendisini gözetmelerini emretti. İsa nurla çevrilmiş olarak,
bakire Meryem'in, iki kızkardeşi ve Marta ve Meryem Magdalen, Lazarus, bu
(satırlar) ı yazan, Yuhanna, Yakup ve Petrus'la birlikte kalmakta olduğu odaya
geldi. Bunun üzerine, herkes korkudan ölü gibi düştü. Ve, İsa annesini ve
diğerlerini yerden kaldırıp dedi: «Korkmayın, çünkü ben İsa'yım; ve ağlamayın,
çünkü ben diriyim, ölmüş değilim.» Herkes uzun bir süre İsa'nın karşısında
kendinden geçmiş gibi kaldı; çünkü, İsa'nın öldüğüne artık inanmış
bulunuyorlardı. Sonra, Bakire ağlayarak dedi: -Söyle bana oğlum, sana ölüleri
diriltme gücü veren Allah neden yakınlarının ve dostlarının utancına rağmen ve
akidenin (düştüğü) utanca rağmen senin ölmene, izin verdi? Çünkü seni seven
herkes adeta ölmüş durumda.» 220. bölümde, Hz. İsa’yı neden öldürdüklerini
sandıkları gerekçeleriyle işleniyor: İsa annesini kucaklayıp cevap verdi: «İnan
bana anne, çünkü sana gerçekten diyorum ki, ben hiç ölmedim; Allah beni
dünyanın sonuna kadar saklamış bulunuyor.» Ve, bunu deyip, dört meleğe
görünmelerini ve meselenin nasıl geçtiği konusunda şahitlik etmelerini rica
etti.
Bunun üzerine, melekler dört parlak güneş gibi
göründüler, öyle ki, herkes korkudan yine ölü gibi (yere) düştü. O zaman İsa
meleklere, görünebilsinler ve konuştukları annesiyle ashabı tarafından
duyulabilsin diye, giymeleri için dört keten bezi verdi. Ve, her bir kimseyi
(yerden) kaldırıp, rahatlatarak dedi: «Bunlar Allah'ın elçileridir; Allah'ın
gizliliklerini bildiren Cebrail, Allah'ın düşmanlarına karşı savaşan Mikâil,
ölenlerin ruhlarını alan Rafail (Azrail) ve herkesi Son Gün'de Allah'ın
mahkemesine çağıracak olan Uriel (İsrafil).»O zaman dört melek, Allah'ın İsa'yı
nasıl çağırdığını ve bir başkasını sattığı cezayı çekmesi için Yehuda'yı nasıl
değiştirdiğini Bakire'ye naklettiler.
Sonra, bu (satırlar) ı yazan dedi: «Ey muallim, sen
bizimle birlikte kalırken benim için meşru olduğu gibi, şimdi de sana soru
sormak benim için meşru mudur?» İsa cevap verdi: «Ne istersen sor Barnabas,
sana cevap vereceğim.» O zaman bu (satırlar) ı yazan dedi: «Ey muallim, Allah
rahim olduğu halde, neden senin öldüğüne inandırarak bize eziyet etti? Ve,
annen senin için o kadar ağladı ki, nerdeyse ölecekti.
Ve Allah'ın bir mukaddesi olan sen, Allah neden üzerine,
Kalveri dağında hırsızlar arasında öldürüldüğün iftirasının atılmasına izin
verdi?» İsa cevap verdi: «İnan bana Barnabas, her günahı, ne kadar küçük de
olsa, Allah'a karşı günahla suç işlendiğinden, Allah büyük ceza ile
cezalandırır. Bu nedenle, annem ve benimle birlikte olan imanlı şakirtlerin
beni birazcık da dünya sevgisiyle sevdiklerinden, adaletli olan Allah, Cehennem
alevleriyle cezalanmaması için bu sevgiyi şu andaki üzüntüyle cezalandırdı ve,
her ne kadar ben dünyada suçsuz idiysem de, insanlar bana «Allah» ve «Allah'ın
oğlu» dediklerinden, Hüküm Günü'nde şeytanların alayına uğramıyayım diye,
Allah, herkesi benim çarmıhta öldüğüme inandırarak, bu dünyada Yahuda'nın
ölümüyle insanların alayına uğramamı diledi. Ve bu alay, geldiği zaman bu
aldanmayı Allah'ın kanununa inananlara açıklayacak olan Allah'ın elçisi
Muhammed'in gelişine kadar sürecektir.» Bu şekilde konuştuktan sonra İsa dedi:
«Sen adilsin ey Allah'ımız Rabb, çünkü sonsuz şan ve şeref ancak Sana aittir.»
221. bölüm Hz. İsa’nın yeniden göğe kaldırılışını ve ilk kaldırılışındaki
şahitleri ele alıyor: Ve, İsa bu (satırlar) ı yazana dönüp dedi: «Bak Barnabas,
benim dünyada kalışım süresince tüm olup bitenlerle ilgili olarak benim İncil'imi
elbette yazmalısın. Ve, aynı şekilde Yehuda'nın başına gelenleri de yaz ki,
mü'minler aldanmasın ve herkes gerçeğe inansın.» O zaman, yazan cevap verdi:
«İnşallah her dileği yaparım ey muallim, ama Yehuda'nın başına gelenler nasıl
oldu bilmiyorum, çünkü hepsini görmedim.» İsa cevap verdi: «işte her şeyi gören
Yuhanna ve Petrus, olup bitenlerin hepsini sana söylerler.» Ve, sonra İsa
kendisini görmeleri için bize, imanlı şakirtlerini çağırmamızı emretti. O zaman
Yakup ve Yuhanna, Nikodemus ve Yusuf'la birlikte yedi havari ve yetmişikiden
başka daha pek çoklarını topladılar ve hepsi İsa ile birlikte yemek yediler.
Üçüncü gün İsa dedi; «Annemle birlikte Zeytinlik Dağı'na gidin, çünkü, oradan
yeniden göğe çıkacağım, beni kimin götürdüğünü görürsünüz.» Korkularından Şam'a
kaçmış bulunan yetmişiki şakirdin yirmi beşi dışında herkes oraya gitti. Ve,
hepsi ibadet halindeyken, İsa öğleyin Allah'a senada bulunan çok sayıda melekle
geldi; ve, yüzünün nuru herkesi korkudan sararttı ve yüz üstü yere düştüler. Ama,
İsa kendilerini kaldırıp, rahatlatarak dedi: «Korkmayın, ben mualliminizim.»
Ve, kendisinin ölüp yeniden dirildiğine inananları uyararak dedi: «Şimdi siz
beni ve Allah'ı yalancılar yerine mi koyuyorsunuz? Çünkü Allah bana, size
söylediğim gibi hemen hemen dünyanın sonuna kadar yaşamayı bahsetmiştir. «Bakın
size diyorum ki, ben değil, hain Yehuda öldü. Dikkat edin, çünkü şeytan sizi
aldatmak için her çabayı gösterecektir, ama siz tüm İsrail'de ve dünyanın her
yanında duyduğunuz ve gördüğünüz bütün şeyler için benim şahitlerim olun.»Ve
İsa böyle konuşup, mü'minlerin kurtuluşu ve günahkârların hidayeti için Allah'a
dua etti. Ve duası sona erdi, annesini kucaklayıp dedi: «Selam sana anneciğim,
seni ve beni yaratan Allah'a dayan.» Ve, böyle söyleyip, şakirtlerine dönerek
dedi: «Allah'ın lûtfu ve rahmeti sizinle olsun.» Sonra, orada bulunanların
gözleri Önünde dört melek onu göğe çıkardılar.
Bu hadise sırasında yaşandığı sanılan görüşe diğer
İncillerde şöyle geçiyor: Mesih, annesi yanında iken St.Jean'a Yuhanna'ya
dönerek "Anne, işte oğlun" St.Jean'a da "işte annen"
diyerek onları birbirine emanet ettti. Hz. İsa, ilk tebliğe başladığı Celile'ye
de son bir defa uğrayarak tanıdıklarına tebliğde bulunmalarını tavsiye etti.
Göğe kaldırılmasından sonra 11 havarisi Kudüs'ten
ayrılmama ve burada hizmet etme konusunda fikir birliğine varmıştı. Hepsi
çarmıha gerilenin Hz. İsa olmadığını biliyordu. Ancak bu sırrı bir süre
saklamalarının daha doğru olacağı görüşüne vardılar. Zulme uğrasalarda Kudüs’te
kalarak direneceklerdi. Mesih, Yahudilere gönderilmişti, hizmet mekanları
burasıydı.
Mesih’in 12. gerçek havarisi Barnaba ise, yaşadığı belde
Kıbrıs'a yelken açmak için Andreas ve Simondan küçük bir balıkçı sandalı emanet
almıştı.11 Havari, Yuda’nın ihanetinden sonra Mattiye’yi içlerine 12. olarak
almışlardı. Barnaba’nın ayrılmasına önceleri karşı çıksalarda, Barnaba
Kıbrıs’taki Yahudilere tebliğde bulunacağını söyleyerek onları ikna etti.
Barnaba hitabetiyle Mesihin mesajını taşıyacaktı. Allah’ın izniyle kendisine
sunulan görevi sırasında kullanacağı keramet, Mesih’in mucizelerinden diriltici
nefesiydi.
Bu bölümde, Kur’an ve İncillerde anlatılan benzer
hikayeye ek olarak Barnaba İncil’inden yararlanıldı. Dört İncil’de yer alan
hikayeler arasında bile farklar var, ancak Kur’an ile Barnaba İncili arasında
üç günlük ikinci geliş ve göğe dönüş dışında uyuşmazlık görülmüyor.3. Bölüm:
Tevhid Eri Barnaba İseviler'in ilk büyük imtihanı, Stefanos isimli cemaat
üyesinin Kudüs'te Yahudilerce taşlanarak şehid edilmesi olayıyla yaşanmıştı.
Petrus ve Yuhanna Hz. İsa (a.s)'ın öğretilerini tebliğ ederken Yahudiler
tarafından tutuklanmış, bir süre sonra serbest bırakılmışlardı. Mattay (Matta),
Nakay, Nezer, Buni ve Tadah (Taddeus) isimli şakirtleri Yahudi mahkemesinde
yargılanmıştı. Bu yargılanmanın sonucu Havariler'in idam edilmesini, Pavlus'un
hocalığını yapan ünlü Yahudi alimi Gamaliel engellemişti.
Şam vizyonundan yaklaşık 3 yıl sonra Pavlus Kudüs'e
gitmiş ve Havariler'in liderleri durumundaki Yakub ve Petrus ile tanışmıştı.
Ancak 15 gün süren bu seyahatten ne Havariler'in ne de Pavlus memnun kaldığı
söylenemezdi. Bu görüşmeden sonra araları asla düzelmeyecek biçimde açıldı.
Tevhitden ayrılmayan Kudüs cemaati ile aralarındaki rekabet Pavlus’un
mektuplarına yansımıştı. Çıktığı üç büyük "misyon gezisi"nin hemen
tamamının akabinde Kudüs'e giden veya çağrılan Pavlus, yaydığı
"aykırı" inançlar dolayısıyla burada kendisini savunmak ve
"hesap vermek" zorunda kalmıştı. Havariler, Pavlus'un dini tahrif
etmesinden endişe ediyordu. Havariler'den Petrus, Zebedi'nin oğlu Yakub ve
nihayet Havariler'in reisi Alfeus'un oğlu Yakub, 43 yılında Pavlus'un
entrikalarıyla tutuklanmış ve boynu vurularak şehit edilmişti. Kilis'te –halk
arasında "Kütküt Baba" diye bilinen– "Şem'un Nebi
türbesi"nde yatan Gayur Simon (Şem'un) ilk şehitlerdendi. Bu olaydan sonra
Muvahhid İseviler cemaati Kudüs'ü terk ederek Yahudiye, Samiriye, Kıbrıs,
Fenike, Antakya gibi yerlere dağılmıştı. Hicret başlamıştı.
Hz. Yahya (a.s) döneminden itibaren Hz. İsa (a.s) ile
yoldaşlık etmiş olan Barnaba, baba ocağı Kıbrıs'a ulaşarak misyonu için
hazırlık yapmaya başladı. 10 yıl boyunca Antakya’ya giderek tebliğde bulundu.
Pavlus, Antakya’da oluşan cemaati kendi kontrolüne almak için buraya yerleşti.
Pavlus, Antakya'dan Barnaba’nın yanına Kıbrıs’a gelmişti. Adayı baştan başa
geçerek Baf’a geldiler. Orada büyücü ve sahte peygamber olan Baryeşu adında bir
yahudiyle karşılaştılar.
Baryeşu, vali Sergius Pavlus’a yakın biriydi Akıllı bir
kişi olan vali, Barnaba’yla Saulu çağırtıp Tanrı sözünü dinlemek istedi. Ne varki
-büyücü anlamına gelen diğer ismiyle Elimas- onlara karşı koyarak valiyi iman
etmekten caydırmaya çalıştı. Pavlus gözlerini Elimas’a dikerek, “Ey İblisin
oğlu” dedi. “Yüreğin her türlü hile ve sahtekarlıkla dolu; doğru olan her şeyin
düşmanısın.
Rabbin düz yollarını çarpıtmaktan vazgeçmeyecek misin?
İşte şimdi Rabbin eli sana karşı kalkmıştır. Kör olacaksın ve bir süre gün
ışığını görmeyeceksin.” O anda adamın üzerine bir sis, bir karanlık çöktü. Dört
dönerek, elinden tutup kendisine yol gösterecek birilerini aramaya başladı.
Olanları gören vali, Rable ilgili öğretiyi hayranlıkla karşıladı ve iman etti.
Pavlus, henüz yoldan sapmamıştı, tebliğ ediyor ve cemaat içinde gücünü
artırıyordu.
BARNABA KİMDİR?
Mesih'in çok güvendiği Barnaba kimdi? Barnaba, aslen Kıbrıslı
olup Yahudi bir aileden doğmuştu. Asıl adı Joseph (Yusuf)'tu. Barnaba,
"teselli oğlu" anlamında ona sonradan verilmiş bir lâkaptı.Yahudi
dininde iken, Hz. İsa’yı görünce iman eden ve İsa aleyhisselama ilk inanan
kimselerdendi. İsa aleyhisselama inandığı ve onu çok sevdiği için, Havariler
ona "Barnabas" ismini vermişlerdi. Fransızlar ona “Saint Barnabe“
dediler ve 11 Haziranda yortusunu yaparlardı.
Hz. İsa'nın tebliğini yaymaya çalıştığı süre içerisinde
zamanının büyük bir kısmını onun yakın takipçisi olarak geçirmişti. Hz. İsa'dan
öğrendiklerini ve duyduklarını bir kitapta topladı. Bukitaba, onun adına
izafeten "Barnaba İncili" denilecekti. Dört nüshayı, dört değişik
dilde eliyle yazdı ve değişik yerlerde sakladı. Çünkü Roma, İncil’ini yasaklı
ilan etmiş, yok etmek için her yerde arıyordu.
Tahrifat sürecinden önce doğru dini tebliğ konusunda
Barnaba ile Pavlus beraber çalışmıştı. Havarilerden Petrus Antakya'da bir
mağarayı ibadet yeri seçmişti. Habib Neccar Dağı eteğindeki bu mağara, bilinen
en eski kilise olacaktı. St. Pierre Kilisesi diye adlandırılan mağaradaki ilk
vaaza tanık olanlara “Khristianoi” yani Hıristiyan adı ilk kez burada
verilmişti. İlk Kilise Antakya’da bir kayaya oyulmuştu. Sayıları gitgide artan
Mesih inanlıları aziz Barnabas'ın önderliğinde on yıl boyunca orada toplantılar
yaptılar ve bu kişiler ilk kez orada "Hıristiyan" diye
adlandırıldılar.
Hıristiyan sözcüğü ilk olarak İ.S.40'lı yıllarda
Antakya'da kullanılmıştı.‘Mesihçi' anlamındaki bu sözcüğü İsa'ya inanmayanlar
O'nu izleyenleri küçümsemek için kullanmışlardı. ‘Küçük İsa' diye çevrilecek bu
ifade İsa'yı izleyenleri tanımlayan bir tümce değildi. Ancak daha sonra
yaygınlaşarak İsa'ya inananları adlandırmak için kullanılır oldu. Zaten bir
süre geçtikten sonra küçümsemek için kullanılan bir sözcük oluşu unutuldu,
anlam genişlemesine uğrayarak İsa'ya inananları tanımlayan bir din sözcüğü
oldu.
Habib Neccar Dağı ile Asi Irmağı arasında kurulmuş bu
2300 yıllık kent, Seleukos Devleti’nin başkentiydi ve adı Antiocheia’ydı.
Ticaret yollarının kesiştiği noktada bulunması nedeniyle tüccar, sanatçı, düşün
insanı ve muazzam bir servetin aktığı bu kent; Roma dönemi’nde, Roma şehrinden
ve İskenderiye’den sonra 3. büyük metropol olmuştu. Kamu binaları, çarşıları,
kütüphaneleri, ibadet yerleri, dört kilometre uzunluğundaki sütunlu caddesiyle
bu zengin kent; taş üstünde taş bırakmayan ve 200 bin kişinin ölümüne yol açan
6. yüzyıldaki depremden sonra eski gücünü yitirdi. 1963 yılında, Papa
tarafından Hıristiyanlar için hac yeri ilan edilen Mağara-Kilise’nin ön
cephesindeki gotik duvar ve süslemeler, M.S. 12 ve 13. yüzyıllarda Haçlılar
tarafından eklenmişti. Kilisenin tabanında M.S. 5. yüzyıla tarihlenen mozaik
kalıntısı, duvarlarında freskler, küçük bir St. Pierre heykeli kopyası, apsisin
sağında kayalardan sızan suyun toplandığı havuz, solunda ise saldırı sırasında
kaçmaya yarayan gizli tünelin girişi görülürdü.
M.S. 37 yılında Mesih’i müjdelemek amacıyla Antakya’ya
gelen ve burada bulunduğu süre içinde kentteki topluluğun programlı ve düzenli
etkenliklerine şahit olan "Onikiler"den Mor Petrus (Şemun),
Hıristiyan dünyasının üç büyük kürsüsünden ilki olan "Antakya Elçisel
Kürsüsü"nü M.S.37-43 yılları arasında burada kurmuştu. Antakya Kilisesi bu
şekilde, "Ana Kilise" olarak adlandırılan Kudüs Kilisesi’nden sonra
kurulan ilk Hıristiyan kilisesiydi. Nitelik ve yapısı itibarıyla bakıldığında
Yahudi kökenli ve putperest kökenli (Süryani) Hıristiyanları çatısı altında
birleştiren ilk "Ana Kilise" olan Antakya Kilisesi, yönetimsel açıdan
da Doğu Hıristiyanlığı’nın merkezi haline gelmişti.
Mor Pavlus ve Aziz Barnaba’yla birlikte Yahuda ve
Silasi’ın da Antakya’ya yollandı. Antakya Kilisesi "Ana Kilise"
unvanına sahip olduktan sonra dini yaymaya yönelik bütün misyon çalışmaları bu
merkez tarafından yönetilmeye ve yürütülmeye başlandı. Bundan dolayı Mor Petrus
misyon çalışmalarına başka yerlerde devam etmek üzere Antakya’dan ayrıldı.
Ayrılışı sırasında Mor Pavlus’un da yardımı ile Mor
Afudius’u putperest kökenli Hıristiyanlar’a; Mor İğnatius Nurani’yi de Yahudi kökenli
Hıristiyanlara dinsel yönetici-Episkopos- olarak atadı.
Ancak Mor Afudius M.S. 68 yılında Roma İmparatoru Neron
tarafından öldürüldü. Bu olay neticesinde her iki kökenden gelen Hıristiyanlar,
Mor İğnatius Nurani’nin başkanlığında birleşti.
Bu birleşme, o tarihten itibaren Antakya Kilisesi’nin
"Genel Kilise" unvanını almasına vesile oldu. Mor İğnatius Nurani’nin
başkanlık yaptığı dönemde özellikle Suriye, Lübnan ve Anadolu topraklarında
yürütülen misyon çalışmaları bir ivme kazanmış ve kısa sürede bu
coğrafyadaHıristiyan bireylerin sayısı gözle görülür bir biçimde artmıştı.
Ancak Kilise’nin bu derece güçlenmesi Roma İmparatoru’nun
kaygılarını artırdığı için dönem dönem çalışmalarda aksaklıklar ortaya
çıkmıştı. Antakya Kilisesi’nin Genel Başkanı Mor İğnatius Nurani’nin bölgedeki
en büyük dinsel lider olmasını ve hakimiyeti eline geçirmesini sağlamıştı. Bu
andan itibaren İğnatius Nurani’, "Suriye Episkoposu" unvanını
kullanmaya başladı. Aynı dönemde Sur, Sayda, Kayseri, Beyrut, Cubeyil, Efes,
Kapadokya, Bergama, Sardiş ve Leodikiya şehirlerinin her biri 2. Yüzyılın
sonlarında "Episkoposluk" statüsünü kazanmışlardı.
Tüm bu merkezler M.S. 5. Yüzyıla kadar yönetim açısından
Antakya Süryani Kilisesi’ne bağlıydılar. Bu gelişmelerin paralelinde dönemin
dikkat çeken diğer özelliği de Mezopotamya’da yürütülen misyon çalışmalarının
kaydettiği aşamaydı. Bu bölgede henüz 3.yüzyılın ilk çeyreğinde; yani yaklaşık
200 yıl gibi kısa bir sürede tam yirmi Episkoposluk Merkezi kuruldu.
Bu merkezlerin en önemlileri, Bethzabday (İdil), Hilvan,
Sincap, Katar, Kerkük, Keşker, Basra, Erbil, Urhoy (Urfa), Amid (Diyarbakır),
Nsibin (Nusaybin) ve Bethgarma’ydı.
Bu sürecin başlangıcında Asya gezilerine başlayan Pavlus,
ilk yolculuğuna başlamak üzere Barnabas ve bir kaç kişi ile Antakyadan yola
çıktı. Liman kenti Seleukeia Pieria'dan (Samandağ) gemiye binerek Kıbrıs'a
yelken açtılar. Salamis'ten Pafos'a kadar adayı dolaşarak vaazlar verdiler.
Pafos'tan Pamfilya pergesine, oradan da Pisidya Antakyasına (Yalvaç) geldiler.
Orada da halkı bu yeni inanca çağıran konuşmalar
yaptılar. Ne var ki Yahudiler, Pavlus ve Barnabas'ın sözlerinden hoşnut
kalmadıkları için halkı onlara karşı kışkırtılar ve oradan kovdurdurlar. Onlar
da Konya'ya geldiler. Ama aynı kargaşa Konya'da da meydana geldi.
Yahudiler orada da kışkırtıcılık yaptı. Halk ikiye
ayrıldı. Pavlus ve Barnabas saldırıya uğrayacaklarını ve taşlanacaklarını
anlayarak yakındaki Lykaonya bölgesi şehirlerinden Lystra ve Derbeye kaçtılar.
İncil'i yani müjdeli haberi yaymayı orada da sürdürdüler.
O yörede başlangıçta fena karşılanmadılar. Pavlus,
Lystra'da bir keramet göstererek doğuştan kötürüm bir adamı ayakları üzerinde
doğrultup yürüttü. Bu gördüklerinden şaşkına dönen Lystralılar bu iki Tanrı
adamını gökten inmiş iki Tanrı sanarak Barnabas'a Zeus, Pavlus'a da Hermes
dediler. Bununla da yetinmeyip, onlar için boğalar kurban etmeye kalkıştılarsa
da bu iki tanrı adamı güç bela engelledi. Ne var ki Konya'dan ve Antakya'dan
kimi Yahudiler gelerek yine halkı kışkırtılar. Bunun sonucu olarak Pavlus taşlandı.
Öldü sanılırken o yine Barnabas ile Derbe'ye çıktı ve bir çok kişiyi yeni dine
kazandırdı. Daha sonra da geri dönüp Lystra, İconium (Konya) ve Yalvaç'a
geldiler, oradaki halka vaazlar verdiler. Sonra Perge üzerinden Antalya'ya
vardılar. Oradan da Antakya'ya geri döndüler. Ve ertesi yıla dek bu bölgelere
ikinci bir misyon düzenlenmedi.
Pavlus'un ikinci yolculuğu Galatya ve çevresine oldu. Bu
kez Barnabas, Pavlus ile birlikte gitmek için Markos'un da gruba katılmasını
koşul olarak ileri sürdü. Çünkü 12 Havari, Pavlus’un dini tahrif etmeye
başladığına dair şikayet mektupları almıştı. Barnaba’nın bu konuda endişelerini
dile getirmesinden sonra Barnaba’nın yiğeni olan Markos’u şahit olarak
göndermeye karar vermişlerdi. Ancak Pavlus buna razı olmayınca, iki habercinin
yolları ayrıldı. Barnabas ile Pavlus şiddetli biçimde tevhid dininden ayrılıp
ayrılmama konusunda söz düellosuna girişti. Barnaba, misyonu gereği tevhidden
ayrılmanın sakıncalarını anlatırken, Pavlus dini geniş kitlelere açmak için
homojen bir esnekliğe ihtiyaç duyulduğunu savundu.
Halen Diyar-ı Rumda Yunan medeniyetinin Helenizm
döneminden kalma çok tanrılarına inanılıyordu. Ayrıca İran tanrısı Mitra, Roma
sosyetesi ve elit tabakasında yaygındı. Halk, iki inanış arasında seçim yapma
arafesindeydi. Kutsal ana ve kutsal baba hikayesi halka çok çarpıcı gelmişti.
Bir nevi Greek tanrılarının büyüğü Zeus’un insan bedenindeki oğlu Herkül Hz.
İsa’ya benziyordu. Tanrıça Artemis ise Hz. Meryem’in özelliklerine sahipti.
Pavlus, Zeus, Herkül ve Artemis’e önceleri karşı çıkmış, halktan çok sert tepki
görmüştü. Artemis hakkındaki görüşleriniyumuşatınca Herkül’ün yerine İsa’yı ve
Artemis’in yerine Meryem’i monte etmiş, Zeus’u ise babaları Tanrı olarak
göstermişti. Aksi halde Romalı valiler, Pavlus’u idam edecekti. Halk Efes’te
galeyana gelmiş, kellesini istemişti. Pavlus, nabza göre şerbet vererek araziye
uyum sağlıyor, tevhidi sağlamayı ayrıntı olarak görüyordu. Barnaba, Hz. İsa’nın
kendisine haber verdiği tahrif edici Süfyan hainin, kendisi farkında olmasada
Pavlus olduğunu anlamıştı. Her ümmetin bir çok Deccal-Süfyanları olurdu; bu
ümmetin ilk Süfyanı Pavlus’tu. Kudüs’teki Havarileri bu konuda uyarınca yollar
Pavlusla kesin olarak ayrılmıştı.
Barnabas, Markos'la Kıbrıs'a gitti, Pavlus ise, Yahudi
olmayan inanlıların başlarının dertte olduğu Galatya'ya döndü. Galatya bugün
Anadolunun ortalarında yer alan bir bölgeydi, bu bölge Ankara'da dahil olmak
üzere çevre illeri de kapsıyordu. Galatya ismini ise o tarihten önce bölgeye
göç eden kelt kökenli kavimler tarafından vermişti.
Pavlus, İsa aleyhisselamın dinine inanmış görünüp
Barnabas'a yanaşmıştı.Yıkıcı fikirlerini aşılamak için, kendisi ile senelerce
arkadaşlık etti. Kandıramıyacağını anlayınca, düşmanlığını açığa vurdu.
Pavlus’un ilk işi, hakiki İncil'in inançlarını yok etmek oldu. İsa, Allah'ın
oğludur, dedi. Şarabı ve domuzu helal etti. Yahudi dışında yeni dini kabul
edenlerden sünneti kaldırdı. Namazı, orucu önce hafifletti, sonra ortadan
kaldırdı. Barnabas bu yalanlara aldanmadı. İsa aleyhisselamdan gördüklerini ve
işittiklerini doğru olarak anlatıyordu. Bu durumda İseviler ikiye ayrıldı:
Pavlusçular ve Barnabas taraftarları.
Pavlusçular, Avrupa krallarını elde edip, kuvvetlendiler.
Barnabas tarafını tutanlar ise çoğaldı. Bunlardan Antakya piskoposu Lucian, teslise
inanmadığı için 312'de öldürüldü.
Barnabas'ın yolunda olanlar, İsa aleyhisselam insandır;
ona tapılmaz diyorlardı. Mücadele senelerce devam etti. Lucian'ın talebesi
Libyalı Aryüs de Barnabas gibi İsa insandır, ona tapılmaz dediği için İznik
toplantısında aforoz edildi. Barnabas İncili'nin yok edilmesine ve bu İncili
okuyanların öldürülmelerine karar verildi. Aryüsçüler yok edilmeye başlandı.
Roma İmparatoru Büyük Kostantin pişman olup Aryüs'ü İstanbul'a davet ettiyse de
gelirken öldürüldü.
Barnaba İncili M.S. 325'e kadar İskenderiyye
kiliselerinde kabul edilmişti. İsa'nın doğumundan sonraki birinci ve ikinci
asırlarda, Tevhîd'i desteklemiş olan İraneus'un (M.S. 120-200) yazılarında
elden ele dolaşmıştı. M.S. 325'te meşhur İznik Konsülü toplandı. Teslis
akîdesi, Pavlus Hıristiyanlığının resmi doktrini olarak ilân edildi. Kilisenin
resmi İncilleri olarak Matta, Markos, Luka ve Yuhanna İncilleri seçildi.
Barnaba İncili de dahil geri kalan bütün İnciller'in
okunması ve elde bulundurulması yasaklandı. Barnaba İncili hakkında sürdürülen
bu yasaklama kararları, ileriki tarihlerde de devam etti. M.S. 366'da Papa
Damasus (M.S. 304-384) da, bu İncil'in okunmaması için bir karar çıkartmıştı.
Bu karar M.S. 395'te ölen Kaesaria Piskoposu Gelasus tarafından da desteklendi.
Ancak Damascus, bu İncilden bir nüsha kütüphaneye
koydurmuştu. Apokrifal kitaplar listesinde Barnaba İncili de vardı. Apokrifa,
basitçe "halktan gizlenmiş" demekti. Papa'nın, yasaklanmış kitaplar
listesine Barnaba İncili'ni de almış olması, en azından, bu İncil'in varlığını
gösterecekti.
M.S. 478 yılında Aziz Barnabas, iddiaya göre Kıbrıs
Piskoposu Anthemios'un rüyasına girdi ve ona kendi mezarının yerini bildirdi.
Bu Piskopos, Aziz Barnabas'ın ceset kalıntılarını, göğsünde bulunan İncil ile
beraber Bizans İmparatoru'na hediye etti. Bunun üzerine İmparator Kıbrıs
Kilisesi'ne bağımsızlığını verdi ve bazı imtiyazlar tanıdı. Bu bakımdan Aziz
Barnabas'ın Ortodoks Kilisesi için ayrı bir önemi var. 8 Şubat 2009 Hürriyet
Gazetesi’nde şöyle bir haber yayımlandı: ‘KKTC polisi 29 Ocak’ta otobüs
terminalinde düzenlediği bir operasyonda, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Sercan
Çankaya ve Hilmi Höner’in çantasında Süryani alfabesiyle yazılı tarihi bir
İncil ele geçirdi. KKTC Eski Eserler İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu’nun ön
incelemesinde 3milyon TL değer biçtiği İncil’in, iki bin yıllık olduğu tahmini
yapıldı ve kaybolan dördüncü St.
Barnabas İncil’i olabileceği belirtildi. Operasyonun
devamında Ali Rıza Arıoğlu, Ömer Akın, Kenan Arslan, Barış Can, Özgür Uzundal,
Uğur Özgürlü, Ali Çoban da gözaltına alındı.
Operasyonda Ali Çoban’ın garajında, 25 bin TL değerinde
ana tanrıça ve 3 bin TL değerinde Hz.
İsa kabartmalı kilit taşı da bulundu. Şüpheliler, yurt
dışına çıkış yasağı konularak serbest bırakıldı.
Barnabas İncil’i, Hıristiyanlığın en tartışmalı
konularından biri olarak kabul ediliyor. Hz.
İsa döneminde yazılan tek İncil olduğuna inanılan ve
’Beşinci İncil’ de denilen Barnabas İncil’inde iddiaya göre, Hz. İsa’nın,
"Tanrı’nın oğlu değil peygamber olduğu" yazıyor ve Hz.
Muhammed’i müjdelediğine inanılıyor. Türkiye’de maalesef
bazı konularda haber takibi yeterince yapılamıyor. Bunun başlıca nedenleri
arasında bazı spesifik konularda yeterince uzman muhabir bulunmaması. Hürriyet
Gazetesi iyi bir haber yakalamıştı ancak bir daha haberin devamını getiremedi.
Başka gazeteler de konuya ilgi göstermedi. Oysa hiçbir şey, ama hiçbir şey, 1.
yüzyıla ait olabilecek bir İncil metinden daha değerli olamazdı. Çünkü bu,
tarihsel İsa ile kurgusal İsa arasındaki 4 yüzyıllık boşluğu kapatabilirdi.
Bugün Hz. İsa’nın gerçekte yaşayıp yaşamadığı
tartışmaları bile yapılırken, erken Hristiyanlığa ait böyle bir keşif Don
Brown’un Da Vinci Code’undan daha değerliydi.
Hürriyet’in bu haberinde küçük bazı maddi hatalar da
vardı. Kıbrıs’ta değil Hakkari’de, 1981 yılında bulunan 1.yüzyıla ait Aramice
İncil var. Aziz Barnabas’ın bu İncil’i Arami dilinde 4 ayrı alfabeyle de
yazdığı artık kamuoyunun malumu. Peki Kıbrıs’ta çalınan bir şey yok mu? Var
elbette. Birincisi Aziz Barnabas’ın mezarı soyuldu 1996 senesinde. Ancak
mezardan ne alındığı hala bir muamma olmaya devam ediyor. Kutlu Adalı şüpheli
biçimde öldürüldü. Barnabas’ın mezarının bulunduğunda göğsünün üzerinde bir
İncil vardı. M.S. 478 yılında, Kıbrıs Piskoposu Anthemios’un çabalarıyla Barnabas’a
ait kalıntılar bir harup ağacı altındaki Roma dönemine ait antik bir mezarda
bulunmuştu.
Mezarda bulunan ceset kalıntılarının yanısıra orada Aziz
Mathhias İncilinin de bulunduğu, bu İncil’in de, Anthemios’un beraberindeki
görevli üç papazla birlikte, İstanbul’daki Aziz Stephen Kilisesi avlusunda,
Bizans İmparatoru Zeno’ya hediye olarak verildiği biliniyor.
Peki bu İncil’e ne oldu? Elbette kayıp. Bu sorunun
yanıtını da Kıbrıs Üniversitesi’nden Sanat Tarihçisi ve İlahiyatçı Andreas
Foulias Aydoğan Vatandaş’a verdi. Andreas’ın verdiği cevaplar konuyu daha da
ilginç hâle getiriyor. Şunları söylüyor Foulias: ‘St. Barnabas'ın göğsünde,
Başpiskopos Anthemios tarafından bir İncil bulunduğu, bu İncil’in Matthias’a
ait olduğu bunun da Bizans İmparatoru Zeno'na hediye edildiği ve İstanbul'daki
Aziz Stephanos Kilisesi’ne konulduğu biliniyor. Söylendiğine göre İncil
Frankların 1204 yılında İstanbul'u aldıkları bir sırada çalınmıştır. O günden
bugüne kadar hakkında hiçbir bilgi edinilemedi.’ Peki, bu İncil kimindi? St.
Barnabas'ın mı, yoksa Matthias’ın mı? Bu konu son derece önemliydi.
Demek ki, 1204 yılına kadar Aziz Barnabas tarafından
kaleme alınan ancak Aziz Matthias’a ait olduğuna inanılan otantik, 1.yüzyıla
ait bir İncil mevcuttu ve Aziz Stephanos Kilisesi’nde saklanıyordu. Ortadan
kaldırılması ya da çalınmasının tek bir nedeni olabilirdi. O da şu an kabul
edilen 4 kanonik İncil’den farklı olması! Bu İncil de Aziz Barnabas'ın el
yazısıyla yazılmıştı ve Mathias İncili’nden Barnabas tarafından kopya edilmişti.
Haberde Genelkurmay’da olduğu iddiaedilen İncilin 1981 yılında Hakkari’de
bulunan İncil olması gerekiyordu, Kıbrıs’ta milattan sonra 478 yılında bulunan
değil.
Hürriyet’in haberine göre, Kıbrıs’ta 29 Ocak 2009’da eski
bir İncil’in bulunduğu kesin.
Bu İncil’in şu anda Gazi Mağusa Adli Tıbbında olduğu
yönünde iddialar var. Türkiye’den gelen iki uzman bu konuyla ilgili rapor
hazırladı, ancak hazırlanan raporlardan ne çıktığı kamuoyu ile yine
paylaşılmadı. Maalesef 1. yüzyıla ait olabilecek bir İncil’i anlayabilecek
uzmanımız yok.
Türkiye’de karbon testi yapabilecek bir labaratuarımız
bile bulunmuyor.
Bilindiği gibi M.S. 325'de İznik Konsülü toplanmış ve
kilisenin resmi İncilleri olarak Matta, Markos, Luca ve Yuhanna İncilleri
seçildi. Kalan diğer İnciller, Barnabas İncili dâhil yasak listesine alındı.
Kilise yasaklamış lakin otantik nüsha mı yoksa başka bir kopyası mı tam olarak
bilinmese bile Barnabas İncili'nin bazı tercümeleri var. Şüphesiz kilisenin
yasak listesine alması da Barnabas İncilinin varlığının ayrı bir kanıtı. 1981
yılında Hakkari'nin Kelo Memo Dağı'nın yakınındaki Uludere Mağarası'nda
köylüler, avlanmak için yazın yaylaya çıktıkları bir vakit, zeminden epey
aşağıda, geniş bir oda büyüklüğündeki loş mağarada bir taş lahit buldular.
Lahdin kapağını açtıklarında mumyalanmış bir ceset gördüler ve bir tomar
papirüs tabakası ve bazı eşyalar... Mumyayla birlikte, çok iyi korunmuş
vaziyette duran papirüslerin üzerinde gayet iyi bir şekilde yazılmış Aramice
yazılar vardı. Köylüler buldukları İncil papirüslerinin ne olduğunu anlamamış
elbette. Sobada bir şeyler bulmanın sevinciyle yaşlı papaz Marcellius ile
karşılaştılar. Köylüler papaza buldukları papirüsleri gösterdiler. Papaz
tomarlara bakar bakmaz yere düşüp bayıldı. Papazı güçlükle kendine getirdiler.
Sonra da hep birlikte kiliseye doğru gittiler. Marcellius, elleri titreyerek ve
büyük bir heyecanla kitabın sayfalarına göz gezdirmiş ve kendinden geçerek şu
sözleri söylemiştir:
'Bu çok eski Aramice yazılmış... Yüce Tanrım... Bu
İsa'nın diliyle yazılmış!..' Kitabın kapağını çevirince Marcellius 'Ben
Kıbrıslı Barnabas' ifadesini görmüştü. (Şu ibareler de vardı) 'Tesbihe lâyık
âlemlerin Rabbinden bütün olarak, Ruhül Kudüs ile Mesih'e vahyolunan İsa'dan
duyduğum... Sadakatle 48 yıl sonunda.... Dördüncü nüsha olarak..."
Lahidde bulunan ceset büyük ihtimalle Matta'ya ait idi.
Barnaba'nın cesedi İmparator Zene zamanında Kıbrıslı keşiş Anthemios'un gördüğü
bir rüya sonucu bulunmuştu. Bir mağarada, göğsünün üzerinde, ellerinin arasında
Matta İncili'ni tutarak...
Ancak Hıristiyan din adamları belki de saltanatlarının
sarsılacağı korku ve endişesiyle Barnabas İncili'nden asla yararlanmayı
düşünmüyorlar ve hiçbir nüshanın da ortaya çıkmasını istemiyorlar. Vatikan’da
Hz. İsa da gelse biz sistemimizi değiştirmeyiz, denilmiş ve karar alınmıştı.
1981 yılında Şırnak’ın Uludere İlçesi’ndeki bir mağarada
avdan dönen köylüler bir kitap buldu. Kitabı alan Babat Aşireti Lideri
Korucubaşı Hazım Babat’ın babası Ferhan Babat kime götürse kitapta ne
yazıldığını çözemedi. Kitabın papirüse yazılı iki sayfası Aramice uzmanı Hamza
Hocagil’e götürüldü. Hocagil, kitabın Süryani alfabesiyle Aramice, yani Hz.
İsa’nın dilinde yazıldığını söyledi. Kitap’ın Barnabas İncili olduğunu anlayan
Hocagil, ilk cümleleri tercüme etti:“Ben Kıbrıslı Barnabius... Tespihe layık
âlemlerin Rabbi’nden bir bütün olarak, Ruhu’l Kudüs’le Meşaha’ya vahyolunanı
tıpkı İsa’dan duyduğum gibi, sadakatle, 48 gök yılları sonunda, dördüncü nüsha
olarak aynen yazıyorum.” Ve asıl hikâye bundan sonra başladı. Varlığı özellikle
Hıristiyan ve Müslüman ilahiyatçıları arasında da tartışma konusu olan
‘Barnabas İncili’nin ucu Ergenekon’a ve Genelkurmay Başkanlığı Özel Harp
Dairesi’ne kadar uzandı. Bu iddialar, çalışmalarını ABD’de sürdüren
araştırmacı-yazar Aydoğan Vatandaş’ın Timaş Yayınları’ndan piyasaya çıkan
‘Apokrifal’ (Halktan gizlenen) adlı kitabında yer alıyor. Barnabas İncili’nin
hikâyesi avdan dönen köylülerin Uludere yakınlarında bir mağaraya girmeleriyle
başlıyor. Köpekleri mağarada kaybolan köylüler, köpeklerini aramaya başlıyor.
Köpeğin sesi çok derinlerden geliyor; mağaranın içindeki bir kuyudan. Bir urgan
alıp, kuyunun içine giriyorlar. Karşılaştıkları manzara ise tüyleri diken diken
etmeye yetiyor. Köylüler, taştan yontma bir oda içerisinde bir lahit ve bazı
eşyalarla karşılaşıyorlar. Önce Hz. İsa’ya ait bir madalyonu çıkarıyorlar.
Lahitin kapağını açıyorlar; bir ceset ve üzerinde bir kitap. Buldukları kitap
Babat Aşireti Lideri Korucubaşı Hazım Babat’ın babası Ferhan Babat’ın eline
geçiyor. Ferhan Babat’ın kitabın tarihi değerini anlaması uzun sürmüyor ancak
kime götürdüyse kitapta yazılanları çözemiyor. Papazlar dahil kimse kitabın
hangi dilde yazıldığını anlamıyor. Bu kez Babat, kitabı satmak için
girişimlerde bulunuyor. Dönemin Malatya Milletvekili İsmail Hakkı Şengüler’e
bahsediyor kitaptan. Şengüler kitabı inceliyor ve kitabın önemini anlamak için
iki sayfasını filolog Hamza Hocagil’e götürüyor...
Hamza Hocagil, Aramice uzmanıydı. Aramice, Hz. İsa’nın
ilk öğütlerini verdiği dildi.
Hamza Hocagil, Türkiye’de bu dile vakıf birkaç kişiden
biriydi. Hâlbuki Hıristiyan aleminin kabul ettiği dört İncil’den hiçbirinin
Aramice orijinali yoktu. Tümü Grekçe’den yapılan tercümelerden oluşuyordu. En
eskisi de dördüncü yüzyıla aitti. Hocagil, papirüs üzerine yazılan sayfaları
inceledikten sonra, yazının Arami dilinde ve Süryani alfabesiyle kaleme
alındığını tespit ediyor. Ve kitabın ilk sayfasını tercüme ediyor: “Ben
Kıbrıslı Barnabius... Tespihe layık âlemlerin Rabbinden bir bütün olarak,
Ruhu’l Kudüs’le Meşaha’ya vahyolunanı tıpkı İsa’dan duyduğum gibi, sadakatle,
48 gök yılları sonunda, dördüncü nüsha olarak aynen yazıyorum.” Hocagil,
Malatya Milletvekili Şengüler’e heyecan içinde “Bu kitap Barnabas İncili”
diyor. Ve Şengüler, Barnabas İncili’ni satın almak için Ferhan Babat’a 280 bin
doları ödemeyi kabul ediyor. Hocagil’e göre bu eser, iki bin yıllık kayıp
otantik İncil’di. İncil, Hz. İsa’nın vahiy kâtibi Aziz Barnabas tarafından
yazılmıştı!
Peki bundan sonra ne oluyor? İşte Hollywood filmlerine
taş çıkartacak hikâye asıl buradan sonra başlıyor. Kitabın yazarı Aydoğan
Vatandaş, Hamza Hocagil’le görüşüyor ve sır perdesini aralıyor. Hamza Hocagil
yaşananları şöyle anlatıyor: “Ferhan Babat’la anlaşmaya varılmıştı. Diyarbakır
Milletvekili İhsan Arslan’ın babası Mehmet Ali Arslan ile birlikte İncil’i
teslim almaya gittik. Ancak o sırada beklenmedik bir şey oldu. İncil bize
teslim edilemeden jandarmanın eline geçti. İki yıl boyunca jandarma
karargâhında saklı tutuldu. Daha sonra Kemal Başer Paşa’dan alınarak
Genelkurmay Özel Harp Dairesi’nin eline geçti.” Hamza Hocagil, her şeye rağmen
Barnabas İncili’nin peşini bırakmamıştı. Hocagil, dönemin başbakanı ve
hemşehrisi Turgut Özal’a 1996 yılında konuyu açtığını söylüyor: “Konuyu
kendisine anlattıktan sonra beni Özel Harpçi Orgeneral Sami Karamısır Paşa’ya
gönderdi. Önce beni epey sorguladılar, amacımın ne olduğunu anlamak
istiyorlardı. Ben kitabın sadece tercümeboyutuyla ilgilendiğimi söyledim.
Ardından İstanbul Balmumcu’da bulunan Özel Harp Karargâhı’nda Sami Karamısır
Paşa ve MİT Müsteşarlığı da yapmış olan ve hâlen hayatta olan Hayri Ündül
Paşa’nın görevlendirmesiyle tercüme çalışmasına başladım.” Bu görevlendirmenin
ardından Hamza Hocagil Ankara’da bulunan, o zamanki adıyla Özel Harp Dairesi
Başkanlığı’na gidiyor: “Kitabı ilk orada gördüm. Birkaç demir kapıyı aştıktan
sonra ulaşılan bir yerdeydi. Kitap, 1987 yılında Sami Karamısır Paşa ve Hayri
Ündül Paşa’nın bilgisi dahilinde İstanbul Balmumcu’da bulunan Özel Harp
Karargâhı’nda tercüme etmem için bana verildi. Ben burada her gün tercüme çalışmalarını
yapıyordum. Tercüme parası da bana Harp Akademileri Komutanı Nahit Şenoğul Paşa
tarafından veriliyordu. Nahit Paşa daha sonra bana Harp Akademileri’nde
Koruyucu Envanter dersleri de verdirtti. Bu süre içerisinde İncil’in 19
sayfasını Özel Harp Dairesi’ne bağlı subayların kontrolünde inceledim” Hocagil,
Barnabas İncili’nde nelerin yazdığıyla ilgili de şunları söylüyor: “Tevhitten
başka bir şey yoktu. Zikrullah vardı. İbadet etmenin önemi, Allah’a eş koşmama,
bu arada komşulara yardımcı olma, Lut Kavmi ile ilgili bazı uyarıcı bilgiler
ile ilgili ibret alınmasını öğütleyen bir kıssa vardı. Dikkatimi çeken bir şey
daha vardı. Ayette, ‘Bir peygamber gelecek, ona tabi olanlar, dolgun başaklar
gibi olacak(!)’ diyordu.” Hocagil, Barnabas İncili’nin son sayfasında, Aziz
Barnabas’ın bu incili dört nüsha olarak yazdığını ve diğer üç nüshanın da
yerlerini belirttiğini söylüyor: “İnciller’in biri İsrail’de, diğeri Arabistan
Yarımadası’nda diğeri ise Kuzey Irak’ta Süleymaniye Zaho taraflarındaydı.
Orgeneral Nahit Şenoğul Paşa’nın verdiği Barnabas İncili’nin son sayfalarında
Hz. Davut’un kendi eliyle yazdığı Aramca Zebur ve Hz. Harun’un bakır levhalara
yazdığı On Emir’in nerede olduğuna ilişkin bilgiler de vardı.” Hocagil, Hz.
Davut’un Sarayı’nda bulunan İncili de tercüme ettiğini söylüyor: “Bu tercümeyi
Almanca ve İngilizce olarak Yunanistan’daki Markos Yayıncılık için yaptım.
Genelkurmay’daki İncil’le İsrail’de bulduğumuzun tek
farkı tefsirli oluşuydu. Barnabas, Uludere’de bulunan İncil’e bazı şerhler
düşmüştü. Tercüme parası olarak 15 bin dolara anlaşmıştım.” Hocagil, Markos
Yayıncılık’la aracı olanın ise ismini söylüyor. Bu isim, son günlerde adını
sıkça duyduğumuz Ergenekon Soruşturması’nın bir numaralı sanıklarından: “Aracı,
Adem Taşdemir’di. Taşdemir, Ergenekon’un kilit ismi Tuncay Güney’le birlikte
‘cürüm işlemek için teşekkül oluşturmak’ iddiasıyla gözaltına alınmış, daha
sonra serbest bırakılmıştı. Taşdemir’in bir özelliği de Emekli Tuğgeneral Veli
Küçük’ün yaveri olmasıydı!” Hamza Hocagil’in bir başka iddiası ise Barnabas
İncili’nin hâlâ Genelkurmay Özel Harp Dairesi’nde olduğu yönünde.
Ancak İncil'in son sayfasında Aziz Barnabas'ın söz konusu
İncil'i dört nüsha olarak yazdığını fark eden Hocagil, Nahit Şenoğul Paşa'nın
yardımlarıyla bu kez diğer 3 İncil'in peşine düşer. Ardından biri hariç diğer 2
İncil de bulunur. Uluslar arası istihbarat örgütlerinin müdahil olduğu bu
inanılmaz olaylar dizisinde olaya karışan bazı isimler hayatını kaybeder.
İncil'lerden biri İsrail'de bulunur. İsrail nüshasını bir Alman firmasının
sponsorluğunda, İsrail Cumhurbaşkanı İsak Rabin'in torunu Viktoria Rabin ile
birlikte çıkarır. Viktoria Rabin, İncil'in gerçek nüshalarını okuduğunda
Müslüman olur. Fakat yaptığı kazı çalışmalarında 10 Emir ve Zebur'un izini
sürerken, Etiyopyalı bir zenci tarafından öldürülür. İsrail'de bulunan İncil
önce Vatikan'a satılmak istenir. Vatikan adına İncil ile igili görüşmelerde
bulunan Kardinal Mario, "açıklanamayan birsebeple" hayatını kaybeder.
Olaylar, gizli bir örgütün planlaması ile çok farklı boyutlar kazanır.
İncil bu kez, bir yayınevi üzerinden Yunanistan'a
satılır.
Bu arada JİTEM’e bağlı kimseler Kıbrıs’ta, Aziz
Barnabas’ın mezarını 1996’da soyar.
Veli Küçük ve başka önemli kişilerin bu işe karıştığı
söylenir. Askerler mezardan ne almışlardır?
KKTC'de soygunu araştıran Gazeteci Kutlu Adalı, aldığı
tehditlerden kısa bir süre sonra öldürülür. Kutlu Adalı'nın eşi İlkay Adalı
cinayeti Avrupa İnsan Hakları mahkemesine götürür ve Türkiye olayın
aydınlanması için gereken özeni göstermediği gerekçesiyle mahkum olur. Adalı
öldürülmeden kısa süre önce, Abdullah Çatlı'nın Kıbrıs'a geldiği tespit edilir.
(Bknz. Apokrifal).
Prof Dr Hocagil, bu arada İsrail’e gider, daha sonra
öldürülecek olan Viktoria Rabin’le birlikte bu Barnabas İncil’i üzerinde de
çalışmaya başlar. Ama Viktoria Rabin de öldürülür. Barnabas İncili Apokrifal
adlı incelemeye göre, ‘ele geçirenler tarafından’ Yunanistan’a satılmak
istenir. Aracı Kardinal Mario diye birdir. Ama o da, ‘açıklanamayan bir
nedenle’ ölür!
Star gazetesinde 22 ve 23 Ocak 2009’da arka arkaya konuyu
işleyen yazar Aziz Üstel’i arayan Batman Başsavcısı Sayın Mustafa Peker, olayla
çok yakından ilgilenir. Çünkü Barıştepe Köyü Moriyakup Kilisesi Rahibi Edip
Gabriyel Savcı’nın kaçırılmıştır. Bu Rahip, çevrede çok sevilen sayılan bir
kişidir ve kaçırıldıktan bir süre sonra serbest bırakılır. Süryani alfabesini
çok iyi bilen Rahip Efendi, belki de Aramice’yi de bilen sayılı isimlerdendir.
Bütün risklerine rağmen Türkiye'nin Barnabas İncili'ni
günümüze aktarabilmesi, Hıristiyan ve İslam Dünyasını tahrif edilmemiş gerçek
İncil'le tanıştırma cesaretini gösterebilmesi, tüm dünyanın aydınlık geleceği
için büyük bir katkı, önemli bir kazanç olabilirdi.
Bu, Vatikan'ın ayağının altındaki halıyı çekmek anlamına
gelse de.
Barnaba İncili'nin diğer dört İncil' den ayrıldığı en
önemli noktalar şunlar: 1- Barnaba İncili, Hz. İsa'nın ilâh veya Allah'ın oğlu
olduğunu kabul etmez. 2-Hz. İbrahim'in kurban olarak takdim ettiği oğlu
Tevrat'ta belirtildiği ve Hıristiyan inançlarında anlatıldığı gibi İshak değil,
İsmâil (a.s.)'dır. 3-Beklenen Mesih Hz. İsa değil Hz. Muhammed'dir. 4-Hz. İsa
çarmıha gerilmemiş, Yahuda İskariyoth adında biri ona benzetilmiştir.
Barnaba, tevhid inancını korumaya çalıştı ve savunanlara
asırlarca kaynak oluşturdu.
Barnaba, tevhid soluklayanlara hep ilham verdi ve hocası
oldu. Theodor Zahn’a göre, M.S. 250’ye kadar İman’ın ilk şartı şuydu: ‘Allah’ü
Teala’ya inanırım.’ En az bir asır sonra ‘Teala’dan önce ‘Baba’ kelimesi ilave
edildi. Bir takım Kilise liderleri tarafından şiddetle muhalefet edildi buna.
Piskopos Victor ve Yephysius’un bu müdaheleye karşı çıktı, çünkü, İlahi
Kitaplar’a en ufak bir kelime ilave ve çıkarmasında bulunmanın düşünülemez bir
saygısızlık olacağı inancındaydı onlar. Bu iki piskopos, Hz. İsa’yı ‘ilahi’ bir
şahsiyet olarak görmeğe de karşıydılar.
Esinlendikleri rehber tevhid eri Barnaba’dan başkası
değildi. Barnaba’nın şahsı manevisi yaşıyordu. Hz. İsa’nın asli itikadında yer
alan Allah’ın birliği inancı üzerinde önemle duruyorlar ve Hz. İsa’nın
peygamber olmakla birlikte, bir beşer, fakat Rabbi tarafından çok sevilen bir
beşer olduğunu te’yid ve ifade ediyorlardı. Kuzey Afrika ve Batı Asya’da ortaya
çıkan Kiliselerin inancı da aynıydı ve bu inanç, bu bölgelerin Hıristiyan
halkının asırlar sonra İslam’ı kolayca kucaklamalarında önemli bir faktör
olacaktı.
Kilise hukukuna dair zamanımıza ulaşan ilk risale olan
“Didache duode-cim apostolorum-Doctrine of the Twelve Apost-les”(Oniki
Havarinin Öğretileri)ydi.1875 yılında bir Yunan Ortodox metropoliti olan
Philotheus Bryennios tarafından İstanbul’da bulunan esere ait Grekçeelyazması,
bulunduktan on yıl sonra yayınlanmış ve Hıristiyan dünyasında büyük yankılar
uyandırmıştı. Didache, Suriye-Filistin çevresinde miladî birinci yüzyılda 30-90
tarihleri arasında kaleme alınmıştı. Bu eserin yazılmasına ilham olan yine
Barnaba’ydı. Muhteva açısından Didache,ilahî öğretiye dayalı bir kurallar
manzumesiydi.12 havari tarafından Hıristiyanlığın inanç ve kurallarını tebliğ
etmek ve öğretmek amacıyla yazılmıştı..Eser, birisi insanı hayata ve mutluluğa
diğeri ise helake ve sapıklığa götüren iki yolun bulunduğuna dikkat çekerek
söze başlıyor ve insanı hayata ve mutluluğa götüren hususları şu şekilde
sıralıyordu: Adam öldürme, zina yapma, eşini aldatma, livata yapma, hırsızlık
yapma, sihir yapma ve sihire baş vurma, ana rahminde veya doğduktan sonra
çocuğu öldürme, yalan şahitliği yapma, komşunun malına göz dikme, yalan yere
yemin etme, kimseye iftira etme, kinci olma, iki yüzlü olma, kibirli olma (...)
Kötülüğün her çeşitinden ve kötülüğe götüren şeylerden sakın.Öfkeye meyyal
olma, çünkü kızgınlık katle sebebiyet verir. Bağnaz olma, kavgacı olma bu
davranışlar da katle sebebiyet verir. Şehvet düşkünü olma; çünkü şehvet
düşkünlüğü insanı zinaya götürür.
Dilini müstehcen kelimelerden koru, sözüne sahip ol,
bütün bunlar insanı zinaya sevkeder.
Kehanette bulunma, büyücülük yapma, müneccimlik yapma, bu
tür şeyleri görmek ve işitmek isteme, bunlar şirke götürür.Yalancı olma, parayı
çok sevme, boş yere hak iddia etme. Bu davranışlar hırsızlığa götürür.(...)
Nezaketli, sabırlı ve merhametli ol.Yeryüzü nezaketli insanlara miras
kalacaktır.(...) Başı havada haddini bilmez olma,alçak sesle ve yumuşak konuş.
Konuşurken bağırarak söze başlama. Başına gelen
musibetleri bir lütuf kabul et. Şundan emin ol ki, Allah’ın izni olmadan hiçbir
şey vuku bulmaz.(...) Kimseye el açma. Aksine verilene tenezzül etme. Bir
hatada bulunursan günahına karşılık keffaret ver.Vermekten çekinme, verirken
homurdanarak verme, Rabbinin seni mükafatlandırdığını göreceksin.(...) Kızından
veya oğlundan yardım elini çekme. Onlara çocukluktan itibaren Allah korkusunu
öğret. Erkek ya da kadın kölene hayattan nefret ettirecek ağır yükleri yükleme.
Onlara yaptığın iyiliğin karşılığını Allah’tan bekle.İnsanlığı kurtuluşa
götüreceği ifade edilen bu tavsiyelerden sonra aksi davranışların insanı helâke
ve sapıklığa götüreceği, bu hususlardan şiddetle kaçınılması gerektiği
belirtiliyordu. Ayrıca gıdalar konusunda elden geldiğince titiz davranılması ve
bilhassa putlara adanan ve putları tazim amacıyla kesilen hayvanların etinden
kesinlikle yenilmemesi tavsiye ediliyordu Bütün bunların yanında İsa a.s.’dan
“Allah’ın kulu” diye bahsediliyordu.
Şübhesiz ki “Didache”de ortaya konulan prensipler
İslam’ın prensipleriydi. Müslümanlar tarih boyunca bu değerleri yaşamaya ve
yaşatmaya gayret etmişlerdi. Zaten temelde her resulün getirip tebliğ ettiği
din İslam’dı. Bu prensipler bütün semavi din mensuplarının sahip çıkması
gereken prensiplerdi. Didache’de belirtilen bu prensipler Hıristiyanlığın da
gerçek değerleriydi.
Ancak Hıristiyanlık’tan en fazla Hıristiyanlar
uzaklaşmıştı. İsa’nın çarmıha gerilmesini kabul etmeyen Hıristiyan mezhepleri
de vardı. Cerinthi ve Tatianos mezhebinde olanlar asılmayı kabul etmezlerdi.
Tatianos, şarap içmeyi haram saydığı için Hıristiyanlar onu sapık saymışlardı.
Oysa şarabı Mesih haram kılmıştı. 'El Kayravanî, ‘Mesih Gerçekten Çarmıha
Gerildi mi? adlı kitabında bu konuda şöyle yazar: "Hıristiyanlığı kabul
etmiş olan Thebes rahiplerinin soyundan olan bir mezhep 185 yılında Mesih
İsa'nın çarmıha gerilmesini reddederek O, rahatça göklere yükseltilmiştir, diye
iddia etmişlerdir. 370 yılında da bir Gnostik mezhep Mesih'in çarmıha
gerilmediğini, ancak O'nu çarmıha germek isteyenlere ve seyircilere böyle
göründüğünü düşünerek çarmıha gerilmeyi reddetmişlerdir. Yeniden 520 yılında,
Suriye Piskoposu Severus, kaçtığı İskenderiye'de, İsa Mesih'in çarmıha
gerilmediğini; ancak onu çarmıha germeye çalışan insanlara böyle göründüğünü
öğreten bir filozof grubuna rastlamıştır. Yaklaşık 610 yıllarında Kıbrıs
valisinin oğlu Psikopos John, Mesih'in çarmıha gerilmediğini fakat yalnızca onu
çarmıha germeyeçalışanlara öyle göründüğünü ilan etmeye başlamıştır."
M.S. 366'da papa olan Damasus'un (304-384), Barnabas
İncili'nin okunmaması hakkında buyrultu yayınlandığı kaydedilir. Bu buyrultu
M.S. 395'te ölen Sezarya piskoposu Gelasus tarafından desteklenmiştir. Bu
piskopos İncil'i Apoler; fal kitaplar listesine almıştır. Apokrifa
(-apocrypha-) basitçe 'halktan gizlenen' demektir. Böylece, daha bu aşamada İncil
kimsenin eline geçmez olmuştur. Barnaba Incili'yle ilgili daha bazı buyrultular
da vardır. 382'de Batı Kiliseleri Buyrultusu'yla ve 465'te papa Innocentın
buyrultusuyla yasaklanmıştır... Tüm bu buyrultular Şansölye Seguier (1558-1672)
Kütüphanesi'ndeki B. de Montfaucan (1655-1741) tarafından hazırlanmış Yunanca
elyazmalar katalogunda anılmaktadır. mparator Zeno'nun yönetiminin dördüncü
yılı olan M.S. 478'de Barnabas'ın mezar ve kalıntıları keşfedilmiş ve kendi
eliyle yazılmış İncili'nin bir nüshası göğsünün üzerinde bulunmuştur. Bu olay,
1698'de Antwerp'de yayınlanan Acta Sanctorum, Boland Junii, Tome II, sayfa
422-450'de geçmektedir.4. Bölüm: Anadolu’da bir Azize Meryem İsa (a.s)
öldürülmeden göğe kaldırıldığı için mezarı dünyada değildi. Ayrıca Mi'rac'da,
Hz.
Muhammed kendisini görmüştü. Hz. İsa, göğe yükselmeden
önce, Havârîlerine ve tüm insanlığa şu müjdeyi vermişti: “Ey israiloğulları!
Doğrusu ben, benden önce gelmiş olan, Tevrat'ı doğrulayan ve benden sonra
gelecek ve adı Ahmed olacak bir peygamberi müjdeleyen Allah'ın size gönderilmiş
bir peygamberiyim."
Hz. İsa (a.s) göğe çekildiği sıralarda kendisine
inananların sayısı çok azdı. Daha sonra bir ara Hz.
İsa'nın getirdiği inancı kabul edenler çoğaldı ise de,
sonunda Hıristiyanlar da İsrailoğulları gibi yoldan çıktı ve pek çok
yanlışlıklara saptılar. Bugün, Hıristiyanların sahip oldukları teslis inancı,
İsa (a.s)'nın göğe yükseltilmesinden hemen sonra ortaya çıkmıştı. Hahamlarını
ve rahiblerini Allah'tan ayrı rabler edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de. Mesih,
ölmemişti, tekrar gelecekti; Hz.
İsa, nüzûlünden sonra kırk sene daha yaşayacak, öldüğünde
Müslümanlar namazını kılacak ve İslâm dinine uygun olarak gömülecekti.
Ne var ki, daha sonra gelen onun müntesipleri, bu dengeyi
muhafaza edememişti. Bundan dolayı da zamanla bütün güçleriyle ruhçuluğa ve
sprütüalizme yönelerek maddeyi bütün bütün inkar etmişlerdi Onlar, ruhbanlığı
kendilerine farz kılarak, sözde bununla değerler üstü değerlere ulaşacaklarını
zannetmişlerdi. Oysa ki onlara böyle bir zorluk tahmil edilmemişti. Evet onlar,
Allah'ın rızasını tahsil maksadıyla, dinin ruhunda olmayan şeyleri icad etmiş
ve daha sonra da icad ettikleri bu şeylere yenik düşüp, onların ağırlığı
altında dinin aslından uzaklaşmışlardı.
Halbuki meşru dairedeki zevk ve lezzet, hem keyfe kâfi,
hem de zaruri ve lüzumluydu. İnsan için aile hayatı, çoluk-çocuk, hayatî bir
ihtiyaçtır. Onların bir kısmı, bu mübaha karşı müstenkif kalmış ve farkına
varamıyarak kiliseleri o işin gayr-i meşru levsiyâtı ile kirletmişlerdi.
Hıristiyanlıkta, bu türlü daha bir çok tağyir, tahrif ve
yanlış anlamalar mevcuttu.
İsa'nın ve öğretilerinin tanıtılıp yayılması işini
Havarilere bırakan Meryem, yaşantısındaki gizliliğe son derece önem vermişti.
IV.yüzyıl kilise yazarlarından St.Epifan, "Panarion" adlı eserinde
Efesteki St.Jean ve Azize Meryem'i örnek alan bazı kişilerin, inzivaya çekilmiş
bazı kadınlarla, dini idealler ve himaye amacıyla beraber yaşadıklarından
bahsetmişti. IV.yy'ın Kudüs'ü ile ilgili araştırmalar yapmış Azize Jerome
(347-419) bile, Kudüs şehrinde veya civarında Meryem'e ait herhangi bir anıttan
söz etmiyordu. Eğer aynı yerde Meryem Ana'ya ait bir mezar bulunsaydı, herhalde
bir tarihçi olarak bundan söz etmesi gerekirdi. Ki, Hıristiyanlığın ilk
dönemlerinde, dini kanunlara göre sadece azizlerin ve din uğrunda şehit
olanların yaşadığı veya tanındığı yerlerde, onlar adına kilise kuruluyordu.
Aziz Jerom hayatta iken Meryem'e ithaf edilmiş yegâne kilise Efes’teydi.
Anadolu’nun hicret mekanı olarak seçilmesi sonrası Meryem
Ana, ömrünün son 11 yılını Efes’te geçirmişti. Yuhanna, kardeşi Jak'ın kafası
kesilerek öldürülmesi üzerine, Kudüs'de kalamıyacağını anlamıştı. Ayrıca
İ.S.70’de çıkan Kudüs yangını şehri tamamen yaşanmaz hale getirmişti. Jean,
Anadolu'ya, Ephesus'a geldi. Meryem ve kendisi 90 yaşına merdiven dayamıştı.
Efes’te Hıristiyan nüfusun artışı bu şehre
yerleşmelerinde rol oynamıştı.. İsa Mesih'in kendisine emanet ettiği Meryem'i
de beraberinde getiren Yuhanna, burada zamanın bir çoğunu Efes Kilisesinde
hizmet ederek geçiriyordu. Ancak Kiliseye karşı olan baskılar artmıştı ve
Yuhanna'da bütün bu olanlardan nasibini almış, sürgüne gönderilmişti. O
Anadoluda geçirdiği zamanını boşa harcamamıştı. Bölge hakkında büyük bir bilgi
birikimine sahip olmuştu. Yuhanna'nın sürgüne gönderildiği dönem o zamanki
Hıristiyanların büyük baskılar altında kaldıkları bir dönemdi.Samos adasına
sürgüne gönderilmişti. Samos kuşadasında bakıldığı zaman sanki yüzerek
gidilecekmişçesine yakın olan bir adaydı. Kendisi sürgünde kaldığı zaman
zarfında bugünkü İncil'in son bölümü olan Vahiy bölümünü yazmıştı. Anadoluda'ki
yedi kiliseye karşı Tanrının bildirilerini içeren bu bölüm dünya'nın son
zamanları hakkında bilgiler veriyordu.
İ.S. 375 yılında, ilk dönem Hıristiyan yazarlarından
Epiphanios'a göre "Kutsal Kitapta Meryem'in ölümüne ilişkin bir söz yoktu:
öldü mü, kaldı mı, gömüldü mü, gömülmedi mi? Bilinmiyordu.
Efes, Yunan tanrıçası Artemis’in vatanıydı. Kilise
ihtiyarları, dördüncü yüzyılın sonlarına doğru böyle bir uyarı notunun düşerek
Meryem’i Artemis yerine tanrıça yapmışlardı. Bu güçlü bir Efes geleneğiydi.
İ.S. 431'den az sonra toplanan Efes konsiliyle Hz. Meryem putlaştırılması
sorgulanmıştı. Barnaba ve taraftarlarının çabası, Meryem’in putlaştırılmasını
engellemeye yetmeyecekti.
Oysa Konsilin başlıca amacı, Nestories ile yandaşlarının
Tanrı'nın bakire anasına tapınmayı küçültücü niteliklerini kınamaktı. Konsilin
tutanakları arasında İ.S.429 yılında kyzikos piskoposu Proklos'un verdiği
vaazın metninde bu talep yer aldı. Proklos'un konusu "kadın soyunun yüceltilmesi"
özellikle de "tam vaktinde hem ana olan hem bakire kalan onun" övülüp
yüceltilmesiydi, çünkü, cemaatin önünde söylediği gibi, "Tanrının anası
Kutsal Meryem bizi orada bir araya getirmişti." Ancak, öykünün en ilginç
yanı, konsilin toplandığı yerin "Meryem adlı en kutsal Kilise"
olmasıydı. Efes'te Roma dönemi kentini kazan Avusturyalı arkeologlar bu
Kilisenin, yıkıntılarını gören herkesin iyi bildiği, çifte bazilika olduğu
kanısındaydı. Bu yapıda gerçekten iki Kilise vardı; en doğudaki Justinyanus zamanından
kalmaydı, batı kısmındakinin ise, İ.S.431 yılında var olduğu hemen hemen
kesindi. Meryem'in Efes'te oturduğu savının dayandığı bu ve başka kanıtlar son
zamanlarda yeniden ilgi çekmeye başladı. Bu kez olay, Meryem'in evi denmiş olan
yerin yeniden bulunmasıyla bağlantılıydı. Kentin güneyinde Solimissos(Aladağ)
dağının yamaçlarındaki güzel küçük, kutsal yapı, ününü, doğrusu, geçen yüzyılın
başlarında meydana gelen doğaüstü bir olaya borçluydu.
Anne Catherine Emmerich'in gördüğü görüntü, 1818 yılında
kendi ağzından ozan Brentano'ya yazdırıldı. Brentano 1841 yılına değin bir şey
yayımlamadı, yayımladığında da dağıtımı çok kısıtlıydı. Bu da kadıncağızın
1824'te ölümüyle İzmir Katoliklerinin buluşu arasında bu nedenle bunca zaman
geçmişti. Yaşarken bulunsaydı, onu ne çok sevindirecekti! Gizemli bir yapıya
benzeyen yıkık yapı, apsisli küçük şapelimsi bir şeydi ve komşu köyde oturan
Rum topluluğu burayı zaten Kutsal yer olarak biliyor, zaman zaman burada dinsel
törenler gerçekleştiriyorlardı.
Gene Yunanca-Türkçe adıyla buraya geleneksel olarak
Panaya Kapulu deniyordu. Sözcük anlamı" kutsalın kutsalı kapılı
[bakire]ydi. Yapı şimdi kısmen onarılmıştı. Ayasoluk'tan (Efes'in bugünkü adı)
gelen bir yol, ziyaretçileri buraya ulaştırıyordu.
Yuhanna’nın Efes’e gelişi M.S.70 yılıydı, Kudüs’ün
yandığı yakıldığı, Roma’nın Kudüs Mesihi grubunu dağıttığı yıldı. M.S. 70
yılında Hz. Meryem 90 yaşındaydı. Meryem ana evi denilen bu bina, miladî
birinci yüzyılın işi değildi, mimarî özellik bakımından, sonradan yapılmıştı.
Osmanlılar döneminde , oranın tapusunı 1800’lü yıllarda
keşfeden, bulan İzmir Monsenyör’ü, kendi üzerine aldı. Kuşadası Tabu Sicil
Dairesi’nde burası, Bülbül Dağı, Fransız Lazaristlerine tapuluydu. Daha sonra
İzmir Meryem Ana Derneği’ne üzerine tapulandı.
Bir ocağı andıran mihrap kısmında Hz. İsa'nın altın kalbi
temsil edilmekteydi. Jean, Hz.
Meryem'i putperestlerin diyarına sokmak istemediğinden
onu Bülbül Dağı eteklerinde sık ağaçlarla kaplı bir köşede yaptığı kulübede
gizlemişti. St. Jean her gün gizli gizli onu ziyarete gitmiş ve yiyecek içecek
götürerek yoklamıştı..Hz. Meryem, tam 101 yaşına kadar Bülbül Dağındaki bu
yerde yaşadı ve burada öldü. St. Jean Meryem Anayı yine bu dağda kendisinden
başka hiç kimsenin bilmediği bir yere gömmüştü. Hıristiyanlığın yayılmasından
sonra Hz.
Meryem'in bulunduğu yere Hıristiyanlarca "Haç"
şeklinde bir kilise inşa edilmişti. Bu ev papalıktarafından 1967 yılında
Hıristiyanlığın kutsal bir yeri ilan edilmişti. Burada 15 Ağustosu izleyen ilk
pazar günü ayin yapılmaya ve gelenler hacı olmaya başladılar.
Yuhanna, bugüne ulaşan 4 farklı İncil'den birisi olan
incilinin büyük kısmını burada yazmıştı. Ve burada öldü. Mezarı Selçuk'daki,
Ayasulluk Tepesi üzerine inşa edilen büyük kilisenin içindeydi.
Aynı şekilde Meryem Ana' da Ephesus'da 101 yaşında öldü.
Meryem Ananın mezarı da daha sonra kilise olan Ephesus Stadyumu-limanı
arasındaki büyük "Meryem Kilisesi" yapısındaydı.
Bu keşif ilginç bir hikayeye dayanıyordu.
Burası kötürüm olan ve Türkiye’ye gelemeyen bir Alman
rahibenin tarifleri üzerine bulunmuştu.
Dahası Yedi uyuyanlar kilisesi ile Mecdelli Meryem’in
mezarı Panayır dağının kuzeydoğu eteğindeydi. Yuhanna, gelirken iki Meryem’i
Efes’e getirmişti. 1774 yılında Almanya'nın Flamsk köyünde Anne Catherine
Emmerich doğdu. Ailesi çok yoksuldu. Geceleri saatlerce dua eden bu küçük kızın
en büyük hayali rahibe olmaktı. Dikiş yapmakla geçen bir süreden sonra 29
yaşında bir manastıra katıldı. Burada sakin bir yaşam sürerken çok ağır bir
hastalığa yakaladı. 1811'de manastır parasızlıktan kapanınca da, hasta hasta
kapı dışarı edildi. Bir köy rahibi onu korumasına alarak gariban bir ev buldu.
1812 yılının 29 Aralık gününde çılgınlar gibi dua ederken hasta hasta, gökten
bir ışık indi ve İsa'nın çivilendiği yerlerden elleri ve ayakları kanamaya başladı.
Artık "stigmatize" oldu (başına bu gelenlere
verilen isim) ve otomatikman azize konumuna yükseldi. Bu arada bu kadın sürekli
translara girdi ve gaipten dinsel olayları anlatmaya başladı. 1818'de Meryem
Ana'nın hayatını anlattı. Son günlerini Ephesos'un dışında, küçük bir evde
geçirdiğini söyledi. Böylece Hıristiyanlık alemi Meryem Ana'nın Kudüs'te değil,
Ephesus'da öldüğünü öğrenmiş oldu. Koskoca azize bunu söyleyince de papalık da
zamanla bu işi kabullendi.
Emmerich evle ilgili bayağı detaylı bilgiler verdi;
şöminesinden pencerelerine kadar. Mezarın bir mağarada olduğunu, gömüldükten
sonra tıpkı İsa gibi, mezarının boşaldığını anlattı rahibe. Jean ve arkadaşları
bu mağaranın ağzını kapatmışlar, evi de kiliseye çevirmişlerdi. Bütün bu
bilgiler 1874 yılında yayınlandı ve büyük tartışmalar yarattı. Bu arada,
Ephesus kazıları 1860'larda başlamış ve 1870lerde ilk ciltleri yayınlanarak,
buradan bulunan eserler British Museum'da sergilenmeye başlamıştı. Dolayısıyla
Ephesus'un ünlü olduğu, büyük ilgi gördüğü bir dönemdi. 1880lerde kitabı okuyan
bir sürü kişi Ephesus civarındaki tepelerde bu evi aramaya başladılar. 1891
yılında İzmir'deki Fransız Hastanesi başhemşiresi Marie de Mandat Grancey'in
ekibi, tarife uyan bir Bizans kilise kalıntısı evi bularak burayı
keşfettiklerini ilan etti. İzmir'deki Lazarist Mezhebi buradaki toprakları
satın alarak buraya haç seferleri düzenlemeye başladı. Ama 1914-1922 arasındaki
kaostan sonra Lazaristler İzmir'den ayrıldı ve ev olayı da unutuldu. Türkiye,
1950'lerde ilgiyi görünce burayı restore edip 1952'de hizmete açtı.
Efes'de ki Meryemana evi Katolikler'in kutsal mekanıydı.
St. Paul Efesliler'e vaaz vermişti.
Selçuk'taki evin önemi buydu. İncil'de 7 Asya
kilisesinden bahsedilirdi: Smyrna, Pergamos, Sardis (Sart), Philadelphia
(Alasehir), Laodicea, Thyratira ve Ephesus. Bu 7 kilise Hıristiyanlar için çok
önemliydi ve Türkiye'ye hacca gelen bütün Hıristiyanlar bu 7 kiliseyi görmeye
gelirdi.
Yuhanna, Meryemle birlikte yaşamış bir Havari olarak
tevhid inancını en iyi bilenlerdendi. Ona atfedilen İncil, ölümünden sonra
değiştirilmiş ve hayatta iken en fazla karşı olduğu Pavlus’un öğretisi özenle
yerleştirilmişti.
AZİZ POLİKARP
Aziz Polikarp, İzmir’de işkence ile şehit edilmiş hakiki
bir İseviydi. Tevhidciydi. Anadolulu gerçek Hıristiyan Tanrı adamı Polikarp'ın
adı "çok çekirdekli" anlamına geliyordu. Polikarp İzmir Piskoposuydu.
155, 156 ya da 167 yıllarında İzmir'de yakılarak öldürülmüştü. Öldüğünde 86
yaşındaydı. Hıristiyanlar üzerinde baskıların yoğunlaştığı bir dönemdi. Hıristiyanların
yırtıcıhayvanlara atıldığı bir sirk gösterisi sırasında halk tanrısızlara ölüm,
Polikarp'ta buraya getirilsin! "diye bağırdı. Polikarp yakınlarının
üstelemeleri ve baskısıyla şehir dışında bir eve gizlenmişti.
Zamanını ibadetle geçirmekteydi. Tutuklanmasından üç gün
önce dua ettiği sırada, yastığının yanarak kül olduğunu gördü. Yanındakilere
dönerek "beni diri diri yakacaklar" dedi. O sıralar Polis harıl harıl
onu arıyordu. Daha önce kalmış olduğu eve baskın yaparak orada bulmuş oldukları
iki Hıristiyan köleyi işkenceyle Polikarp'ın nerede olduğunu söylettiler. Hak
erinin saklandığı evi bastıklarında onu küçük bir odada uyur buldular.
Gürültüye uyanan Polikarp aşağıya inerek polisleri karşıladı ve gecenin o geç
vaktinde onlara yiyecek ve içecek bir şeyler hazırladı. Polikarp'ın ilerlemiş
yaşından ve sakin tutumundan çok etkilenen polisler, birbirlerine "bu
ihtiyarı niye tutuklamaları gerektiğini" sordular, ama emir emirdi.
İhtiyarı bir eşeğe bindirerek şehire götürdüler. Polislerin şefi Herodes ve babası
Niketes yolda onunla karşılaştılar ve onu arabalarına aldılar. "Tanrı ‘mız
imparator hazretleri için bir kaç gönül alıcı söz söyleseydinde canını
kurtarsaydın fena mı olurdu sanki?" diyerek onu inancından ödün vermeye
zorladılar. Ne varki Polikarp hiç yanaşmadı buna. O zaman adamlar öfkeyle ona
hakaretler yağdırmaya başladıar, bununla da yetinmeyerek arabadan ittiler.
Polikarp'ın ayağı zedelendi yere düşünce. Ama o buna hiç aldırış etmeden
kararlı adımlarla stadyuma doğru ilerledi. Tam içeri girdiği sırada vicdanının
derinliklerinde, "cesaretini topla Polikarp ve de güçlü ol" diye bir
ses duydu.
Prokonsil, Polikarp'a inancından dönmesini önerdi ve
ondan şöyle demesini istedi: "İmparator üzerine yemin et, sözünden dön ve
‘kahrolsun tanrısızlar!' diye bağır yalnızca!"
Prokonsilin bu sözleri üzerine Polikarp putperestler
yığınına doğru el sallayarak "kahrolsun tanrısızlar!" diye bağırdı.
Ama o putperestleri kastetmekteydi "tanrısızlar" sözcüğüyle. Ne varki
Prokonsül bu kadarıyla yetinmedi. "Yemin et ve Mesih'i de lanetle ki, ben
de salıvereyim seni" deyince Polikarp şu yanıtı verdi: "Ben seksen
altı yıldır ona hizmet etmekteyim ve hiç bir kötülük görmedim ondan. Şimdi
nasıl olurda kralımı ve kurtarıcımı kötüleyebilirim?"
Prokonsül ihtiyar ermişe, onu yırtıcı hayvanların önüne
atacağını ya da diri diri yaktıracağını söyleyerek gözdağı vermeye çalıştı. Ama
Polikarp inancından ödün vermeye hiç mi hiç yanaşmadı. Sonunda ateşte yakılarak
öldürülmesine karar verildi ve bu karar uygulandı. İnancı uğruna yakılmayı göze
alan Polikarp Hıristiyanlığın saygın bir ismi olarak yerini aldı. Anılma günü
ise 23 Şubat'tı.
İlk gerçek İseviler Anadolu’da büyük işkencelere maruz
kalmışlardı. Kapadokya bölgesinde karakteristik özelliğini veren kuşkusuz ilk
Hıristiyanların kayalara oydukları kilise, şapel, manastır ve yeraltı
şehirleriydi. Bizans vali ve polislerinin baskısından kaçan ilk Hıristiyanlar,
daha ilk yıllardan başlayarak Kapadokya bölgesine gelmişler ve buradaki kaya
içlerine saklanarak yaşamlarını ve ibadetlerini sürdürmüşlerdi. Daha sonraki
yıllarda Bizans içinde 725-843 yılları arasında "ikonaklazma" adı
verilen kiliselerdeki ikonaların yasaklandığı dönemde ise, ikona yanlısı
Hıristiyanlar gene Kapadokya bölgesine gelerek kiliselerini ikonalarla
süsleyebilmişlerdi. 600 ve 900 yılları arasında sadece Göreme civarında inşa
edilen kiliselerin sayısı 400'den fazlaydı. Bu kadar çok kiliseyi bir arada
bulunduran Kapadokya bölgesini "Anadolu'nun Vatikan ı" olarak
adlandırmak hiç de yanlış olmazdı.
İncil dininin yayılması, o tarihlerde, uçsuz bucaksız
Roma İmparatorluğu'nda hüküm süren barıştan ve bu barışın yarattığı ulaşım
kolaylıklarından yararlandı. Bütün inanışları hoşgörüyle karşılayan Roma, daha
sonra fakirlerin dini olarak gördükleri İsevilik büyüyünce Hıristiyanlara vahşîce
eziyet etti. Aslında Roma, kendi bakımından haklıydı; köleleri bile bağrına
basan ve tek bir Tanrı tanıyarak, imparatorluğun tanrılığım inkâr eden bir dine
göz yumamazdı.
Ama bu güç dönem 310 yılı sonlarına doğru, İmparator
Constantius'un. rakiplerini yenerekHıristiyanları himayesine almasıyla ve
Milano Fermanı'nın 313’de tam bir iman özgürlüğü tanımasıyla son buldu. 330'da,
Constantinus imparatorluğun ikinci başkenti Konstantinapolisi ( İstanbul)
kurdu; bu "Yeni Roma", bir din merkezi oldu ve doğu Hıristiyanlarını,
Roma yerine, kendine çekti. Bizans İmparatoru ile dört patriğin (en önemlisi
Konstantinopolis patriğiydi) çevresinde toplanan doğu Hıristiyanları, bambaşka
bir anlayışta gördükleri Latin kardeşlerini kendilerine her gün biraz daha
yabancı buluyorlardı. Üstelik, Konstantinopolis'te, imparator ile patrik,
Hıristiyanların lideri olarak Roma'daki papayı tanımağa yanaşmıyorlardı.
Hıristiyanlık serbest bırakıldıktan sonra bölgede,
manastır yaşamı başladı. Keşişler manastırlarda, dünyadan uzak topluca
yaşıyorlardı. Manastırlarda kilisecikler, keşiş odaları, yemek salonları vardı.
VI. Yüzyıl sonlarında başlayan Arap-Emevi hücumları karşısında bölge halkı
dinsel merkezler çevresinde yer altı kentleri oluşturdu. Derinkuyu ve Kaymaklı
yerin altına yedi kat oyularak yapılmıştı. Dar bir koridorla girilen yeraltı
kentleri, farklı işlevleri olan odalara sahipti.
Dışarıyla bağlantısı, yuvarlak taşlardan oluşan ve
dışarıdan açılması mümkün olmayan taşlarla kesiliyordu. Herhangi bir saldırı
sırasında binlerce insanı ve hayvanı saklayacak büyüklükte ve düzende kurulmuş
bu kentler, adeta yerin altına uzanmış apartmanları çağrıştırmaktaydı.
Kapadokya, Toroslar’daki stratejik geçitlere egemen
konumda olduğundan Bizanslılar için gözde bir yerdi. Göreme yöresi piskoposluk
bölgesi ilan edildi ve Hıristiyan papaz yetiştirme merkezi oldu. İmparator
Leon’un Müslümanlıktan etkilenerek dinsel konulu resim ve ikonaları
yasaklamasıyla yüz yıl süren ikonoklasm (tasvir kırıcı) dönem başladı. İkon
yanlısı Hıristiyanlar baskı altına alınınca Kapadokya keşişlerin sığınağı oldu.
İkonoklasm hareketinden etkilenen kiliseler de oldu. Bunlar yeni yaptıkları
kiliselerde haça, geometrik bezemelere, hayvan betimlerine yer verdi.
Arap saldırılarından sonra Bizans sanatı tekrar ikonlaşma
dönemine girdi. Kapadokya sanatı XI.
Yüzyılın sonuna kadar Bizans sanatının etkisi altında
kaldı. Kiliseleri İsa’nın yaşamından kesitler, kutsal portreler, dinsel öyküler
renklendiriyordu. Bizans İmparatorluğu’nun Selçukluklara yenilmesiyle Anadolu
ile birlikte Kapadokya da yeni bir döneme girdi.
Hıristiyanlık Türk egemenliğinden sonra da Anadolu
Selçuklu Devleti’nin tanıdığı özgürlük nedeniyle varlığını sürdürdü. Yörenin,
Bizans kültür merkezleriyle ilişkisi kopması nedeniyle, Kapadokya resim
sanatının geleneksel özellikleri unutuldu. Hıristiyanlar bir süre sonra Rumcayı
unutarak Türkçe konuşmaya başladılar. Müslümanlığı seçenler önce Osmanlılaştı,
sonra Türkleşti.5. Bölüm: Konsiller, Parçalanan Hıristiyanlık ve Vatikan
Hıristiyanlıkta Kilise önderleri ve ileri gelenlerinin dinsel öğreti ve
kuralları görüşüp karara bağladıkları toplantılara konsil adı verildi. Bir
konsilin ökümenik sayılması için bütün piskoposların bu toplantılara katılması
gerekiyordu. İşte miladın ilk bininci yılında 8 evrensel konsil düzenlenmişti.
Bunların hepsi de Türkiye topraklarında gerçekleştirilmişti.
Bu toplantılardan ilki, eski adıyla Nicea diye bilinen
İznik'te toplandı. Zaten "ökümenik" sözüde 325 yılında toplanan bu
konsil için kullanıldı ilk kez. Konsil İmparator 1.Constantinus'un çağrısı
üzerine toplanmıştı. Bu toplantı sonucunda İsa'nın sadece bir insan olduğunu
savunan Arius'çulara karşı İsa'nın Tanrılığını, babanın oğlu olarak onunla aynı
özden geldiğini ileri süren Roma görüşü kabul edildi.
İkinci Konsil Konstantinapolis'te (İstanbul) toplandı.
381 yılında düzenlenen bu konsilden Kutsal Ruh'unda Tanrı sayılması gerektiği,
çünkü onunda baba ve oğul'la aynı özü taşıdığı kararı çıktı.
Üçüncü konsil 413 yılında Efes'te toplandı. Bundan sonra
451 yılında Kalkedon 553, 680 ve 869 yıllarında olmak üzere değişik yüzyıllarda
İstanbul'da dört konsil daha toplandı. 869 yılındaki konsil ilk bininci yılın
son evrensel Kiliseler toplantısı oluyordu aynı zamanda. Ve buradaki
tartışmalar doğu ve batı kiliselerinin ayrılmalarıyla sonuçlandı. Son İstanbul
konsilinden önce bir toplantı da II.Nicea(İznik) konsili adıyla İznik'te
düzenlenmişti.
Hıristiyan dini miladın ilk bininci yılında düzenlenmiş
bulunan 8 konsilde alınan kararlar sonucu sapkın ilkelerine kavuştu. Bu
kararları onaylayanlar ya da onaylamayanlar da kendi bağımsız Kiliselerini yine
bu konsil sonuçlarına dayandırarak kurdular. Bu 8 evrensel Kilise toplantısının
tümünün de Anadoluda yapılmış bulunması, Anadolunun Hıristiyanlık açısından ne
denli önemli bir yer tuttuğunu açıkça gözler önüne seriyordu.
Roma büsbütün sekülerleşti. Roma sekülerliğinin ikincil
belirtisi aşırı yemek ve amacından sapmış cinsellikti ve idaresi altındakileri
ancak zorbalıkla bir arada tutmaya çalıştığı andan itibaren zaaf geçirmeye
başladı. Artık tek istediği mutlak itaatti. Hıristiyanlık, Roma topraklarında
neşvü nema bulmaya başladığında, “Tanrı’ya ibadet, Sezar’a itaat” istiyordu.
Roma, “ibadet de itaat de Sezar’ın” diyor, Sezar’a
ibadeti reddeden mü’minlere ağır işkenceler uyguluyordu. Güç haksız biçimde
temerküz edip değerler aşınınca ve inanç üzerindeki baskılar artınca, merkezde
yer almayan bütün mağdurlar, dışlanmışlar ve ezilmişler baskı görenlerin
safında toplanırdı. Roma’da da böyle oldu. Her geçen gün Hıristiyanlık çığ gibi
büyüdü. Sadece büyümüyor, aynı zamanda muazzam bir enerji biriktiriyordu. 4.
yüzyılın ilk çeyreğinde Kostantin’in iç enerjisini tüketmekte olan
imparatorluğun merkezini İstanbul’a taşıması ve İznik’te Konsül toplaması
tesadüfi değildi. Konstantin, pagandı, Hıristiyanlığa inanmıyordu; ama bu dinin
gücünü, birleştirici misyonunu ve muazzam bir enerjiyi biriktirme yeteneğini
fark etmişti. Pavlus’un öngörüsüne sığınmıştı. 19 Haziran’da başlayıp 25
Ağustos’ta biten Konsül’e her taraftan gelmiş seçkin 300 küsur papaz
katılmıştı. İmparator, tartışmaların tümünü izledi. Özellikle Ariusçuların yol
açtığı tartışmanın en ufak ayrıntısını kaçırmadı. Ariusçular, “Tanrı birdir,
İsa’nın tanrısal tabiatı yoktur, o bir insan ve bir peygamberdir.” diyorlardı.
Diğerleri ise, “üç tanrı” doktrinini savunuyorlardı. Athanasias Yemini’nde
formüle edildiği üzere, “Birlik içinde üç. Baba, Oğul ve Kutsal Ruh. Her üçü de
tanrıdır.” diyorlardı. Sonunda Konstantin, bilinçli ve ne yaptığının farkında
olarak üçleme inancını savunanların tarafını tuttu ve papazların bu yönde oy
kullanmasını sağlayarak üçlemeyi resmî devlet doktrini haline getirdi.Bizans,
sonraları üçleme doktrinini temel alan Hıristiyanlığı “devlet dini” yapmakla
imparatorluğun ömrünü uzattı. Hıristiyanlığın sağladığı sinerjiyle 1453’e kadar
yaşadı. Ancak Batı Roma bu kadar zeki ve hoşgörülü değildi. Orada Hıristiyanlar
ağır baskılar altında yaşamaya çalışıyorlardı. Manevi ilkeyle bağını koparan ve
Hıristiyanlığa hayat hakkı tanımayan Batı Roma 476’da yıkıldı. Yıkılışın
arifesinde Romalı generaller, Hıristiyan papazlarından yardım talep ettiler.
Papazlar kıllarını kıpırdatmadı, Roma’nın yıkılışını keyifle izlediler.
Hıristiyanların niçin Roma’nın yıkılışını önlemek için
harekete geçmediklerini anlamak güç değildi. Onlar hem çok zulüm görmüşlerdi,
hem Roma’nın yerini alacaklardı. Nitekim öyle oldu. “Kardinal” Roma subay
rütbesi iken, Kilise hiyerarşisinde yüksek düzeyde rahiplerin mertebesi oldu.
Batı Kilisesi, Roma’yı olduğu gibi taklit etti, Roma hukukunu iki ilave ile
-boşanma ve faiz yasağı- aynen iktibas etti. Yunanlılar düşünmüş, Romalılar
uygulamıştı. Roma’da tefekkür ve felsefe zayıftı. Roma salt idare ve hukuktu.
Ancak hukuk, son dönemlerde hikmetsiz kurallardan, ruhsuz şekilden ibaretti ki,
en büyük zaafı bir usule sahip olmamasıydı. Hukuk metodolojisi (Fıkıh Usulü)
tarihte sadece İslam hukukuna özgüydü.
Katolik Kilisesi, müntesiplerini vahşi aslanlara
parçalatan Roma devletinin örgütlenme biçimini örnek aldı, hiyerarşik düzenini
bu çerçevede düzenledi. Fransız ihtilaliyle laikliği resmî ve emredici tutum
haline getiren modern ulus devlet de, kendi karşıtı olan Roma Katolik
Kilisesi’ni örnek aldı, kendini Kilise’ye göre tanımladı. Roma, Hıristiyanları;
Kilise, laikleri; laiklerin modern ulus devleti de “yurttaş formatı”nda
türdeşleştirdiği herkesi ve özellikle dindarları ezdi.
HAKİKİ İSEVİ ARİUSCULAR
Konstantinopolis'in her köşesi onların tartışmaları ile
doluydu: sokaklar, pazar yeri, sarrafların dükkanları... Bir esnafa,
dükkanındaki bazı eşyalar için kaç gümüş sikke istediğini sorun. Size
doğurulmuş ve doğurulmamış varlık üzerine etraflı bir araştırma ile cevap
verecekti. Bugün ekmeğin fiyatını sorduğunuzda, fırıncıdan: "Oğul Babanın
buyruğu altındadır" yanıtı alınırdı.
Evdeki hizmetkara banyonun hazır olup olmadığını sorun.
Cevabı: "Oğul yokluktan olmuştur" olacaktı... Katolikler "tek
evlat edinilen Yücedir" dediler, Ariusçular ise "Yaratan, herşeyden
ulu olan" dedi. Barnaba’nın şahsi manevisini temsil ediyorlardı.
Konstantin, imparatorluk topraklarında yaşayan
Hıristiyanlara geniş bir inanç ve ibadet özgürlüğü tanımıştı, ama kendisi
Hıristiyan değildi. Roma'nın geleneksel putperest inanışlarını korumaya devam
ediyordu. O, çıkarlarını koruyan bir devlet yöneticisiydi ve istediği,
sınırları içinde yaşayan tüm dinlerle, özellikle de Güneş'e tapınmaya dayalı
batıl Sol Invictus dini ile Hıristiyanlık arasında bir uzlaşma, hatta kaynaşma
sağlamaktı. Konstantin, tam bu kaynaşmayı sağlamaya çalıştığı sırada
Hıristiyanların kendi aralarında teolojik bir tartışmaya girmelerinden çok
rahatsız olmuş ve söz konusu Konsil'i düzenleyerek, imparatorluk sınırlarındaki
tüm sözü dinlenir rahipleri İznik'e çağırmıştı. Konsil'de iki taraf vardı.
Bunlardan birincisi Hz. İsa'nın Allah'ın yeryüzündeki bedenleşmiş şekli olduğu
yönündeki batıl enkarnasyon inancıydı. Bu grubun lideri İskenderiye Piskoposu
Athanasius'tu. Athanasius'un karşısında ise ünlü Mısırlı rahip Arius vardı.
İskenderiye’de kütüphanede bulunan Barnaba İncil’inden faydalandığı ileri
sürülen Arius, Roma ile savaşa hazırlanmıştı.
Libya kökenli Mısırlı bir ailenin oğlu olan Arius,
dönemin önemli kenti İskenderiye'de büyümüş ve 312 yılında da Kilise'ye
katılarak rahip olmuştu. Arius, Allah'ın birliğine iman ediyor ve o sıralarda
Roma Kilisesi tarafından kabul edilmiş olan ve Hz. İsa'yı sözde tanrı sayan
öğretinin yanlış olduğunu vaaz ediyordu. Arius Hz. İsa için kullanılan
"Allah'ın Oğlu" sıfatının tamamen mecazi bir anlama sahip olduğunu ve
onu ilahlaştırmak gibi bir anlam taşımadığını söylüyordu.
Bunu ispatlamak için Matta İncili'ndeki "Ne mutlu
barışı sağlayanlara! Onlara Tanrı oğullarıdenecek" (Matta, 5/9) alıntısını
gösteriyor ve Allah'ın isteklerine uygun davranan herkes için bu sıfatın
geçerli olduğunu, bunun Hz. İsa'ya özel bir ifade olmadığını vurguluyordu.
Arius bir eserinde "Aslında biz de Tanrı'nın oğulları haline
gelebiliriz" diye yazmıştı. Bu düşüncesini desteklemek için Hz. İsa'nın
İncil'de geçen ve "Tanrım" diye başlayan dualarını örnek
gösteriyordu. Bu duaların Hz. İsa'nın Allah'a bağlı ve diğer insanlar gibi aciz
bir kul olduğunu gösterdiğini söylüyordu. Arius Hz. İsa'nın Yeni Ahit'te
kendisinden sık sık "insanoğlu" diye söz etmesine de dikkat çekiyor
ve bunun Hz. İsa'nın beşeri doğasını gösterdiğini vurguluyordu.
Arius, İskenderiye'nin bir ilçesi olan Banealis'in resmi
rahibi olarak bu düşüncelerini geniş bir kitleye aktardı. Onu dinleyen halk,
hem anlattıklarının tutarlılığı ve ikna ediciliği, hem de Arius'un mütevazi ve
gösterişten uzak yaşamı nedeniyle fikirlerini kolayca kabul etti. Ancak
İskenderiye Piskoposu Alexander "Ariusçuluk" akımından çok rahatsız
oldu. Alexander, Hz.
İsa'yı mecazi değil "lafzi yani kelime
anlamında" "Allah'ın Oğlu" sayan, yani ilah kabul eden Roma
Kilisesi'ne bağlıydı. Önce Arius'u fikirlerini değiştirmesi için ikna etmeye
çalıştı. Bunu başaramayınca da Ariusçuluğa karşı şiddetli bir saldırı başlattı.
Bunu kendi yazılarında şöyle anlatıyordu: Bu akım giderek her yere, tüm
Mısır'a, Libya'ya ve Yukarı Tebes'e yayıldı. Bunun üzerine, biz de, Mısır ve
Libya'nın piskoposları ile biraraya geldik ve yaklaşık yüz kişilik bir kurulda
bu akımı ve tüm takipçilerini lanetledik. Bu lanetleme yalnızca sözde kalmadı.
318 yılında Arius ve takipçileri Kilise'den aforoz edildiler. Arius ve onun en
yakın yardımcıları olan Piskopos Theonas ve Secundus ile on iki rahip sürgüne
gönderildi. Arius sürgüne gitmeden önce düşüncelerini Thalia adlı lirik bir
kitapta topladı. Sürgün yeri ise Filistin'di.
Ancak Arius bu bölgede de kendisine yeni sempatizanlar
buldu. Böylece Roma Kilisesi'nin birtakım inanışlarına şiddetle muhalefet eden
bir hareket, her türlü engele rağmen yayılmaya devam etti. Bunun haberleri,
Roma Kilisesi'ni himayesi altına almış olan İmparator Konstantin'e ulaştığında,
İmparator önemli bir sorunla karşı karşıya olduğunu fark etti. Roma içinde dini
bir birlik sağlamak için uğraşmış, bu amaçla Kilise'yi koruyucu kanatlarının
altına almıştı. Ama şimdi Kilise kendi içinde bölünme tehlikesi ile karşı
karşıyaydı. Bunun üzerine, hiç vakit kaybetmeden bu sorunu halletmeye ve
birliği yeniden sağlamaya karar verdi. Hıristiyan tarihinin en önemli dönüm
noktalarından biri olan İznik Konsili bu amaçla toplandı.
İZNİK KONSİLİ
İmparator Konstantin, Ariusçuluk ile onun muhalifleri
arasındaki çatışmayı önce her iki tarafa mektuplar yollatarak ve "birliğin
herşeyden daha önemli" olduğunu anlatarak çözmeye çalışmıştı.
Ancak bu tür girişimlerin fayda etmediğini görünce,
Piskopos Hosius'un tavsiyesi üzerine, büyük bir "Dünya Kilise
Konsili" ya da diğer adıyla bir "Sinod" toplamaya karar verdi.
İznik'te toplanan bu konsilde, bugüne dek ulaşacak olan üçleme inancı
tanımlandı. Bu inancı kabul etmeyenler ise "sapkın" (heretik) olarak
ilan edildiler. "Demokratik" bir forum gibi gösterilmeye çalışılan
İznik Konsili'nde gerçekte İmparator Konstantin'in büyük bir ağırlığı vardı ve
çıkan karar da onun desteklediği tarafın lehinde oldu.
Konstantin'in tuttuğu taraf ise kendi himayesine girmiş
olan Roma Kilisesi'ydi. Konsile katılan üç yüzü aşkın rahibin arasında yalnızca
yirmi tanesi Arius'a yakın isimlerden oluşuyordu. Bunda Konstantin'in ilk başta
Ankara'da yapılması planlanan konsili, daha kuzeybatıdaki İznik'e aldırması ve
böylece Ariusçuluğun etkin olduğu Doğu Kiliseleri'ne bağlı rahiplerin konsile
katılmalarını zorlaştırmasının da rolü vardı. İznik'in bir diğer özelliği ise
İmparator'un da burada yazlık bir sarayının olması ve Konsil sırasında kentte
bulunmasıydı. Bu nedenle İmparator, konsilin tüm oturumlarına katıldı ve onun
otoritesi de doğal olarak alınan kararlara yansıdı. Hz.İsa'nın sözde
ilahlaştırılmasının o zamana kadar yapılmış en açık ve en somut ifadesi olan
İznik Yemini'nde şöyle deniyordu: İnanıyoruz ki... Rab İsa Mesih, Tanrı'nın
Oğlu'dur, Baba Tanrı'dan südur etmiştir, Baba Tanrı ile aynı özdendir.
Tanrı'dan Tanrı'dır, Işık'tan Işık'tır. Tanrı'yla aynı özden olup Tanrı'dan
südur etmiştir, yaratılmamıştır. Onun (Hz. İsa'nın) aracılığıyla göklerde ve
yerde var olan herşey yaratılmıştır. O ki biz insanlar için ve kurtuluşumuz
için aşağı inmiş ve beden bulmuş ve insana dönüşmüştür. Acı çekmiş, üçüncü
günde dirilmiş ve göğe yükselmiştir. Ve ölüleri ve dirileri yargılamak için
yeniden gelecektir. Ve inanıyoruz ki Kutsal Ruh (da Tanrı'dandır.) Ve eğer kim
"Tanrı'nın Oğlu'nun var olmadığı bir zaman vardı" diyecek olursa, ya
da "südur etmeden önce yoktu" diyecek olursa, ya da "önceden var
olmayan şeylerden yapıldı" diyecek olursa, ya da "Baba'dan farklı bir
özdendir" diyecek olursa, ya da onun bir yaratılmış olduğunu ya da
dönüşüme açık olduğunu diyecek olursa, Katolik Kilisesi tüm bu sözleri
söyleyenleri lanetler.
Daha ilk paragrafta, Ariusçuların karşı çıktığı öğreti
teyit ediliyordu. İkinci paragrafta hedef alınan ve kendisine Katolik
(Evrensel) Kilise sıfatını veren Roma Kilisesi tarafından lanetlenen kişiler
ise, Hz. İsa'nın Allah'ın elçisi ve yarattığı bir kul olduğunu söyleyen
kişilerdi; yani Barnaba’nın takipçileri Ariusçular ve bu düşünceye sahip olan
diğerleri.
İznik Yemini, yayınlandığı tarihten sonra Hıristiyan
inancının temeli haline geldi ve bu yemine bağlı olmayan herkes sapkın sayıldı.
Roma Katolik Kilisesi "Tanrı'nın iradesinin bu konsilde tecelli ettiğini"
ilan etti, dolayısıyla İznik Yemini de adeta bir vahiy gibi kutsal ve hatasız
bir metin sayıldı. Oysa tecelli eden irade aslında Roma İmparatorluğu'nun
iradesiydi.
Ariusçular ise konsilden sonra daha büyük bir baskı
altına alındılar. İznik Konsili'ne imza koymayı reddeden Arius taraftarları
aforoz edildiler. Ancak yine de yaklaşık yarım yüzyıl boyunca direnmeye devam
ettiler. Ancak Kilise'nin ısrarlı baskıları karşısında 4. yüzyıl sonlarına
doğru yavaş yavaş tarih sahnesinden çekildiler. Ancak üçlemenin Kilise
tarafından resmen kabulü dahi ihtilafları sona erdirmedi. Yeni konsiller
toplandı, yeni görüşler ortaya atıldı, tartışmalar yaşandı. Ama tüm
tartışmalara rağmen "Üçte Bir, Birde Üç" şeklinde ifade edilen batıl
inanış her zaman korundu. Bu batıl inanç, Allah'ın üç farklı kişilikte
bulunması ve bu üç kişiliğin de eşit, sonsuz ve müşterek değerde olmaları
anlamlarını taşıyordu. Konstantin döneminde hem İznik Yemini gibi inanışlar
geliştirildi, hem de bugün elimizde bulunan Yeni Ahit'e son şekli verildi.
Bugün elimizdeki hiçbir Yeni Ahit nüshası Konstantin devrinden daha eski
değildi.
İznik Konsili'nden sonraki yarım yüzyıl boyunca
Athanasius, İznik formülünü savundu ve giderek daha da geliştirdi. Çünkü İznik
Konsili'nde henüz üçleme inancı son şeklini almamış, sadece alt yapısı
oluşturulmuştu. Üçlemenin üçüncü unsuru olan Kutsal Ruh konusu belirsiz
bırakılmıştı. 4. yüzyılda İstanbul Patriği olan Makedonius başkanlığında ikinci
genel konsil İstanbul'da toplandı ve "Kutsal Ruh'un üçleme inancının
üçüncü parçası olduğu, üçünün de uluhiyet bakımından aynı seviyede olduğu"
ilan edildi. Böylece üçleme inancı Hz. İsa'nın Allah Katı'na alınışından
yaklaşık 4 yüzyıl sonra son şeklini almış oldu. Bu konsilde Kitab-ı Mukaddes'te
olmayan bir inanış daha ortaya atıldı: Homoousios. Bu kelime ile, üçlemeyi
oluşturan üç kişiliğin de aynı cevhere ve eşit yetkilere sahip oldukları ifade
ediliyordu.
Üçleme inancının insanlara sunuluş şekli
"anlaşılması zor, kavranması mümkün olmayan, ancak mutlaka kabul edilmesi
gereken" bir inançtı. Bunun nedeni üçlemeyi savunanların bir yandan da
tevhid inancını kabul ettiklerini söylemeleriydi. Oysa üçleme inancı ile tevhid
inancının birlikte var olamayacakları açıktı. İnsanlarda oluşan soru işaretleri
hiçbir zaman makul ve anlaşılır bir şekilde cevaplanamamıştı. Bunu
yapabilmeleri de mümkün değildi. Bu nedenle de üçlemenin bir iman konusu
olduğunu, üzerinde düşünmek ya da anlamak gerekmediğini, sadece olduğu gibi
inanılması gereken bir inanış olduğunu savunuyorlardı. Bu durum yüzyıllardır
üçleme inanışınınyanlışlığı ve çelişkileri üzerinde konuşulmasını
engelleyecekti. Üçleme inancı; üzerinde konuşmanın ve tartışmanın yasaklandığı
bir inanıştı. 381'de İstanbul (Konstantinopolis) Konsülü, yarım asır önce
İznik'te alınan kararları onayladı ve Ariusçuluğun son kalıntılarını da bir kez
daha lanetledi. Oysa geçen yarım yüzyılda İstanbul’da 3 Ariuscu başpiskopos
yönetimi ele geçirerek, bir süre daha direnmişti. Bu arada Athanasias Yemini
denen yeni bir belge daha Kilise tarafından kabul edilmişti ve bu belgede İznik
Konsülü'nde değinilmiş olan Üçleme Doktrini çok daha somut bir biçimde ifade
ediliyordu: Kurtuluşa ermek isteyen, Katolik inancı herşeyin üstünde
tutmalıydı. Buna bir bütün olarak inanmayan kuşkusuz sonsuza kadar yok
olacaktı. Katolik inancı şuydu: Biz bir üçleme içindeki bir Tanrı'ya
inanıyoruz, ve birlik içindeki üçlemeye. Kimliklerini karıştırmıyoruz, ya da
özlerini ayırmıyoruz. Çünkü Baba bağımsız bir kimliktedir, Oğlu bağımsız bir
kimliktedir, ve Kutsal Ruh bağımsız bir kimliktedir. Ama Baba'nın Oğul'un ve
Kutsal Ruh'un tanrılığı birdir. Baba yaratılmamıştır, Oğul yaratılmamıştır,
Kutsal Ruh yaratılmamıştır... Baba ebedidir, Oğul ebedidir, Kutsal Ruh
ebedidir... Baba Tanrı'dır, Oğul Tanrı'dır, Kutsal Ruh Tanrı'dır... Baba Rabbimizdir,
Oğul Rabbimizdir, Kutsal Ruh Rabbimizdir.
Hıristiyanlık böylece Hz. İsa'nın getirdiği saf ve
katıksız Tevhid dininden, gerçek Yahudilik'ten kesin olarak kopuyor ve
çok-tanrılı bir pagan inancı haline geliyordu. Bir Yahudi peygamberi olan ve
kuşkusuz Tevrat'ın "dinle Ey İsrail, Rab bizim Allahımızdır ve Rab
tektir" hükmüne bağlı kalan Hz. İsa, şimdi Allah'ın yanında ikinci bir
ilah olarak tarif ediliyordu. Oysa Kuran'a göre de Hz. İsa etrafındakilere
"Allah, benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse O'na ibadet
edin" demişti.
Hz. İsa'yı annesi Hz. Meryem 'e müjdelemiş ve onu
tebliğinde desteklemiş olan Kutsal Ruh (Ruh-ül Kudüs), yani Cebrail ise,
Allah'ın yarattığı bir melek olmasına rağmen şimdi Hz. İsa'nın yanında üçüncü
bir ilah sayılıyordu. Gördüğü her kutsal varlığı ilah sayan pagan düşüncesinin
sonucuydu bu. Ancak sözkonusu Üçleme Doktrini, hem hiçbir dayanağı olmayan bir
pagan düşüncesi olduğu hem de çok açık bir mantıksal çelişki barındırdığı için,
dördüncü yüzyıldan bu yana Hıristiyan dünyası içindeki pek çok akım ya da kişi
tarafından reddedildi. Ariusçular sözkonusu "anti-Triniteryen"
(Üçleme karşıtı) Hıristiyanların öncüleriydiler. Daha sonra da onlara benzer
akımlar çıktı. Barnaba’dan doğan şahsı manevi, bu akımların ateşleyicisiydi.
İznik konsilinde Roma, İskenderiye ve Antakya olarak
sıralanan resmî hiyerarşide şimdi İstanbul İskenderiye’nin ayağını kaydırarak
ikinci sırayı almıştı. Roma, İskenderiye ve Antakya imparatorluk idarî yapısı
içindeki sivil konumları yanı sıra havarilerce kurulmuş piskoposluklar olma
karizmasına sahiptiler, halbuki İstanbul kilisesinin böyle bir özelliği mevcut
değildi, dolayısıyla konsilin kararları hem Roma’dan hem de İskenderiye’den
sert bir tepki ile karşılanacaktı. Bu üçüncü kanon şüphesiz İskenderiye’ye karşı
idi ancak Roma piskoposu da bu kanona şiddetle itiraz edecekti, çünkü bu kanon
bir şehrin dinî statüsünü seküler statüsüne tâbi yapıyordu.
İstanbul’un yükselişi şüphesiz salt kilise politikaları
ile açıklanacak bir hadise değildi. Başlangıç dönemi kilisesinde politikalar
imparatorun çevresinde oluşuyordu. Bunun bir anlamı da şuydu: İstanbul,
imparatorluğun doğu yakasının başkenti olarak işlev görmeye başladıktan
itibaren böylesi bir gelişmeye hazırlanıyordu, çünkü Roma imparatorluğu
Diocletianus devrinden (284-305) itibaren resmen Doğu-Batı olarak ikiye
bölünmüştü. İmparatorluktaki bu politik bölünmeye, zaten halihazırda varolan
derin linguistik ayrılık da (Grekçe-Latince) eklenince, Kilise hiyerarşisinin
de aynı modelde bölünmesi sürpriz değildi. Bu bölünme sonraları Ortodoks ve
Katolik temelinde mezhep ayrılığının derinleştirilmesiyle tamamlanmıştı.
Anti-Triniteryenler akımların öncülerinden biri,
Arius'tan daha zayıf bir biçimde de olsa yine Üçleme'yi reddeden Nestorius'tu.
Suriye doğumlu bir manastır rahibi olan Nestorius, 428 yılındaİstanbul
Piskoposluğu gibi önemli bir makama getirilmişti. Ancak kendisini bu yere
getiren Kilise hiyerarşisine karşı teolojik bir mücadele başlatmakta gecikmedi.
Nestorius'un hedef aldığı kavramların başında, Kilise tarafından Hz. Meryem'e
verilmiş olan "Theotokos" (Tanrı'nın Annesi) sıfatı geliyordu. Kilise
dördüncü yüzyılda bu sıfatı Hz. Meryem 'e atfetmiş ve onun, Hz.
İsa'yı doğurmasına rağmen, "ebediyen bakire"
kaldığını ilan etmişti. Nestorius ise çıktı ve şöyle dedi: "Kimse Meryem'e
Tanrı'nın Annesi demesin, çünkü Meryem sadece bir insandı."
Aslında Nestorius Kilise'nin sapkın öğretisinin çok küçük
bir bölümüne karşı çıkmıştı. Hz. İsa'nın Tanrı sayılmasına karşı açık bir şey
söylemiyordu. Ancak bu bile Kilise tarafından büyük bir tepkiyle karşılandı ve
Nestorius'un aynı Arius gibi anti-Triniteryen bir "sapkın"
sayılmasına yol açtı. Uzun tartışmaların ardından 431 yılında Efes'te toplanan
bir konsülde Nestorius aforoz edildi. Tarihe Efes Konsülü olarak geçen bu
toplantı, "sapkınlara karşı" İznik'ten ve İstanbul'dan sonra
düzenlenmiş üçüncü "Kutsal Sinod"du.
Nestorius 435 yılında Mısır çölüne sürüldü, ama etkisi
sona ermedi. Pers (İran) Kilisesi zaman içinde giderek Nestorius'un görüşlerini
benimsedi. Mısır Kilisesi ise Nestorius'u sapkın sayan Katolik Kilisesi
kararını tanımadı ve böylece Roma'dan ayrılarak bağımsız bir Kilise haline
geldi.
Zaman içinde de bugünkü Koptik (Kıpti) Kilisesi'ne
dönüştü. Nestorius'un diğer bazı bağlıları ise "Nasturilik" olarak
bildiğimiz mezhebi oluşturdular. Günümüze kadar varlığını sürdüren Nasturi
Kilisesi'nin merkezi bugün halen San Francisco'dadır.
Düşünüş tarzı ve yorumlama olarak Antakya okulu daha çok
Aristoteles, İskenderiye okulu ise Plato’nun etkisinde kalmıştı. İsa’nın
tarihsel yaşamını derinden düşünüp çalışan Antakya okulunda, Tarsuslu Diodorus
adında çok parlak bir öğretmen vardı ve öğrencileri arasında Moposuestia
gözetmeni Theodore, Altın Ağızlı lakabıyla tanınan Yuhanna Hıristostomos ve
Nestorius adında Antakyalı keşiş de bulunmaktaydı. Arius da İskenderiye’den
çıkmıştı.
Antakya ile İskenderiye arasında özellikle Kutsal Kitap’ı
yorumlama açısından çok büyük farklılıklar vardı. İskenderiye alegorik
yorumlamaya önem veriyordu. Kutsal Kitap’ı yorumlarken kelime anlamlarına
değil, daha çok arkasındaki anlamalara bakıyorlardı. Antakyalılar ise daha çok
kelimelerin gerçek anlamlarını alıp edebi olarak yorumluyorlardı. İskenderiye
ve Antakya yorumlamadaki farklılıklarından dolayı Hıristoloji konusunda da
farklı görüşlere sahiptiler.
İskenderiye, İsa’nın Tanrılığını, Antakya ise İsa’nın
insanlığını daha çok vurgulamıştı. Aslında iki tarafta İsa’nın hem insan hem
Tanrı olduğunu kabul ediyor sadece bir tarafın daha ağır bastığını
söylüyorlardı.
İskenderiyeli Cyril, İskenderiye tarafının baş önderi ve
412-444 yılları arasında İskenderiye gözetmeniydi. Cyril de, Apollinaris’in
öğretilerini ret ederek Mesih’te insanın aklı da dahil olmak üzere insan ile
Tanrı doğalarının tümden bir arada olduğuna inanmıştı. Ama, Cyril’e göre
Mesih’teki bütünlük sadece Mesih’te insan olup insanın genel özelliklerine
sahip çıkmış Logos aracılığıyla mümkün olmuştu. Mesih’in yanı, özel ve birey
bir insandan çok genel bir insanlıktı.
Cyril ancak bu sayede insan doğası Tanrı’nın sonsuzluğu
ve ölümsüzlüğüne sahip olabiliyordu.
Cyril ayrıca Meryem’e theotokos yani Tanrı taşıyıcı ya da
Tanrı’nın annesi terimini vermişti. Bu terim daha sonra kilise tarihinde en
çetin ve keskin tartışmalara ve ayrılıklara neden olmuştu.
Moposuestialı Theodore, 4.ve 5.yüzyılın arasında yaşamıştı.
Theodore İskenderiyelilerin öğretilerini ret eden birisiydi. Moposuestialı
Theodore özellikle Mesih’in iki doğası hakkında çalışmıştı. Ona göre Mesih’te
ilahi ve insan olmak üzere iki kişilik vardı ama, insan tarafı daha ağır
basıyordu. Tarihte, bu yorumlarıyla Nestorianizm’i ilk yönlendiren kişilerden
biriydi.
Theodore, iyi bir şekilde Kutsal Kitap’ı izlemeye çalışan
bir adamdı, ama bazı konulardaki yorumlamalarında başarısızlığa uğramıştı.
Bir dönem kilise ihtiyarlığı da yapmış olan keşiş Nestorius
Antakya’dan çıkıp İstanbul’a gözetmen olarak atanınca kendini var gücüyle
sapkın öğretişlere karşı koyma görevine adamıştı.Bunu yaparken en çok da
Arianizm kalıntılarını yok etmekle ilgilenmişti. Nestorius, theotokos terimini
kullanmamış, ama bunun yerine hıristotokos yani Mesih taşıyıcı ya da Mesih’in
annesi terimini kullanmıştı. Nestorius’un bu tavrını Cyril duymuş ve çok
öfkelenmişti. Bunun üzerine bazı kişiler bu öfkesinden dolayı Cyril’i
imparatora ve Nestorius’a şikayet etmişlerdi. Ama Cyril de bu arada boş
durmamış, Nestorius’u eleştirecek şeyler bulmaya çalışmış ve sonunda da
bulmuştu. Nestorius ise bu tür davranışlara karşı bazen duyarsız davranmış ama
bazen de çok sert davranmıştı. Sonunda iki gözetmen sıkı ve sert bir
mektuplaşma trafiğine başlamışlardı. Aynı zamanda her ikisi de bir yandan
Roma’daki meslektaşlarına da yazıp görüşlerini anlatmaya çalışmışlardı. Bütün
bu mektuplardan sonra dönemin Roma gözetmeni Celestine Nestorius’un görüşlerine
karşı karar kılmıştı. Hatta 430’da Roma’da düzenlenen bir sinodda Nestorius’un
eğer görüşlerini reddetmez ise kiliseden atılacağı kararı çıkmıştı. Aynı yılda
İskenderiye’de toplanan bir gözetmenler kurulu toplantısında da Nestorius’un
görüşleri olarak tanımlanan bazı öğretiler lanetlenmişti. Bu karalar sadece
theotokos kavramını kullanmayı ret etmesinin yanı sıra Mesih’in insan ve Tanrı
doğası ile ilgiliydi. Nestorius Mesih’i Tanrı taşıyıcı insan olarak
tanımlamıştı.
Tartışmalar devam ederken sorunu çözmek için imparator
genel bir konsey daha toplatmıştı. 431’de Efes’te yapılan bu toplantı tarihe
Üçüncü Ekümenik Konsey olarak geçmişti. Cyril ve onu destekleyenler Efes’e ilk
gelenlerdi ve onlar Nestorius’un Antakya’dan gelecek olan gözetmen dostları
Efes’e varmadan toplantıya hemen başlamak istediler. Nestorius da diğer
episkoposlar gelmeden önce Cyril’in yönetiminde yapılan bu toplantıyı sadece
kendileri yapıp Nestorius’u görevinden alınmasına karar vermişlerdi. Bu karara
karşı çıkmaya çalışmaları üzerine de, Efes gözetmeni ve Cyril yanlısı olan
Memnon tarafından kışkırtılan Efes halkı Nestorius’a ve onu destekleyenlere
karşı kaba güç kullanmışlardı. Kısa bir süre sonra diğer episkoposlarla beraber
Antakya gözetmeni Yuhanna Efes’e varınca, Nestorius taraftarları karşı hücuma
geçmeye hazırlandılar. Kendileri de bir toplantı düzenleyerek yapılan
toplantıyı geçersiz olarak ilan edip asıl konseyi kendilerinin oluşturduklarını
iddia ettiler. 43 kişiden oluşan Nestorius yanlıları Cyril yanlılarını Arianist
ve Apollinarist olmakla suçladılar ve onları kiliseden atma kararı aldılar.
Cyril yanlısı gözetmenler ise yaklaşık 200 kişiydiler.
Bu olaylardan birkaç gün sonra da Roma episkoposunun
gönderdiği heyet Efes’e varmış ve konsey görüşmelerine devam edilmişti. Konsey
başladığında kavgalı iki tarafta imparatora davalarını iletmişler ve o da
Nestorius’un görevinden alınma kararını onaylamıştı. Bu karardan sonra
Nestorius yaşamını orada devam etmesi için bir manastıra sürgün edilmişti.
Antakyalı Yuhanna ise 433’te Cyril’in görüşlerini içeren bir inanç açıklamasını
benimsediğini Cyril’e bildirince geçici bir süre de olsa araları düzelmişti.
Nestorius ise tavrını değiştirmediği için sürgünde kalmaya devam etmişti.
Çoğunlukla Mısır’da geçirdiği bu sürgün zamanında Nestorius yenilmiş, hayal
kırıklığına uğramış ve dışlanmış hissettiği için sık sık bunalıma girmiş ve
aynı zamanda bedensel olarak da önemli rahatsızlıklar yaşamıştı. Zamanın çoğunu
yazmakla ve yaşadığı talihsiz olayları kendi bakış açısından değerlendirerek
kaydetmekle geçirmişti. Bu çalışmalarından biri Trajedi adıyla yayımlanmıştı.
Gençliğinde büyük bir adanmışlıkla Mesih’in hizmetine giren Nestorius dünyaya
sırt çevirip manastır hareketine de katılmıştı. Örnek yaşamı ve yetenekleri onu
sonraki yıllarda İstanbul kilisesi önderliğine kadar getirmişti. Fakat o öldükten
sonra onun adıyla özdeşleşen Nestorianizm öğretisinin ona ait olup olmadığı net
bir şekilde bilinmiyordu. Ne Nestorius ne de Cyril Hıristiyan etik standartları
ve öğretilerine göre hatasızdı.
İkisi, tarihte birçok başka kişinin de yaptığı gibi
kilisenin ayrılığına neden olmuşlardı. Ama yine de bütün bunlara rağmen ikisi
de kendi gözlerinde tamamen samimiydiler.
Nestorius uzaklaştırıldıktan ve Antakya gözetmeni Yuhanna
ile bir ateşkes imzalandıktan sonra Cyril yeni hedeflere yönelmişti. Cyril,
Nestorius’un bu sapkın öğretişlerinin baş sorumlusunun Antakya okulu ve
Nestorius’un oradaki öğretmenleri olduğunu söylemiş ve onlarınlanetlenmesini
sağlamak için çalışmalarına başlamıştı. Bunun üzerine Nestorius taraftarı bazı
gözetmenler İran imparatorluğuna sığınmak istemişler ve aralarından bazıları
İran keşiş okulunda yeni bir yuva bulmuşlardı. Sonradan bu kişilerin bu okulda
yetiştirdiği birçok öğrenci İran’ın önde gelen kilise görevlerinde sorumluluk
üstlenmeye başlamışlardı. Öğretilerindeki birkaç sorun da halledildikten sonra
bu kişilerin doktrinleri Mezopotamya ve İran kilisesinin resmi öğretisi olmuş
ve hatta evrensel kiliseyi giderek sapkın olarak görmeye başlamışlardı. Hatta
sonraki yıllarda imparatorlukları dahilinde Nestorian Hıristiyanlığı bu inancın
müsaade edilecek tek mezhep ya da şekli olduğu ilan ettiler. Bu İran
kilisesinin Roma ile bağlarını koparmak için iyi bir fırsat olmuştu. Çünkü
Konstantin bu inancı desteklemeye başladığından beri İran imparatorluğunda
Hıristiyanlığa şüphe ile bakmaya başlanmıştı.
Mezopotamya-İran toplulukları daha sonra Nestorian
Kilisesi adını alıp Mesih’in Müjdesi’ni kendi yorumlarıyla doğunun en uzak
köşelerine kadar götürdüler. Böylece sürgünde hayal kırıklığına uğramış olarak
ölen Nestorius’un etkisi her şeye rağmen devam etmişti. Nestorian müjdeciler
Müjde’yi Orta Asya’daki Türk kökenli kavimlere kadar ulaştırarak amaçlarını Çin
eteklerine kadar sürdürmüşlerdi.
Hıristiyanların kendi aralarındaki bölünmüşlüğü ve
özellikle çeşitli grupların ayrılığı imparatorluğun birliği açısından sorun
oluşturuyordu. Özellikle de Justinian’dan sonra gelen bütün imparatorlar da bu
konuda bir uzlaşma sağlamak için büyük çaba sarf etmişler, ama başarılı
olamamışlardı. 611’den başlayarak Roma’nın yıllardan beri düşmanı olan Pers
imparatorluğu önce Antakya’yı, ardından da Suriye ve Filistin bölgelerini
fethetmişti. Yeruşalim’de binlerce Hıristiyan’ı katleden ve kiliseleri
yağmalayıp yakan Persler 618 ve 619’da İskenderiye’yi de ele geçirerek Mısır’ı
da kontrol altına almışlardı. Anadolu’yu da baştan başa fethederek Chalcedon’a
kadar ulaşmışlar ve Konstantinopolis’in karşı kıyısına kamp kurmuşlardı.
Doğudan gelen İran saldırıları dışında aynı zamanda Bizans imparatorluğuna
kuzeyden de Slav ve Avarlar saldırıya geçmişlerdi. Ama 620 yılında durum birden
tersine döndü ve Bizans imparatorluğu kaybettiği toprakları Heraklius
önderliğinde geri almaya başladı. Düşmanları olan Avarlara da kendilerinin
yanında savaşmaları için para verdiler ve kutsal bir savaş olarak
isimlendirdikleri büyük bir seferle Anadolu, Suriye, Filistin ve Mısır’ı geri
aldılar. Ne var ki bütün bu savaşların sonunda her iki taraf da o kadar çok
kayıp verdi ki tüm yörede bir güç boşluğu olmuştu.
Tam bu olayların ve güç boşluluğunun olduğu sırada
Hz.Muhammed’in önderliğinde Araplar güçlenmeye ve 632 yılından başlayarak yeni
inançlarını fetih yöntemiyle yaymaya başladılar. Bu fetihler sırasında hem
İran’a hem de Bizans imparatorluğuna ait yerleri almaya başlayan Müslümanlar
635’te Şam’ı, 636’da Suriye’yi ve iki yıl süren bir kuşatmadan sonra da 638
yılında Yeruşalim’i fethetmişlerdi. 642 yılına kadar dayanabilen İskenderiye’de
bu yılda kapılarını Müslüman fatihlere açmak zorunda kalmışlardı. İlk başta o
yörelerde yaşayan Monofizitler Arapları, kendilerini imparatorluğun
kontrolünden özgür kılacak bir kurtarıcı olarak görmüşlerdi ama, bu sevinçleri
fazla uzun sürmemişti. Bütün bunlar olurken Bizans imparatoru bütün
Hıristiyanların birleşmesi gerektiğini düşünmüş ve görüş farklılıklarından
dolayı kavgalı olan tarafları birleştirmek için yeniden harekete geçmişti.
Zamanın İstanbul patriği Sergius, imparator Heraklius’a birleşmeyi sağlamak
için orta yollu yeni bir fikir vermişti. Bu yeni fikre göre, Mesih ve Oğul olan
kişi Tanrısal ve insansal işlerini tek bir Tanrı-insan eylemiyle yapmıştı. Bu Mesih’in
tek bir enerji ile çalışmış olduğu ifadesi Mısır’daki değişik görüşteki
Hıristiyanların bir sürede olsa birliğini sağlamıştı. Ama aynı zamanda bu
görüşe değişik saldırılar da gelmeye başlamıştı.
Bu bölücü tartışmayı engellemek için Sergius, Mesih’in
bir ya da daha fazla enerji ile çalışmış olduğuna bakılmaması gerektiğini ama,
herkesin onun bu işleri tek bir istekle yapmış olduğu konusunda hem fikir
olmaları gerektiğini söylemişti. Sergius’un bu düşünceleri kendisinin de
önceden yazmış olduğu papa Honorius tarafından da benimsenmişti. İmparator
Heraklius 638’de,en önemli bu iki kilisenin önderlerinin de desteği ile
Sergius’un bu öğretisinin geçerliliğini duyurmuştu. Ayrıca Mesih’in bir ya da
iki enerji ile çalışıp çalışmadığı tartışmasını da yasaklamıştı.
Kısa bir süre için de olsa bu formül dalgaları
yatıştırmıştı. Fakat 641 yılında yeni bir papa gelmiş ve Monotheletism adıyla
tanımlanmış bu öğretiye karşı koymuştu. Sırayla gelen papalar da aynı şekilde
Mesih’te Tanrısal ve insansal olmak üzere iki isteğin olduğunu söyleyen bu
öğretiye karşı gelmişler ve tek bir isteğin olduğunu söylemişlerdi. Batıda bu
görüş bir süre sonra üstünlük kazanmıştı. Nitekim Mesih hem gerçek insan hem de
gerçek Tanrı ise o zaman gerçek bir insan ve gerçek bir Tanrı iradesine sahip
olmalı, aynı zamanda da bu iki istek her zaman uyumlu bir şekilde işbirliği
içinde bulunmalıydılar.
Katolik Kilisesi'nin sözkonusu egemenliği, dokuzuncu
yüzyılda kendi içinde gerçekleşen bir ayrılma ile sarsıldı. Uzunca bir süredir
Roma Kilisesi ile ihtilaf halinde olan Doğu Kiliseleri-ki bunlar İstanbul,
Kudüs, Antakya ve İskenderiye Patriklerine bağlıydılar-Roma Katolik
Kilisesi'nden kesin olarak ayrıldılar. Roma Kilisesi ile Doğu Kiliseleri
arasındaki bu çatışma aslında siyasi kökenliydi; Roma İmparatorluğu'nun Batı ve
Doğu olarak ikiye ayrılmasından sonra ortaya çıkmıştı. Asırlar boyunca da iki
tarafın arasında çeşitli anlaşmazlıklar gelişmişti.
Sonunda Batı Roma'nın Şarlman'ın Kutsal Roma Cermen
İmparatorluğu'nu kutsaması sonucunda iki taraf arasındaki bağlar tamamen koptu.
İki taraf arasındaki pek çok farktan en belirgini, Roma Kilisesi'nin kutsal dil
olarak Latince'yi Doğu Kiliseleri'nin ise Yunanca'yı kullanmalarıydı.
Doğu Kiliseleri, ya da diğer isimleriyle "Ortodoks
Kiliseler", Roma'dan koptuktan sonra kendi aralarında bir hiyerarşi
oluşturamadılar. İstanbul'daki Patrikhane her zaman daha üstün gibi göründü,
ama diğerleri kendi içlerinde bağımsızdılar. Dahası, zamanla yeni kopmalar oldu
ve ulusal kiliseler oluştu. Ermeni, Rum, Bulgar, Sırp, Rus gibi uluslar, farklı
dönemlerde kendi milli kiliselerini kurdular.
Katolik Kilisesi ise Doğu Kiliseleri'nin ayrımı ile
verdiği "fire"nin dışında, başka hiçbir kalıcı parçalanmayla
karşılaşmadan 16. yüzyıla kadar Avrupa'daki egemenliğini korudu. 1520'lerde
Almanya'da ortaya çıkan Martin Luther adlı bir rahip bu egemenliği sarsan kişi
oldu. Yeniden biçimleniş anlamındaki reformasyon, yeniden doğuş anlamındaki
rönesans çığırı içinde yer alan dinsel bir akımdı. Alman papazı Martin Lutherin
(1483- 1576) 1517 yılında Wüttenberg kilisesinin kapısına astığı, Katolik
kilisesine karşı ünlü protestosu yüzünden Protestanlık adını alan bu akım,
gerçekte, genel düşünceyi dile getiriyordu. Katolik kilisesi, Rönesans'ın
getirdiği yeni hayat görüşüne uymayacak kadar donmuş, bozulmuş ve
köhneleşmişti. Hıristiyanlığı, ilk ve sade biçimine döndürerek skolastiğin
eklentilerinden temizlemek hemen bütün Hıristiyanların dileğiydi. Fransa'da
Calvin ve İsviçre'de Zwingli'nin geliştirdikleri Protestanlık, sonradan
Calvinizm aracılığıyla İngiltere'ye geçerek Anglikanizmi doğurmuştu. İnsanlar
arasındaki eşitsizliğin Tanrısal düzenin gereği olduğunu ileri süren Lutherin
düşünceleri, toplumun kurulu düzenine her bakımdan uygun düştüğü için hiç
yadırganmadı ve kolaylıkla benimsendi. İznik Konsilinin hazırladığı İncil metni
de temel kutsal kitap olarak dokunulmazlık ve yorumlanılmazlık kazanınca,
kilisesiz ve papazsız bir dine dönüş yolundaki ilk protestoları bilmezlikten
gelip, yeni Protestan kiliseleri yükselmeye başladı. Daha sonra, Katolik
kilisesinin tuttuğu yoldan gidilerek, ayıklanan ristotelesçilik geri getirildi
ve İznik Konsilinin hazırladığı metin bununla temellendirilmeye çalışıldı.
Lutherin, önceleri şeytanın yatağı dediği akıl, yeniden eski tahtına
oturtulmuştu. Şu farkla ki, akılla kutsal kitap çatışırsa kutsal kitabın dediği
olacaktı.
Aristotelesin söylediği değil. Yeni ekonomik ilişkilerin
meydana getirdiği Rönesans'ın yeni insanı, dinsel insan olmaktan çıkarak
kişisel insan olmaya başlamıştı.
Önce Luther'in sonra da Calvin ve Zwingli gibi rahiplerin
önderliğinde gelişen "Protestan" akım, Roma Kilisesi'nin ve Papa'nın
otoritesine karşı büyük bir isyandı. İsyan büyük olduğu kadarkanlıydı da;
Avrupa bir yüzyılı aşkın bir süre Katoliklerle Protestanların bitmek tükenmek
bilmeyen savaşlarına sahne oldu. "Dini" gibi gözüken bu savaşların
ardında ise yine siyasi hesaplar, Papa'nın boyunduruğu altında yaşamaktan ve
ona vergi vermekten bıkmış olan prenslerle bu egemenliği yitirmek istemeyen
Katoliklerin çıkar çatışmaları yatıyordu.
Protestanlar Papa'nın otoritesini reddederken onun yerine
bir başka otorite koymamışlardı. Bu nedenle Protestanlık, Katolisizmdeki
hiyerarşinin aksine son derece dağınık ve "liberal" bir din olarak
gelişti. Hemen her ülke kendisine ulusal bir kilise kurdu. Bunların yanında
daha pek çok farklı mezhep ve akım gelişti. Bu nedenle bugün Protestanlığın
yüzlerce irili ufaklı versiyonu, yüzlerce farklı Protestan kilisesi vardı.
Bunların büyük kısmı da ABD'de faaliyet gösterirdi.
Protestanlar, kendilerini Katolik Kilisesi'nin
egemenliğinden kurtardılar. Bu hem hiyerarşik hem de doktrinsel bir özgürlüktü.
Artık kendilerini Katolik Kilisesi'nin kutsal metinlerine uymak zorunda
hissetmiyorlardı.Yeni Ahit'i kendileri okuyorlar ve kendileri yeni baştan
yorumluyorlardı.
Bunun sonucunda bazı Protestanlar, çok az bir bölümü de
olsa, ilginç bir gerçeği fark ettiler: Katolik inancının temelini oluşturan
Üçleme'nin Yeni Ahit'te pek bir dayanağı yoktu. Hatta bazı pasajların bu
doktrini yalanladığı bile düşünülebilirdi. Bu pasajlardan Tanrı'nın bir
"Üçlübirlik" içinde olmadığı, aksine bir ve tek olduğu sonucu
çıkarılabilirdi.
İşte bazı Protestanlar, aslında çok azı, bu sonucu
çıkardılar ve Üçleme'yi reddettiler. Böylece "Birlemeci" (Unitarian)
Kiliseler doğdu.
Protestan Reformu'nun ardından Yeni Ahit'i Katolik
dogmalarından bağımsız okuyarak Üçleme'nin yanlışlığı sonucuna inanan ilk
Hıristiyan akım, İtalya'da gelişti. Lelio Sozzini (1525-62) ve kuzeni Fausto
Sozinni (1539-1604) tarafından başlatılan akım, kurucularının isminden dolayı
Sosyanizm (Socianism) olarak bilindi. Sosyanistler gizli toplantılar yoluyla
yayıldılar.
İnançlarının en önemli yanı ise Üçleme doktrinini
reddetmeleriydi. Sosyanistler çeşitli baskılarla karşılaşmakta gecikmediler.
Kilise onları çok geçmeden aforoz etti. Aynı dönemde Sosyanistler'e benzer
fikirler yayan, özellikle Üçleme doktrinine radikal bir biçimde saldıran
Cenevreli Michael Servetus, fikirleri nedeniyle Calvin tarafından kazığa
bağlanıp yakılarak idam edildi. Yakılırken yazdığı anti-Triniteryen kitap da
göğsüne asılmıştı.
Sosyanistlerin mirasını devralan Üniteryen (Unitarian)
yani "Birlemeci" akım ise 16. yüzyılın sonlarında Transilvanya'da
doğdu ve sonra da başta Polonya olmak üzere Avrupa'nın dört bir yanına yayıldı.
Polonyalı Üniteryen rahiplerin yayınladığı ve Tek Tanrı fikrini ısrarla işleyen
Racovian Catechism adlı belge, akımın en önemli kaynaklarından biri haline
geldi. Bu dönemde Polonya'daki bazı Üniteryenler Katolikliğe geri dönmek,
Yahudiliği kabul etmek ya da sapkınlık suçuyla idam etmek gibi üçlü bir
seçenekle karşı karşıya kaldılar. Yahudiliği kabul etmek bir idam nedeni
sayılmıyordu, çünkü Yahudiler "kafir"diler, "sapkın" değil.
Bu durum karşısında Üniteryenlerin çoğu, Üçlemeci Katolik inancına dönmektense,
monoteist Yahudi inancını benimsemeyi tercih ettiler. Üniteryenizm Hıristiyan
geleneğinin akılcı ve gerçekçi bir yorumuna dayanıyordu. Hz. İsa, gerçekte
olduğu gibi, yani bir Yahudi peygamberi olarak kabul edilmekte, Yeni Ahit'te
onun için kullanılan "oğul" kavramı mecazi anlamda anlaşılmaktaydı.
Allah'ın bir ve tek olduğu gerçeği doğrulanmıştı. Bu arada Yeni Ahit'in de
İlahi bir vahiy değil, insan yazımı bir kitap olduğu gerçeği kabul ediliyordu.
Bir Hıristiyanın, Hıristiyan inancı içinde varabileceği en doğru nokta da bu
olabilirdi.
VATİKAN
Hz. İsa havarilerinden olmayan Pavlus’a güya şöyle
demişti: “Sen Petrus, bu kayalığa kilisemi kurmak istiyorum”. Böylece Petrus
Roma’nın ilk piskoposu oldu. Katolik Kilisesi bundan dolayıPetrus’u ilk papa
olarak kabûl ediyordu. Petrus’u diğer papaların takip etti ve Petrus’un İsa’dan
aldığı güç ve temsilîyet bir papadan diğer papaya geçerek bugüne ulaştı. Bütün
papalar hem Katolik kilisesinin başıydı hem de Roma’nın piskoposuydu. Ayrıca –
bir bakıma- Hz. İsa’nın yeryüzündeki vekiliydi; aslında hem Papa bundan
fazlasıydı hem de Vatikan...
İlk dönemde Hristiyanlara yönelik baskı politikaları 311
yılında Roma’nın Hıristiyanlar ile baş edemeyeceğini anlaması ile son buldu.
Daha sonra Roma çok akıllı bir tercih daha yaptı ve 380 yılında Theodosius
Hristiyanlığı “devlet dini” ilân etti. Böylece imparator Roma’yı tehdit eden
Hıristiyanlık tehlikesini Roma’nın gücü hâline getirdi. Aynı vesile ile
Hıristiyanlık da sür’atle kurumlaşmaya başladı. Roma’da, İstanbul’da,
İskenderiye’de, Antakya’da ve Kudüs’te patrikhaneler kuruldu. Patrikhaneler
dünya kilisesinin temel taşları olurken, kendi yapılanmalarını da hayata
geçirdiler.
Roma İmparatorluğu’nun merkezinin İstanbul’a
taşınmasından sonra Roma Piskoposu Romalı soyluların ve kleriklerin desteğini
alarak, dünyevî ve ruhanî bir güç hâline geldi. Papa Büyük Leo (440-461)
döneminde yaşanan bu gelişmelerin devâmında, Hıristiyanlık dünyasında doğu
batıdan uzaklaştı. Doğu Kilisesi –yani İstanbul- Batı Kilisesi’nden –yani
Roma’dan uzaklaşmaya başladı. Bunun nihâyetinde 1054 yılında Batının
Katolikliği ile Doğunun Ortodoksluğu tam olarak ayrıştı ve iki kilise arasında
ipler koptu. Bir başka deyişle Roma ve İstanbul kendi yollarına gittiler.
Papa İkinci Stefan, Lombartların Roma’yı tehdit etmesi
üzerine kendisine güçlü bir müttefik aramaya başladı. Frank Krallığı bu desteği
vermeye hazırdı ve Kral Pippin 754 ve 756’daki seferleri ile Lombart
tehlikesini sona erdirdi. Franklar Papaya Orta İtalya’da bir bölgeyi hediye
etti. Daha sonra Büyük Karl da bu hediyeyi teyit etti ve sürdürdü. Böylece
“Avrupa’nın Hıristiyanlaştırılması süreci” başladı. 25 Aralık 800’de Büyük Karl
“Kutsal Roma Germen İmparatoru” sıfatı ile tacını Papa 3. Leo’dan aldı. 11.
Asır’da papalar ile imparatorlar arasında –uzun bir aradan sonra ilk defa- bir
güç denemesi yaşandı. Piskoposları kimin belirleyeceği ve atayacağı konusundaki
derin görüş ayrılığı Papa 7. Gregor ile İmparator 4. Heinrich’in arasını açtı.
Kriz papanın zaferi ve imparatorun lituryadan –İsa’nın son akşam yemeğinin
anıldığı kutsal ekmek ve kutsal şarap ile yapılan törenden- ayrılması ile
sonuçlandı. Böylece papaların imparatorlara karşı güçlendiği bir süreç başladı.
13. Asır’da Papa 3. İnnocente “İsa’nın Vekili” sıfatını aldı. Söz konusu
gelişme hem Hıristiyanlık tarihi hem de Avrupa tarihi açısından son derecede
nazik bir konuma sahipti. Papaların imparatorlara karşı mücâdelesi daha sonra
da artarak devâm etti. Örneğin Papa 8. Bonifatius 1302’de “Unam Sanctam”
fermanını yayınlayarak kilisenin evrensel hükümdarlığını ilân etti. Ferman “biz
imanımızın teşvikiyle, kabûle ve muhafazaya mecburuz ki, sadece tek bir kutsal
Katolik kilisesi ve apostolik kilise vardır” diye başlıyor ve “ama şimdi ilân
ederiz, söyleriz ve tespit ederiz ki, her insanın varlığından çıkarılamayacak
ve Roma’nın papasına tabi bir selâmet vardır” diye bitiyordu.
Unam Sanctam fermanı ile kilise kendi imparatorluğunu,
papayı da imparatorun üzerinde gördüğünü ilân etti. Papalık 14. Asır’da krize
girdi. İtalya’da ve Almanya’da yaşanan siyâsî sorunlar Fransa’nın güçlenmesi
sonucunu doğurdu. Fransa Avrupa’da hegemonyal politika izlemeye başladı.
Bugünkü siyâset terminolojisi ile tarif edecek olursak; Fransa güçler dengesini
bozuyordu ve konjonktürü tehdit ediyordu. Avrupa’da mevcut sistematik bu
tehdide direnecekti. Tehdidi en yoğun algılayan güç merkezi ise Papalıktı.
Çünkü Fransa’nın çıkışı –her şeyden önce- Avrupa’ya dünyevî bir gücün
hakimîyetini ve hâliyle, kudretini, gökyüzünden alan Papalığa meydan okuyordu.
Bunun üzerine Papa 8. Bonifatius Fransa Kralını afaroz etti.
Fransa buna sert karşılık verdi ve birliklerini gönderdi.
Papalığın ruhanî gücünü, askerî gücü ile denetimine aldı. Fransa Kralı 4. Filip
1309 yılı itibari ile kilisenin Hıristiyan terminolojisinde “Babil Esareti”
olarak geçen dönemi başlattı. Papalar Fransa’da Avignon’a sürgün
edildi.Yaklaşık 70 yıl boyunca papalar, Fransız tahtının hizmetinde tutuldular.
Bu arada kilise içinde Fransız kardinallerin yükselişi başladı. Bugünkü
Avrupa’nın Türkiye dışındaki tek laik devletine sahip olan Fransa’nın o
dönemdeki çabaları Almanya’dan tepki görüyordu. Almanya 1414-1418 arasında
Bodensee’de bir kongre topladı. 15. Asr’ın en büyük toplantısına klerikler,
kardinaller, piskoposlar, başrahipler ve bilim adamları ile soylular katıldı.
Bu kongrede –hâlihazırda bir papa görevinin başında iken- 23. Jean, 12. Gregor
ve 13. Benediktus papa adayları olarak belirlendi. Daha sonra 5. Martin yeni
papa seçildi. Almanya’nın hedefi Fransa’ya karşı Papalığı yeniden
güçlendirmekti. Bunda da başarılı oldu.
Ama kilisenin asıl zaafîyeti de yine Almanya’da kayıtlara
geçti. 1618-1648 döneminde yaşanan Otuz Yıl Savaşları’nın ardından Luther
Katoliklere karşı Protestanlığı kurdu. Luther papaların giderek daha dünyevî
bir hâle gelmesinden duyduğu rahatsızlık sonucu papalığın evrensel hakimîyetine
karşı bayrak açtı ve başarılı oldu. Bu dönemden itibaren Avrupa’da İncil’in
özüne dönülmesi ve ruhbanların etkinliğinin sınırlandırılması için bir çaba
yaşandı. Din-siyâset çekişmesi bununla da bitmedi. Kilise direncini sürdürdü.
Fakat kilisenin en büyük zorluğu yaşadığı dönem, küreselleşme rüzgârlarının
dünyayı sardığı, ulus-devletlerin yükseldiği ve sömürgelerden akan kaynaklarla
zengin olanların toplumda yeni bir sınıf kurduğu 19. Asır’da oldu. 1789’daki
Fransız Devrimi kiliseye çok ağır bir darbe oldu. Bir sonraki ağır darbe ise
Napolyon’dan geldi. Vatikan sürekli olarak toprak ve itibar kaybetti. Papa 6.
Pius vefat ettiğinde Güney Fransa’da esirdi. Halefi Papa 7. Pius ancak
Avusturya’nın korumasında ve Venedik’te seçilebildi. Papa 7. Pius, ancak
Napolyon dönemi sona erdikten sonra Vatikan’a gidebildi. Ancak kilise Büyük
Britanya’ya karşı kurulacak mihvere katılmak istemeyince, 1808’de Fransız
ordusu yeniden Roma’ya girdi. Papa Fransa’da Fontainebleau’ya sürgün edildi.
Napolyon’un 1814’teki düşüşünden sonra papa yeniden
Vatikan’a döndü. 1815’te toplanan Viyana Konferansı Avrupa’nın yeni nizamını
belirlerken, Vatikan’ın da 1797’deki sınırları yeniden kurulmasını onayladı.
Vatikan’ın selefi olan Kilise Devleti’nin son başı Papa 9. Pius iktidarının ilk
döneminde serbestîyetçiydi. İtalyan liberallerinin ve millîyetçilerinin
sevgisini kazandı. Ama beklentileri yerine getirememesi sonucu, 1848-1849’da
Roma’daki devrim sonucunda kaçmak zorunda kaldı. 9 Şubat 1849’da Kilise
Devleti’nde cumhuriyet ilân edildi.
Fakat aynı yıl Avusturya’nın ve Fransa’nın askerî
müdahâleleri döneminde Kilise Devleti yeniden kuruldu. Böylece Papa 9. Pius’da
Avusturya’nın vesayetine girdi. Fakat Fransa Avusturya’yı 1859’da yendi ve
Kilise Devleti’ni İtalya Krallığı sınırlarına kattı.
Fransa daha sonra yenildi ve askerlerini geri çekti.
Bunun üzerine İtalya yeniden Roma’da güçlendi ve papayı siyâsette etkisiz
kıldı. Papa 9. Pius 1870’te Vatikan’da papalığın vazgeçilmezliğini ilân etti.
İtalyan birliğinin sağlandığı ve İtalyan ulus-devletinin kurulduğu bu dönemde
Vatikan İtalya’ya bağlandı. Papa 9. Pius dünyevî bir gücün denetimine girmekten
memnun değildi. “Vatikan’daki Esir” eseri ile, Orta İtalya’da, sınırları hatta
Adriyatik Denizi’ne ulaşan bir ülkenin 40 hektarlık alana hapsedilmesinin ve
kilise devletinin - Patrimonium Petri-ilgasına duyduğu tepkiyi dile getirdi.
Vatikan ancak 1929’da yeniden “Vatikan Şehri” ve “Kutsal Sandalye” oldu ve papa
Vatikan’ın devlet başkanı olarak tanındı. Hukuken Roma’nın papasının makamı
yeniden ihdas edildi. Gregor Delvaux de Fenffe’ye göre Papalık 20. Asır’da
zayıfladı ve zaafîyete düştü. Faşizm ve nasyonal sosyalizm döneminde
gelişmelere sessiz kalmayı tercih etti. Papa 12. Pius (1939-1958) Yahudi
düşmanlığına ve yaşanan vahşete sessiz kalmayı tercih etti.
Papa 23. Jean kilise tarihinde önemli bir gelişmeye imza
attı ve 11 Ekim 1962- 8 Aralık 1965 döneminde düzenlediği toplantılar ile “din
özgürlüğü” ve “diğer inançlar ile diyalog” kavramlarının yolu açtı. Ayrıca
piskoposları kuvvetlendirerek kilisenin geleneksel hiyerarşiye karşı
güçlenmesini sağladı. Liturya törenlerinin Latince değil, halk lisânında
yapılması verahiplerin ayinlerde cemaate sırtını değil, yüzünü dönmesi gibi bir
dizi önemli karar uygulamaya konuldu.
Avrupa Anayasası hazırlanırken, Vatikan sürekli olarak
itirazlarını dile getirdi. Hatta 29.10.2004 tarihinde yapılan imza töreninden
sonra da bunları dile getirmeye devâm etti ve anayasasının girişinde “Tanrı”,
“İncil” ve “Hristiyanlık” konusunda dolaylı değil, doğrudan atıfta
bulunulmasını talep etti. Vatikan söz konusu atıfların dolaylı yapılmasını
üzüntü ile karşıladığını açıkladı. İmza töreni Roma’da Campidoglio’da yapıldı.
Tören mekânının seçiminde tarihe ve dine dayanan birtakım sembolizmalar vardı.
Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) açısından doğum anlamına gelen Roma Antlaşması
da 1975’te Campidoglio’daki Conservatori Sarayı’nın Orazi ve Curiazi Salonu’nda
–aynı salonda- imzalanmıştı. Tören için kullanılan salonda bunun yanı sıra papa
10. İnnocente’nin heykeli vardı ve imza töreni için kullanılacak masa da,
heykelin altına yerleştirilmişti. Gerçek adı Giovanni Battista Pamfili olan
Papa 10. İnnocente’nin kim olduğuna bakmak gerekiyordu.
Papa 10. İnnocente 6 Mayıs 1574’te Roma’da doğdu ve 7
Ocak 1655’te öldü. 1644’ten 1655’e kadar papalık yaptı. Görev süresi sonrasında
1648’te –bugünkü Avrupa barışının başlangıcı kabûl edilen ve AB “barış”
olgusunun terminolojisinde geçen karşılığı olan- Vestfalya Barışına şahit oldu.
Vestfalya Barışı iki yönü ile öne çıkıyordu. Birincisi Katolik Kilisesi
Protestanların etkinliğini ve varlığını kabûl etti. Aynı zamanda Almanların
kontrole alınmasını sağladı.
Papalık Vestfalya Barışı’na itiraz etti ve imza koymayan
tek taraf olarak tarihe geçti ve şerh düştü.10. İnnocente’nin vefatı da çok
acıklı oldu. Baldızı odasını ve makamını yağmaladığı gibi, cenazenin mâlîyetini
de karşılamadı. Cenaze ile üç gün kimse ilgilenmedi ve sonra törensiz
defnedildi. Belki de Avrupa tarihinin en önemli iki töreninin 10. İnnocente’nin
heykelinin ayaklarında yapılması, belki de Vestfalya Barışı konusundaki olumlu
ve olumsuz bakış açılarına göre yorumlanabilirdi.
Rudolf Augstein 2000 yılında Alman Der Spiegel
Dergisi’nde “Roma’da Hiç Olmayan Kayalık” adında bir yazısını yayınladı.
Araştırmacı Augstein Roma Kilisesi’nin kurucusu olan ve Hz. İsa’nın talebi ile
bunu yaptığı söylenen Petrus’un “hiçbir zaman Roma’da bulunmadığını” iddia
ediyor ve buna ilişkin kanıtlar da sunuyordu.
Helmut Steuerwald 22 Temmuz 2001 tarihli “Hıristiyanlık
Nasıl Yapıldı” başlıklı araştırmasında, Hristiyanlığın farklı dönemlerde farklı
özelliklere sahip olduğunu belirtiyor ve kilisenin temel kavramlarının
çarpıtılması ile güce ulaşması vasıtası hâline geldiğini söylüyordu. Kilisenin
bazı tezlerinin ne Hz. İsa ne de Hıristiyanlığın başlangıcında hiç olmadığını
savunuyordu. Kilisenin tarihî sürecinde birçok öğretiyi ret ettiğini ve güç
dengesine faydası olmadığına kanaat getirdiği görüşler ile grupları tasfiye
ettiğini söyleyen Steuerwald, bazı önemli saptamalar yapıyordu. Hıristiyanlığı
döneminin ve çevresinin “olağan ve tipik bir ürünü” olarak niteliyordu. Roma
İmparatorluğu gücünün zirvesindeydi ve sınırları Akdeniz Havzası’nı, Tuna
Nehri’ni ve daha birçok önemli bölgeyi kapsıyordu. Yüz yıl süren iç
karışıklıkların ardından Sezar geldi ve devâmında daha sonra Augustus adını
alan Octavian imparator oldu. Direniş sadece Germanya’daki barbarlar ve Doğu
Akdeniz’de Yahudiler ile sınırlıydı. Augustus’un kendisini tanrı ilân ettiği bu
dönemde, Roma’da istikrar yeniden sağlandı ve refah arttı. Roma’da bu dönemde
imparatora saygı korunduğu sürece geçerli olan bir dinî özgürlük ve müsamaha
vardı.
Böylece çok sayıda din ve öğreti gelişti. Birçok mabed
yapıldı. İmparatorluk topraklarının genişliliği çok sayıda farklı dinin ve
inancın da bir arada yaşaması sonucunu doğurmuştu.
İmparatorluğun doğuya doğru genişlemesi karma dinlerin ve
melez inançların artmasına yol açmıştı. Mısırlıların Osiris-İsis inancı,
Perslerin ikiliği (iyi ruh ve kötü ruh), ve İyonya’nın mistizmi ile Doğu
Asya’dan esinlenmelerin yin-yang inanışını, Budizmi Roma topraklarınataşıması
din tartışmalarını alevlendiriyordu. Pavlus bütün bu etkileşimlerden
etkilenmişti. Mısır kültürü esas alındığında, Osiris Tanrı, İsis ise Tanrının
annesi idi. İsis’in kollarındaki Horus ise tanrısal bir evlâttı. Aynı zamanda
Horus dünya ile ötesi arasındaki simge idi. Yine Pers kültüründeki Mithras
inanışı da Pavlus’u çok etkilemişti. Mesih hiçbir zaman bir kilise kurmayı
düşünmedi, üçleme diye bir görüşü yoktu ve sadece bir Yahudi mümindi. Hz.
İsa’nın bugüne farklı resimlerinin kaldığına işâret eden Steuerwald, Hz. İsa’ya
atfedilen sözlerin de, onun ölümünden on yıllar sonra yazılı hâle geldiğine
işâret ediyordu. Ağır baskı altında olan Yahudilerin umudu tanrının yardım
etmesiydi ve bunu da dünyanın sonu ile özdeşleştirmişlerdi.
Steuerwald, her durumda bugün Hz. İsa’nın neler söylediği
ve ne vaaz ettiği konusunda kesin bir bilgi bulunmadığının altını çiziyordu.
Özellikle Hz. İsa’nın lisânı olan Aramî lisânında, bu konuya ilişkin bir kanıt
bulunmadığının altını çiziyordu. Hz. İsa’nın sadece Yahudilere hitap etmiş
olmasına da dikkat çeken Steuerwald, Hz. İsa’nın kutsal kitap Thora’ya da her
zaman sadık kaldığı kanaatindeydi. Pavlus, Helenizm ve Yahudilik konusunda çok
iyi bir eğitime sahipti. Daha sonra mürted olarak Hıristiyanlığa dahil oldu. Kısa
sürede önderler arasına girdi.
Romalılara tepkili değildi ve çok dindar bir Yahudi de
olmamıştı. Helenizm konusunda aldığı eğitim dolayısıyla diğer Yahudilere göre
daha serbest görüşlüydü. Thora’ya sadakat konusunda da itirazları vardı. Her
şeyden önce sünnete karşıydı. Pragmatikti ve cemaate üye kazandırmada
başarılıydı. Cemaatin sadece Yahudiler ile yetinmemesi gerektiği kanısındaydı.
Pavlus başlangıcında “Yahudi tarikatı” olan Hıristiyanlığa küresel din olma
yolunu açtı. Ranke-Heinemann’a göre, Hz. İsa “ben İsrail’in kaybolan
koyunlarına gönderildim” diyen kişi olarak, “bir Yahudi rahip ve belki
peygamber iken, evrensel bir efendiye, dünyanın Roma-Katolik hükümdarına
dönüştürdü”.
Steuerwald, Petrus’un Roma piskoposu oluşunun da sadece
bir masal olduğunu savunuyordu.
Yazar, bu masalın 2. Asır’da kilise tarafından
uydurulduğunu iddia ediyordu. Yazara göre amaç, rakipleri tarafından zorlanan
Roma’nın merkezî güç ve Hıristiyanların tek lideri olma arayışından
kaynaklanıyordu. Teolog Ranke-Heinemann, Petrus’un Roma’ya gittiği yönünde
hiçbir kanıt veya işâret olmadığını savunuyordu.
Bu arada Roma 2. Asır’da buhran dönemindeydi. Sıklıkla
imparator değişiyordu ve huzursuzluk en üst düzeye ulaşmıştı. İmparatorluk
kurumları itibar yitirirken, çok dinlilik de artık daha az destek görüyordu.
Bunun sonucunda ortak paydasını yitiren toplum, daha iyi bir yaşam için umudunu
kurtuluşun gökyüzünden geleceğine bağladı. Nitekim Hıristiyanlık da umut ve
teselli tavsiyeleri ile doğdu. Bu sözler de Rosa Luxemburg’a ait. Prof. Richard
Krautheimer, Roma’da nüfusun sadece %10’unun Hıristiyan olmasına rağmen, 313
yılında Hristiyanların Roma’da kurumlaşmasına ve özel haklara sahip olmasına,
büyük hediyeler ile zenginleşmesine gerekçe olarak siyâsîleşme çabalarını
gerekçe gösteriyordu. Rudolf Augstein, “İnsanın Oğlu İsa” adlı eserinde,
Hristiyanlığın Roma’da yükselişini şöyle tasvir ediyordu; “İmparator
Konstantin’in Hristiyan kilisesi dışında hiçbir ruhanî cemaat, yasa tanımazlığa
bu kadar kolay uyum sağlayamazdı”.
Gerçekten de Hristiyanlar Roma’da kendileri gibi
düşünmeyenlere ve güçlerine itiraz eden herkese karşı vahşet başlattılar.
Üstelik bu vahşete İmparator Birinci Theodosius da ortaktı. 380 yılında bir
ferman şunu diyordu: “Emrederiz ki, bu kanuna riayet edenler, Katolik Hristiyan
olsunlar. Buna karşı olanlar ki biz onları deli ilân ederiz, kâfir olmanın
utancını yaşayacaklar. Görüşme yerlerinin adı artık kilise olmayacak. Önce
tanrının intikamını, sonra bizim gazabımızın cezasını yaşayacaklar. Bu yetki
bize gökyüzünden verildi.” Hatta Katolik olmayanlar için “cehenneme
gönderilecek mezbahalık hayvanlar” denilmeye başlandı. İncil tercümanlarından
Hieronymus “kâfirler” için böyle diyordu.Uta Ranke-Heinemann’a göre bu dönemde
İskenderiye’de “dinsizlerin ilhâm kaynağı” olan kütüphane bilerek yakıldı.
516’da Hıristiyan olmayanlar devletten kovuldu. 418’de Hıristiyanlığa uygun
olmayan yazılar yasaklandı. 423’te Katolik olmayanlar afaroz edildi ve
mallarına el konuldu. 435 ve 438’de Katolikliğe aykırı ayin yapanlar için ölüm
cezası konuldu.
Yine 438’de bütün tapınaklar yıkıldı. Daha sonra
Hıristiyanlaştırma savaşları başladı.
Steuerwald bir önemli noktanın altını çiziyordu:
İmparator Konstantin’in Papa Birinci Silvester’e bütün Batı Roma
İmparatorluğu’nu hediye ettiğini gösteren fermanın sahte çıkması resmi
tamamlıyordu. Steuerwald’ın dikkat çektiği husus Hristiyanlığın tarihi boyunca
ya şiddet ya da aldatmaca ile yayıldığıydı. The Nazi Persecution of the
Churches, Conway, 25. ve 26. sayfalarda öyle geçiyordu. Vatikan’ın tarihi her
zaman Avrupa’nın süreçlerine doğrudan etkiledi. Belki tek başına belirleyici
olmadı, ama daima dikkate alınan bir unsur oldu. 30’ların siyâsî ikliminde
Kilise, “kâfirlere karşı” büyük bir mücâdele yürüttü. Kardinal Eugenio Pacelli,
Papa 12. Pius, Papa 6. Paul ve Papa 15. Benediktus önemle üzerinde durulması
gereken isimlerdi. Hitler, Mussolini ve Franco Roma Katolik Kilisesi’nin
koruyucuları ilân edildi.
Papalar, piskoposlar ve rahipler onlar için dua etti.
Kilisenin Hitler’e maddî destek sağladı ve bunun karşılığında dünyada Katolik
bir nizam kurmasını bekledi. Hitler’in “Kavgam” kitabını Staempfle adında bir
Cizvit rahibi yazmıştı. Aynı çerçevede Papa 12. Puis’in kardinalliği döneminde
ve adı Pacelli iken Hitler ile yakındı. O dönemde Berlin-Vatikan ilişkilerinde
Franz von Papen’in özel bir konumu vardı. Von Papen’in “Üçüncü Reich Papalığın
yüksek ilkelerini sadece tanımayan, aynı zamanda uygulayan ilk güçtür” sözleri
ayrıca çok önemliydi.
Yüksek ilkeler denildiği zaman Katolizmin dünyada başat
güç hâline gelmesi anlaşılıyordu.
Bunun temel metodolojisi ise Papa 3. Paul’un 1545’te ilân
ettiği engizisyon yasaları idi. Söz konusu yasaların 1963’te 23. Jean
tarafından ve daha sonra Papa 2. Jean Paul tarafından teyit edilmişti. Üçüncü
Reich’ın temelinde yer alan gizli polis örgütü Gestapo’yu Heinreich Himmler
kurdu. Himmler Cizvit’ti ve Gestapo’yu Cizvit tarikatının ilkeleri ve şematiği
ile kurdu. Aynı zamanda Hitler’in propaganda bakanı Dr. Josef Goebbels de
Cizvit’ti ve “bu kavgaya tanrı için bir ayine gider gibi gidiyoruz” diyordu.
İmparatorlara taç veren, imparatorların tacını alan, hükûmetleri kuran ve yıkan
papalar, çok kişiyi afaroz etti, ama ne Hitler ne de Mussolini veya Franco için
bu tartışılmadı dahi!
Vatikan’ın bir istihbarat örgütü olduğu öteden beri
söylenirdi. Bu örgütün Cizvit Tarikatı’ndan seçilen kimselerden meydana geldiği
iddia edilirdi. 16. ve 17. Asırlarda İngiltere’deki Protestan katliamları için
de yine Cizvitler sorumlu görülürdü.1534’te İgnatius von Loyola’nın kurduğu
tarikatın özünde bir Yahudi tarikatı olduğu da savunulurdu. Hatta bu nedenle
Cizvit tarikatının liderlerine bir dönem “kara papa” denilirdi. İç içe geçen
güç dengeleri ve karmaşık denklemler bazı gariplikleri de beraberinde
getiriyordu. Katolik Kilisesi İkinci Dünya Savaşı’nda ve sonrasında birçok
gizli örgütlenme ve istihbarat teşkilâtı ile çok yakın ilişki içindeydi. Daha
sonra CIA adını alacak olan OSS (Stratejik Hizmetler Ofisi), MI6, Black
Nobility, P2 ve Komite 300 başlıcalarıydı. Hatta “Büyük Vatikan Locası’ndan” da
söz edildi. 1976’da P2 Skandalı patlak verdiğinde, 121 üst düzey Vatikan
yetkilisinin de adı ortaya çıktı. Bu adlar arasında Müsteşar Kardinal Jean
Villot, Vatikan Dışişleri Bakanı Agostino Casaroli, Kardinal Sebastiano Baggio,
Kardinal Ugo Poletti Vatikanbank’ın genel müdürü Piskopos Paul Marcinkus vardı.
CIA Başkanı Allen Dulles İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu sistematikten
yararlanmak istedi. Elbette Dulles için önemli olan, öncelikle bu şemadan kendi
ihtisasında nasıl yararlanabileceği idi. Bunun için SS Önderi Gehlen ile
görüşmeler yaptı. Bu dönemde bazı SS subaylarının Kilise bağlantıları ve papaz
kimlikleri ile kimi operasyonları taşeron olarak üstlendi. Aynı kapsamda
SS’lerin Arjantin, Paraguay ve ABD’de görevlendirildi, hatta “Özgür Avrupa
Radyosu’nun” Gehlen tarafından tasarlandı ve örgütlendi. Komite 300
üyelerinden1960’da ölen Joseph Retinger’in (Ratzinger değil) CIA ve Papalık
arasında köprü oldu ve papa 7. Pius’un doktoru Luihgi Gedda vasıtasıyla
kurumsal işbirliğini sağladı.
Look Dergisi’nde Ocak 1966’da bir makale yayınlandı.
Makalenin başlığı “Yahudiler Katolik Kilise’nin Düşüncesini Nasıl
Değiştirdiler” şeklindeydi. Makale B’nai Brith Locası’nı konu ediyordu. Papa
23. Jean’ın 3 Temmuz 1963 akşamı şüpheli ölümünün Meksika’da El Informador
Gazetesi’nde yine 3 Temmuz 1963’te yayınlanması gibi garipliklerin de yaşandığı
bu dünyada daha bir çok iddia vardı. Acaba Papa 2. Paul hakkındaki savlar da
doğru olabilir miydi?
David Yallop “Tanrının Adına” adlı kitabında, 12 yıl ABD
Deniz Kuvvetleri’nin istihbaratında görev yapan William Cooper’in Papanın
İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’da IG Farben adlı firmada, gaz odalarında
kullanılan gazın üretiminde çalıştığını iddia ettiğini yazıyordu.
Daha sonra yargılanmamak için Polonya’ya kaçtığı ve rahip
olduğu savunuluyordu. Devâmında ise kardinal olup Vatikan’a geçmişti.
Papanın 27 Kasım 1983’te yayınladığı “Codex Iuris
Canonici” fermanı ile, masonların afarozunu kaldırması da “diyet” olarak
yorumlanıyordu. Çok önemli bir güç merkezi olan Vatikan’ın denklemlerin dışında
kalacağını varsaymak hiç de mantıklı değildi Zâten CIA eski Başkanı Robert
Gates ABD ile Vatikan arasında soğuk savaş döneminde kurulan gizli ittifakı ilk
kez resmî olarak açıkladı. Gates, "Komünizme karşı Papa İkinci Jean Paul
ile birlikte savaştık" dedi. Böylece Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı
CIA ile Vatikan arasında Soğuk Savaş döneminde yapılan işbirliği belgelendi.
CIA'nın eski başkanı Robert Gates, Polonyalı İkinci Jean Paul'ün 1978'de
Papalık tahtına oturması sonrasında Vatikan'la işbirliği yapıldığını itiraf
etti. İtalya'da piyasaya çıkan "Tarihi Değiştiren Adam" adlı kitapta
yer alan açıklamalarında Gates, "istihbarat bilgilerimizi Vatikan'la
paylaşıyorduk.
Komünizm ile mücadelede ortak cephede savaşıyorduk"
dedi. Nitekim Doğu Blokunun çözülmesi de 80’lerde Polonya’da başladı. Buna
göre, Amerikan istihbaratının sahip olduğu gizli belgeler CIA'nın eski başkan
yardımcısı tarafından Papa'ya bizzat iletiliyordu. Ronald Reagan'ın ABD Başkanı
olduğu 1980'li yıllarda, Papalık tahtına bir Polonyalının oturmasının Komünist
Doğu Bloku üzerinde yaratacağı olası etkiler ABD tarafından tahmin edilmişti.
Jean Paul'ün Haziran 1979'da Polonya'ya yaptığı ziyarette casus filmlerini
aratmayan sahneler yaşandı. Komünist Polonya hükûmeti Papa'nın ziyaret programını
halkın öğrenememesi için elinden geleni yapmıştı. Bu sayede Papa'nın
konuşmasına katılımı düşük tutmak istiyordu.
Ancak CIA ajanları bunun önüne geçmek için valiz
büyüklüğündeki bir korsan yayın cihazını ülkeye soktu. Polonya televizyonu
devre dışı bırakılarak Papa'nın güzergâhının ve seyahat detaylarının
anlatıldığı bir yayın yapıldı. Doğu Avrupa ve SSCB'de Vatikan'ın etkisini
artırarak komünizme karşı mücadelede Papa'ya tam destek veren ABD'nin kurduğu
bu ittifak, Reagan yönetimine göre, “tarihin en büyük gizli ittifakıydı”.
Bu arada Vatikan’a yönelen itirazların önemli bir bölümü,
Kilisenin sahip olduğu muazzam mâlî kaynaklara rağmen fakirliğe ve salgın
hastalıklara karşı sadece dua etmekle yetinmesiydi.
Kilisenin muhalifleri, “şeytanın işi” olan salgın
hastalıklara karşı neden Vatikan’ın hiçbir şey yapmadığını soruyorlardı.
Elbette Vatikan Türkiye’nin AB’ye tam üye olması
konusunda doğrudan ve taraf olarak görüş belirtmeyi ve bu konuda sıklıkla
konuşmayı tercih etmiyordu. Fakat Papa Benediktus’un kardinal olduğu ve
Ratzinger adı ile bilindiği dönemde Türkiye’ye karşı çok sert açıklamaları
olmuştu. Ratzinger Türkiye’nin Hıristiyan olmaması nedeniyle asla AB’ye
katılmaması gerektiğini, batının tezatı olduğunu ve Türkiye’nin gidip Araplarla
birlik kurması gerektiğini söylemişti.Bugünkü Vatikan, yerleşim alanı
itibariyle, kalın surlarıyla birlikte 44 hektarlık bir alanı kaplamaktaydı.
Çevresindeki surlar bir saatte dolaşılabilir. 1527’de İspanyolların işgaline
uğrayan Vatikan’ın yıkılan surları ve binaları yeniden inşa edilmişlerdi.
Vatikan’ı İsviçreli Katolik askerler, geleneksel giysileri içinde koruyordu.
Ünlü Devlet kuramcısı Makyavel, aynı zamanda “prens” olan Papaların kendilerini
paralı asker olan İsviçrelilere korutmasını sert bir dille eleştirmişti. Ona
göre bu paralı askerler, kendilerine daha fazla para veren düşmanlara Papa’yı
satabilirlerdi. Makyavel’in dediği doğruydu. Nitekim bir kaç kez Papalar,
İsviçreli askerlerin ihanetine uğramışlardı. Ama yine de Papalar kendilerini
İsviçreli paralı askerlere korutmaktan vazgeçmemişlerdi. Nedeni de çok
ilginçti. İsviçreli paralı askerler ihanet etseler bile Vatikan’ın hiç bir
sırrını açıklamıyorlardı. Vatikan’ı gizemli bir Kilise-Devleti yapan buydu.
Öğretiye göre “Vatikan’da öğrenilen sırlar öbür dünyada bile açıklanmazdı.”
Vatikan’ın sırlarını açıklayanların ve nesiller boyunca ailelerinin canları ve
malları güvenlikte olmazdı.
Çünkü Vatikan gerçekten de inanılması güç sırları
barındıran, gizli geçitleri, şifreleri ve yeraltı yollarıyla tam anlamıyla “esrarengiz”
sayılan bir yerdi ve bu şöhretini de yüzlerce yıldır sadece kendisine sakladığı
sırlarının başkalarınca öğrenilebilmesini önleyerek edinmişti.
OPUS DEI
Görünüşte tam bir Seküler örgüt gibi çalışan Opus Dei
gerçekte sadece Katolikliğin egemenliğini temin etmeye uğraşıyordu. Bu gerçek
Escriva’nın bölge kumandanlarına gönderdiği ve Non Ignoratis (Gözden Kaçmasın)
başlıklı mektubunun 1970’li yıllarda basına sızdırılmasıyla anlaşıldı. Escriva
mektubunda kendilerinin Seküler sayılmalarının sadece bir taktik olduğunu ve
tek hedeflerinin bu maske altında Katolikliği egemen din olarak yerleştirmek
olduğunu vurguluyordu ve bu hususun gözden kaçırılmaması gerektiğini
söylüyordu. Opus Dei önderi Escriva, Papa yaptırdığı 2. John Paul tarafından
ölümünden 15 yıl sonra Aziz yapılmak için sırada bekleyen 2000 kişinin önüne
geçirildi. Halen Vatikan’da en önemli kurumlardan biri olan “Hıristiyanlık-Dışı
Dinler ve İnançsızlar” Bakanlığını elinde tutan Opus Dei bu kurum aracılığıyla
özellikle Müslüman ülkelerle ilişki kurmuştu. Türkiye’de de Opus Dei’yle iş ve
ticaret ilişkileri içinde olanlar vardı. Opus Dei, vargücüyle tüm kiliseleri
birleştirmeyi öngören Ekümenizm hareketini desteklemekteydi. Bu nedenle Vatikan
tarafından hazırlanmış olan Ekümenizm hareketi nedir bunu bilmekte yarar vardı.
Papa 23. John, bir zamanlar Angelo Roncelli adıyla
1935-1944 yılları arasında Türkiye'de Vatikan'ın gayr-i resmi apostolik
temsilcisi ve Latin Katolik Cemaati'nin ruhani önderi sıfatıyla bulunmuştu. Çok
iyi Türkçe bilen Monsignor Roncalli Türkiye'deki Katolik cemaatine Türkçe hitap
ediyor, onlara Türkçe öğrenmelerini tavsiye ediyordu. Şimdi Vatikan
Temsilciliği'nin Şişli'deki binasının bulunduğu Ölçek Sokak'ın adı 2000 yılında
Şişli Belediyesi tarafından "Papa Roncelli" olarak değiştirilmişti.
3.Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Dışişleri eski Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil ve
dönemin Dışişleri Genel Sekreteri Numan Menemencioğlu da Papa'nın yakın
dostlarındandı. Vatikan'ın Türkiye'de elçilik açması da Menderes Hükümeti
döneminde Celal Bayar'ın tavassutu ile 1960 yılında olmuştu. 1958'de Roncalli,
23. John unvanıyla Papa seçilince, Bayar, 1959'da Vatikan'a giderek kutlamıştı.
Vatikan'la resmi diplomatik ilişkiler de 1960'da kurulmuştu. Türkiye'nin ilk
Vatikan elçisi Prof. Nur Vergin'in babası Nurettin Vergindi. Papa'nın
Türkiye'deki ilk elçisi ise Monsenyör Francesso Lardona’ydı. 27 Mayıs 1960'daki
askeri darbede Bayar tutuklanarak Yassıada'ya gönderildiğinde, Papa 23. John
çok üzülmüştü. Yassıada Mahkemeleri'nden Bayar'a idam kararı çıkınca üzüntüsü
daha artmıştı. Papa bir kardinalini Türkiye'ye göndermişti. Kardinal,
Türkiye'ye gelerek Milli Birlik Komitesi'nden bazı isimlerle görüşerek idam
cezasının uygulanmamasını rica etmişti. Anılarında Türkiye'de bulunduğu ilk
yılları, ülkede gerçekleştirilen devrimler nedeniyle "muhteşem bir
geçmişin cenaze töreniniizliyor gibiyim" cümlesiyle anlatan Papa,
Türkiye'de Kıyafet Kanunu'nun yürürlüğe girdiği 13 Haziran 1935 günü
İstanbul'un Latin ruhban sınıfı ile birlikte sivil kıyafetlerle Saint Antoin Kilisesi'ne
doğru bir yürüyüş yapmış, İstanbul Valisi'ni de sivil kıyafetlerle ziyaret
etmişti.
Roncelli, Türkiye'ye sevgisi nedeniyle, Papa olduktan
sonra Türkiye'de "Türk Papa" olarak anılmıştı.6. Bölüm: Dini
Romalaştıran Takiyyeci Pavlus Hz. İsa hayatı boyunca iki merkezle kıyasıya
mücadele etmişti; biri zulmün ve aldatıcıların temsilcisi Roma ve diğeri kendi
halkından Ferisilerdi. Roma egemenleri Hz. İsa'yı güya çarmıha gerdiklerine
inansalarda bu direniş çizgisinin kesilmeyeceğini biliyorlardı. Bitmesi için en
akılı olan yolu seçtiler: İsevi anlayışı ve direnişi içsellestirmek/
uysallaştırmak, sonrada devletleştirmek. Bu anlayışa resmi misyon yüklemek
gerekiyordu. Paul ya da bilinen adıyla Pavlus, Roma'nın Hıristiyanlaştırılması
ya da Hıristiyanlık'ın Romalılaşmasını sağlayacaktı.
Barnaba İncili, Pavlus’un gerçek yüzünü gösterdiği ve
maskesini düşürdüğü için yasaklandı.
Yahudiler Filistinde yaşadığı gibi Anadolu, Suriye,
Mısır, Irak gibi bölgelere yayılmışlardı. Tarsus'da doğmuş, Yunan felsefesi ve
Yahudiliği öğrenmiş bir Helenli Yahudi olan Pavlus MS 35'te ortaya çıkmıştı.
Tarsus, Yunanistan, İtalya, Kıbrıs, Suriye ve Mısır'a açılan ticaret yollarının
merkeziydi.
Greko-Romen dünyasında pek çok din hüküm sürüyordu.
Tarsus, doğu inançlarının ve mistik dinlerin harman olduğu bir şehirdi.
Tarsus'ta bir üniversite ve birçok Yunan okulu vardı.
Pavlus, İ.S.10.yıllarında Tarsus'ta doğmuştu. Yahudilikte
kullandığı asıl adı Saul idi.
Yöredeki pek çok Yahudi gibi oda Roma yurttaşlığını
kazanmış bulunan bir aileden geldiği için Romalı adı "Pavlus"u
kullanmaktaydı. Öteki Yahudi çocukları gibi o da bir sanat öğrendi ve çadır
ustası oldu. Kudüs'te dini bir eğitim gördü. Başlangıçta koyu bir Ferisi
olarak, Hz. İsa’ya, bu yeni akıma ve yandaşlarına karşı cephe aldı ve onları
etkin bir biçimde izledi. Dahası ilk Hıristiyan şehidi İstefan'ın taşlanarak
öldürülmesinde de katkısı oldu. İstefan'ın gömülmesinden sonra Kilisenin altını
üstüne getiriyor, evlere girerek içeridekileri kadın, erkek demeden dışarı
sürüklüyor ve onları zindana atıyordu.
Yahudi yetkililerden almış olduğu bir mektupla Şam'a
giderken, gökte bir ışık parladı.
Saul yere düşerken kendisine bir sesin "Saul, Saul
neden bana zulmediyorsun" diye seslendiğini duydu ve "sen kimsin ey
efendim?" diye sordu. Ses de "ben senin zulmettiğin İsa'yım!"
diye yanıtladı. İşte bu karşılaşma Saul'un yaşamında bir dönüm noktası oldu.
Daha önce amansız bir biçimde karşı çıktığı bu yeni inancın en ateşli
savunucusu oldu ve onu yaymak için yolculuklar yaptı, topluluklara mektuplar
yazdı. Mesih inancının ilk yayıldığı sıralarda Pavlus zamanının çoğunu yine
Anadoluda geçirmişti. Anadolu’nun Pavlus'un hayatında önemli bir yeri
bulunuyordu. Yolculuklarının başlangıç noktası hep Antakya’ydı. Pavlus
doğduğunda şehir stoacıların merkeziydi. Yunanca'yı iyi bir şekilde biliyordu.
Yunan felsefesine aşinaydı. Yunan felsefesinden haberdar olduğu için `ruh,
kurtarıcı, ilk akıl, nefis, şuur' gibi felsefi kavramları biliyordu. Gamelyel
adlı bir yahudi din adamından eğitim almıştı.
MS 38'de havarilerle tanışmak için Kudüs'e gitti, ama
Havariler onu kabul etmediler. Ancak Havari Barnaba'nın ricası üzerine diğer
Havarilerle görüşebildi. Pavlus, Havarilerin emri altına girdi.
Daha sonra Pavlus, Tarsus'a gönderildi. MS 24'de
Barnabas, yeni mesihilerin eğitilmesi için Pavlus'u Tarsus'tan alarak
Antakya'ya getirdi. MS 45'den 48'e kadar emir altında olan Pavlus, İncili
duyurmak üzere Barnabas ile gönderildi. İkili, yahudi sinagoglarında İncili
sunarak, Kıbrıs, Konya ve Orta Anadolu bölgesini dolaştılar. Filistin dışındaki
tüm bu şehirlerde Yunanca konuşulmaktaydı ve Pavlus Yunanca bildiği için sözcü
konumundaydı. Önceleri Pavlus, Kudüs Mesihiler Cemaati (Diğer adıyla Musevi
Hıristiyanlar) emrinde Hz.İsa'nın gerçek mesajını anlatmıştı.
PAVLUS’UN OYUNLARIPavlus, Havari Barnaba’nın şefaatiyle
Havarilerle tanışıp hizmetlerine girmiş ve Barnabas ile yaklaşık 15 yıl sadece
Yahudilere, havralarda İncil tebliğ etmişti. Bu 15 yıldan sonra Pavlus ana
yoldan ayrıldı. MS 53 yıllarında putperestlere İncil sunma düşüncesini zihninde
üretti ve Hz. İsa'nın İncilinden farklı ve putperestlerin inanacağı türden bir
İncil ortaya koymaya başladı. Buna göre Pavlus, sünnet olmak putperestlerce
alay konusu olduğundan sünneti kaldırdı. Şeriata (Tevrat) uyma zorunluluğunu
kaldırdı. İsa'yı gizem (mistik)dinlerin tanrıları kılığına büründürdü. İsa'yı
ölüp dirilen putperest dinlerin tanrıları şeklinde sundu. Haç inancını
geliştirdi. Her insanın Hz. Adem ve Havva'nın yasak meyveyi yemesinden (asli
günah) dolayı günahkar doğduğunu icat etti. Yahudilikteki bazı ayinleri
değiştirerek aldı. Teslis (baba+oğul+Kutsal Ruh: 3 tanrı) inancını icat etti.
Pavlus'un Hz. İsa'ya aykırı bu yeni dini ve yeni İncili Havarilerin tepkisini
çekti ve onu dışladıar. Çok iyi derecede Yunanca bildiği ve Roma vatandaşı olduğu
için, putperest Romalılar'a gidip, onların kabulüne uygun yeni İncilini yaydı.
Galatyaya gitti. Kilise kurdu. Havariler ise onu takip
etmeye başladı. Onu takip eden Havariler Galatyada bir kilisede Pavlus ile
tartışarak, halka : "Onun, İsanın İncilini bozduğunu yeni bir İncil
uydurduğunu" söyledier ve halkın çoğu Havarilere inanıp sünnet oldu.
Kudüsteki Musevi İsevilere, Pavlus; "sahte
kardeşler" yani bir anlamda "münafıklar" diyordu.
Oysa bu cemaat arasında İsa'nın Havarileri vardı ve hiç
de sahtekar değillerdi. Kilise de, İsevi Hıristiyanlara yani hakiki İsevilere
"reforme olmamış yahudiler" , "yahudileştiriciler" veya
"heretikler" (bidatçı kafirler) diye aşağılıyacaktı. Oysa Hz. İsa
kendisine uyan Havarilere ve bu cemaate şunu söylemişti : Sizi dinleyen beni
dinler ve sizi reddeden beni reddeder. Beni reddeden ise beni göndereni
reddeder. Pavlus’un doktoru Luka, gerçek İsevi yahudi müminleri
"ferisiler" (bağnaz yahudiler) diye tanıtıyor ve kötülüyordu. Ne var
ki Ferisi mezhebinden olan imanlılardan bazıları kalkıp şöyle dediler :
"Diğer uluslardan olanları sünnet etmek ve onlara Musa'nın yasasına
uymalarını buyurmak gerek. Hz.
İsa tebliğ yaparken, ferisi ve saduki mezhebinden
yahudilerin muhalefetiyle karşılaşmıştı. Bu sebeple ferisi demek muhalif, bağnaz
demekti. İşte Luka İsevi gerçek müminleri "ferisi" gibi göstererek
onları marjinal olarak lanse etmişti. Oysa Hz. İsa ferisilere bile düşman
değildi ve onları söylediklerine itaat etmeye çağırmıştı.
Yeni Ahit'in çeşitli yerlerinde Havarilere söz gelimi
Petrus'a Pavlus yanlısı sözler söyletilerek güya Havarilerin de Pavlus ile aynı
fikirde olduğu imajı verilmeye çalışılmıştı. Galatya'da Pavlus ile tartışan
Kudüsü Mesihi Cemaatinin heyeti, Pavlus'un sünnetsiz cemaatini İsevi olarak
kabul etmediler ve Pavlus'un Tevratı dışlayan İncilini de reddettiler. Pavlus
Havarilere ve Havarilerin lideri Yakup'a uymayan farklı bir İncil sunuyordu.
Havarilerin lideri Yakup, Kudüs Mesihler Cemaati ve Pavlus'un tartışmalarını
karara bağlamak için, yahudi olamayanlar için 4 konudaki emirlerine uymalarını
istedi: Putlara sunulan kurban etinin, kanın, boğularak ölen hayvanların etinin
yenmesi ve cinsel ahlaksızlıkların terk edilmesi. Fakat Pavlus Yakup'un bu
emrini de çiğnemişti. Korintoslulara ilk Mektubunda haram ile helali birbirine
karıştırmıştı: Vicdan için hiçbir şey tahkik etmeyerek kasaplar çarşısında
satılan her şeyi yeyin. Eğer iman etmeyenlerden biri sizi çağırır ve gitmek
isterseniz vicdan için hiçbir şey tahkik etmeyerek önünüze konulan her şeyi
yeyin.
Pavlus Galatyalılara yazdığı Mektupta, Kefas (Petrus) ile
Barnaba’nın Kudüs Mesihiler Cemaatinin gönderdiği delegasyona itaat ettiğini ve
oradaki mesihilerinde delegasyona uyduklarını belirtiyor, onları iki yüzlü
olmakla suçluyordu. Fakat Kifas Antakya'ya geldiği zaman Pavlus onla yüz yüze
geldi. Yakub tarafından bazıları gelmeden evvel milletlerle beraber yemek
yiyordu, fakat geldikleri zaman sünnetli olanlardan korkarak çekildi ve
ayrıldı, diğer yahudiler de onunla birlikte riya ettiler.
Barnaba’yı münafıklıkla suçluyordu. Yakup ve Havariler o
dönemde herkesin uyduğu doğru bir merciydi.
Pavlus ile Barnaba'ın ayrılma sebepleri çok ciddi ve
derindi. Barnabas Pavlus'un fikirlerini onaylamıyordu. Böylece Havarilerden
kopan Pavlus, Yunan – Roma kentlerini dolaşarak Yunancayı ve Yunan kültürünü
iyi bilmenin avantajını kullanarak, kendi ürettiği, İsa ve Havarilerin İnciline
aykırıkendi düşüncesini yaymaya başladı. O dönemde popüler olan mistik dinlerin
inançlarını, ayinlerini yahudiliğin bazı ayinleriyle sentezledi. Pavlus,
Yahudilerin Pasah ayinini aldı. Yahudi geleneğine göre Pasah yemeği yahudilerin
Hz. Musa önderliğinde Mısır'dan çıkmalarından önce, gece gelecek olan Azrail'in
kendi evlerine uğramaması için, koyun kurban edip, etini o gece yemelerine
denirdi. Bunu unutmamaları için Pasah yemeğinin her yıl uygulanması yahudilere
emredilmişti. İşte Pavlus bu Pasah yemeğini aldı, Aztek, İnka, Afrika ve Doğu
medeniyetlerindeki putperest inanışlarını; "ölen ataların, düşmanların,
kralın, tanrıyı temsil eden rahibin etini yiyerek, onun gücüne sahip olma"
anlayışını bu yemeğe ekledi. Böylece ortaya İsa'nın etini yeme, kanını içme
ayini olan, kutsal ekmek-şarap ayini (kominyon ayini) çıktı.
MS 50-53 yıllarında Kudüs Mesihiler Cemaati ile Pavlus
arasında itikadi ve temel konularda tartışma derinleşti. Pavlus şunları
söyledi: Sizi Mesihin inayetinde çağırandan böyle çabukça farklı bir İncile
dönmekte olduğunuza şaşırıyorum, o başka bir İncil değildir, fakat sizi
karıştıran ve Mesihin İncilini bozmak isteyen bazı kimseler var. Fakat eğer biz
yahut gökten bir melek de siz vazettiğimiz İncilden başka bir İncil vazederse
lanetli olsun. Önce nasıl dedikse şimdi de tekrar diyorum: Eğer bir kimse size
kabul ettiğinizden başka bir İncil vazederse lanetli olsun. ‘Sizi Mesihin
lütfuyla çağıran’ ifadesiyle kendisini, kendi İncilini kastetmişti. İlk bakışta
Pavlusun, İsa düşmanlarına ya da İsa düşmanı yahudilere lanet okuduğu
sanılabilirdi. Oysa Pavlus, Kudüs Mesihi Cemaatine yani Havarilere ve onlara
uyanlara lanet ediyordu. Pavlus niçin Kudüs Mesihi Cemaatini lanetliyordu?
Çünkü onlar şunları ileri sürerek Pavlus'un otoritesini de sarsıyorlardı : O
(Pavlus) Hz. İsa'nın bizzat kendisi tarafından yetiştirilmemişti. Onun İncili
Kudüsteki ve gerçek Havarilerinkiyle uyuşmuyordu. Ve Galatyadaki dönmelerden,
gerekli olan sünneti ve yahudi şeriatinin diğer anahtar emirlerini uzak
tutmuştu. Ve böylece onun İncili Kudüsteki ileri gelenlerin tam ve gerçek
İncili değildi.
Yahudileştiriciler (Kudüs Mesihi Cemaati) Pavlus'un
güvenirliğinin aleyhinde bulundular.
Bunlar, Pavlus'un orjinal elçilerden birisi olmadığını ve
Petrus, Yuhanna ve Yakup'un müjdelediği İncili tahrif ettiğini söylediler.
Onlar şunu ilan ettiler ki Musa'nın şeriatini terketme önerisi İsa'nın
öğretisine aykırıydı. Galatyalılara gelen Kudüs Mesihi Cemaati heyeti, Pavlus'u
uydurma bir İncil yaymakla suçlamıştı. Pavlus ise kendisini savunmuştu Çünkü ey
kardeşler; size bildiriyorum ki benim tarafımdan vazolunan İncil insana göre
değildir. Galatyalılara gelen Kudüs Mesihi Cemaati heyeti Hz. İsa'nın haça
gerilmesini çok önemli bir olay olarak görmemişler ve yok saymışlar, Pavlus ise
buna kızmıştı: Ey akılsız Galatyalılar, gözleri önünde İsa Mesih haça gerilmiş
olarak tasvir olunan sizleri kim büyüledi.Pavlus, Kudüs Mesihiler Cemaati'ne
yani İsa'nın Havarilerine ve onlara uyanlara küfür etmiş, şöyle demişti; o
adamlardan, o köpeklerden sakının, o sünnet bağnazlarından sakının.
Pavlus ile Kudüs Mesihiler Cemaati arasındaki tartışma
itikadiydi ve derindi: Mesihin kim olduğu, Mesihe iman etmenin ne anlama
geldiği, İseviliğin nasıl yayılacağı tartışma konusuydu. Pavlus en başta
kendisini Havari kabul etmedikleri için Kudüs Mesihiler Cemaatine kızmıştı.
Pavlus ise buna karşılık "Beni Tanrı Havari yaptı" demişti. O
sıralarda birçok kişi İsa Mesihin ruhu ile karşılaştığını onun tarafında İncil
sunmak için elçi seçildiğini iddia etmişti. Pavlus bu iddiacılardan sadece
birisiydi.
Ortada iki farklı İsa ve iki farklı İncil vardı: Birisi
tarihte yaşamış İsa ve onun öğrettiği, Havarilerinin sahip çıktığı
"Tanrının melekutu (egemenliği)" İncili, diğeri; Pavlus'un kendine
Şam yolunda göründüğünü iddia ettiği İsa ve onun haç ve kan İncili.
Pavlus, Kudüs Mesihiler Cemaatini Galatyalıları
sömürmekle suçladı. Oysa Kudüs Mesihiler Cemaati de onu aynı şeyle suçlamıştı.
Pavlus kilisede toplanan paraları, hayli menfaatleşecek biçimde kullanmakla
suçlanmıştı. Pavlus sünnet olmayı Musa'nın bir şeriatı değilmiş gibi
basitleştirerek "bedende bir gösteriş, bedenle övünmek" gibi ne
denildiği anlaşılmayan bir gerekçeye bağlıyordu.
Pavlus neden sünnet olmaya bu derece düşmandı? Çünkü
sünnet Hz. İbrahim ile Allah arasındayapılmış bir anlaşmaydı ve tüm Museviler
için farzdı. Hz. İsa da Havarileri de sünnet olmuşlardı. Pavlus Tevratın sünnet
ayetlerini biliyordu. Eğer sünneti kabul etselerdi, Tevrat’ın diğer emirlerine
de bağlı kalması kaçınılmaz olacaktı. O sünnet adı altında hem sünnete hem de
Tevrat’a karşı çıkmıştı.
Pavlus, Tevrat’ın tümünü reddediyordu. Oysa İsa'nın
Havarileri ve takipçilerinin de içinde bulunduğu Kudüs Mesihiler Cemaati ve
liderleri Yakup Tevrat’a sıkı sıkıya bağlıydı. Kudüs kilisesinin üyeleri (Kudüs
Mesihi Cemaati), daha sonraki dönemde ortaya çıkan Hıristiyanlarca anlaşıldığı
şekilde Hıristiyan değildi. Onlar yahudi şeriatındaki her maddeye yapışan
yahudilerdi. Örneğin çocuklarını sünnet ediyorlardı. Bu cemaatin ilk 10
liderinin hepsi de sünnet olmuş yahudilerdi.Yahudi gıda kanunlarına şabat ve
festivallerine, keffaret günü dahil olmak üzere yahudi temizlik kanunlarına
bağlıydılar ve günlük ibadetlerinde yahudi ibadet biçimini uyguladılar.
Kudüs Mesihiler Cemaati’nin Pavlus Hıristiyanlığıyla
alakası yoktu. İşte bu Kudüs Mesihiler Cemaati, Pavlus'u takip etmek ve
uydurduğu İncili yaymasını önlemek için heyetler göndermişti. Bu heyet Korint
şehrine de uğradı ve Korintlileri Pavlus'un sahte İncili konusunda uyararak
kendi gerçek İsevilik ilkelerine davet etti. Pavlus Kudüs Mesihiler Cemaati’nin
bu heyetini duyunca Korintlilere şunları söyledi: Çünkü size gelen ve bizim
tanıttığımızdan değişik bir İsa'yı tanıtanları pekala hoş görüyorsunuz. Ayrıca
aldığınız bir ruhtan farklı bir ruhu ve kabul ettiğinizden farklı bir İncili
kabul ederek bunları hoş görüyorsunuz. Bu sözüm ona üstün elçilerden hiç de
aşağı olduğumu sanmıyorum.
Bu tür adamlar sahte elçiler, aldatıcı işçiler, kendisine
Mesih'in elçisi süsü verenlerdir. Bu şaşılacak bir şey değildir. Şeytan bile
kendisine ışık meleği süsü verir. Onun hizmetkarlarının da kendilerine
doğruluğun hizmetkarları süsü vermesi pek şaşırtıcı değildir.
Pavlus'un eleştirdiği "sahte elçiler", "şeytanın
hizmetkarları" dediği kimseler, İsa'nın Havarileri yani Kudüs Mesihiler
Cemaatiydi. Ayrıca Pavlus kendi yazdığı bu mektubunda Kudüs Mesihiler Cemaati
için "üstün elçiler" ifadesini de kullanmıştı. O dönemde Pavlus da
onları saygın Havariler olarak kabul etmişti. Pavlus’un niye Kudüs Mesihiler
Cemaatine bu kadar kızdığı açıktı. Bu heyet Korintlilere, Pavlus'un haça
gerilen ve dirilen İsa tezinden farklı bir İsa anlatmış, Pavlus'un vaaz ettiği
İncilden farklı bir İncil vaaz etmişti.
Takiyyeci Pavlus, MS yaklaşık 58 yılında, Havarilerin ve
Kudüs Mesihiler Cemaatinin lideri Yakuba yaptığı faaliyetler hakkında bilgi
vermek için Kudüse gitti. Oysa Yakup kendi gönderdiği heyetler ve Petrus,
Barnaba gibi havarilerin verdiği raporlar sayesinde, Pavlus'un Tevrat’ı
reddettiğini, İsa'nın İncil’ini tahrif ettiğini biliyordu. Lider Yakub,
gerçekten Tevrat düşmanı olup olmadığını kanıtlaması için Pavlus'a havrada bir
törene katılmasını önerdi. Pavlus, Yunan ve Rum kentlerini dolaşıp, Havarilerin
İnciline ters yeni bir İncil icat ettiğini, Tevratı reddettiğini, İsa'nın tüm
insanların günahına kefaret olmak için haçta ölüp tekrar dirildiğini ve bu
itikada inanmakla herkesin hür olacağını; yani kendi görüşlerini
söyleyebilirdi. Ancak takiyye (rol) yaparak söylenene uydu, havraya giderek
yahudi ibadetine katıldı.
Pavlus'un Tevrat’a uyup havrada ibadete katılmasına
rağmen, onun Yunan-Roma kentlerinde İsa ve Havarilere aykırı yeni bir İncil
tebliğ ettiğini ve Tevrat’ı reddettiğini duyan Kudüs Mesihiler Cemaati’ne
mensup bir grup halk, Pavlus'u linç etmek isteyince Romalı askerler Pavlus'u
kurtardı. Bu olay nedeniyle Pavlus, Havarilerden koptu. Pavlus yargılanmak için
Roma'ya, Sezar'a götürüldü, ancak yine kendi İncilini yaymaya devam etti. Kudüs
Havarilerinin yakalanarak öldürülmesi için Roma’yı ikna etti. Ve MS 61-63
yıllarında Roma'da öldü.
Kudüs Mesihiler Cemaati`nin lideri Yakup, Tevrat’a sıkı
sıkıya bağlı, çok dindar bir İsevi idi.
Mektubunda şunları Romalılara yazmıştı: bir insan hem
iman hemde iyi amellerle kurtuluşa erebilir.
Sünnetliler de sünnetsizler de sadece iman ile kurtulur.
Sadece tanrının tek olduğuna iman yeterli değildir. Şeytanlar bile buna
inanmaktadır. İbrahim sadece tanrıya iman ederek, imanı ve salih amelleriyle
aklandı. İbrahim, oğlunu kurban etmeye başvurmakla yani bu iyi ameliyle
aklandı.Neden bu ayrılık doğmuştu? Bazı havralarda (sinagoglar), Yahudi
ırkından olmayan ama tek tanrıyı kabul eden, Cumartesi ibadetine katılan,
sünnetsiz kimseler vardı. Bunlara gentile (yahudi ırkından olmayan) deniyordu.
Bunların bir kısmı İncile de iman etmişti. Bu gentile Hıristiyanlar, sünnet
olmayı ve şeriata (Tevrat) tam olarak itaat etmeyi kabul etmiyorlardı. İşte
gentile Hıristiyanlar sebebiyle, 12 havari ile Pavlus'un arası açıldı.
İsa Mesihin havarileri sünnet olmaksızın ve Tevrat'a tam
olarak inanmaksızın İsevi olamayacaklarını savunurken, Pavlus, sünnetsiz ve
şeriatsız (Tevratı kabul etmeden) İsevi olabileceklerini savunuyordu. Bu arada,
Şam olayından (MS 38) 15 yıl kadar sonra yani MS 53 Pavlus, yeni fikirler ortaya
atmaya başlamış,. Hz.İsa tarafından seçilmediği halde kendini 12 Havariden daha
üstün bir havari (13. Havari) ilan etmişti.
Güya onu Rab seçmişti. Öyle itikadi fikirler ortaya attı
ki, Hz.İsa asla bu görüşleri yaymamıştı.
Barnaba ve Pavlus Antakya'da iken, Antakya'da bazı
gentile Hıristiyanların sünnet olmayı ve Tevratın bazı hükümlerine inanmayı
reddettiklerini duyan Kudüs Mesihi Cemaati, Antakya'ya bir heyet göndererek
bundan vazgeçilmesini istemişti. Antakyalılar'la bu heyetin yaptığı görüşmeden
bir sonuç çıkmayınca bir heyet hazırlanarak nihai karar verilmesi için Kudüs'e
Cemaat Lideri Yakup'a gönderildi.
Tarih MS 50'di. Güya, Havari Petrus da Yakub'un yanında
Gentile Hrisitiyanların sünnet olmamaları ve Tevrata uymamalarını savunmuştu.
Kudüs Mesihiler Cemaati'nin lideri Yakup, kararını bir mektup ile
Antakyalılar'a bildirdi. Tevrat şeriatına uymayanların ve sünnet olmayanların
asla Mesihi (İsevi) olamayacaklarını savundu. Petrus, Barnaba ve diğer
Havariler bu karara uyarken, Pavlus bu karara karşı çıktı ve Havarilerden
ayrıldı.
İşte bu fikri ayrılıktan sonra Pavlus, gentilelere
sünnetsiz ve Tevratsız yeni bir İncil tebliğ etmeye başladı. Tarih MS 50-53
yıllarıydı. Tevrat'ın tüm günahların kaynağı olduğunu, uyanların lanet altında
olduğunu, insanlar için bir tutukluluk olduğunu söyledi. Tevrat'ın emir ve
yasaklarına değil, İsa'ya imanla kurtuluşa ulaşılacağını anlattı. Pavlus'un
yaşadığı dönemde Roma imparatorluğu halklarında putperestlik yaygındı. Ölen,
dirilen, insanlar için aracılık yapan tanrılara inanılırdı.
Bunlardan en önemlisi Baba Zeus’tu. Olimpus dini vardı ve
bu dine göre tanrılar Olimpus dağında yaşarlar ve bazen insanlar adına önemli
kurtarma görevleri için dünyaya inerlerdi. Tanrıların şefi Zeustu. (Latinler
ona Jüpiter derdi) Tanrılar evlenir, çiftleşir, doğururdu ve ölümsüzlerdi.
Zeus'un oğlu Hermes, tanrılarla insanlar arasında
aracılık yapan tanrıydı. Tıpkı Hıristiyanlıktaki Kutsal Ruh gibi. Putperestler,
Hermesi, ayağında veya kafasındaki miğferinde güvercin kanatları olduğu
şeklinde resmederlerdi ki, Hıristiyanlar Kutsal Ruh'u güvercin kılığında
resmettiler.
Büyücü Hermes olarak Ezoterik inançlıların tanımladığı
aslında Hz. İdris’den başkası değildi. Mucizeler gösteren peygamber yüzyollar
sonar Tanrının arabulucu büyücü yapılmıştı. Güneş dinlerine göre tanrıların
iradesiyle tanrılaşan insanlar vardı. Bir çoban olan Attis ve bir ensest
ilişkiden doğan Adonis bir insane iken sonradan tanrılaştığına inanılırdı. Bu
tür kahramanların anne veya babası tanrı iken bu kahramanlar sonuçta ölürdü.
Hz. İsa, Attis’e benzetildi. İmparatorlara ise "rab",
"tanrı", "tanrının oğlu", "kurtarıcı" gibi
ünvanlar verilirdi. Bu adlar sonradan İsa'ya da verilmişti. İnsanların
tanrılaşması, o dönem halkı için gayet doğaldı.
Yunanistanı fetheden Flaminus ve Sezar tanrılaşmışlardı.
MS 307'de Atina'yı kurtaran Demetrius Poliorcetes'e halk tanrı olarak ilahi
sunmuştu. Bir Roma imparatoru öldüğü zaman, bir tanrıya dönüşeceğine
inanılırdı. Bir Yunan parasında "Kral Antikos'un madeni parası, tezahür
eden tanrı" ifadesi vardı. Roma imparatorluğunda ölen ve sonra dirilen
tanrılara inanılırdı. Mısır'ın ölen ve dirilen tanrısı Osiris, Yunanistan'da
Dionisus (Bakus), Mezopotamya'da Temmuz ve Marduk, Filistin'in kuzeyinde
Melkart, Suriye'de Adonis, Figia'da Attis ve İran tanrısı Mitra, Roma
imparatorluğunda yayılmaya başlamıştı. Bu gizem (mistik) dinlerinin ölen sonra
da dirilen kahramanlar hakkında hikayeleri vardı.Pavlus zamanında Osiris ile
İsis kültü, Roma imparatorluğunun her yanına yayılmış vaziyetteydi. Mısır'da Osiris,
her yıl ölümü ve dirilişi kutlanan Mısır tanrılarının en meşhuru idi. Osiris,
mite göre yeryüzü tanrısı Seb ile gökyüzü tanrısı Nut'un gayrı meşru ilişkisi
sonucu doğmuştu. Büyüyüp kız kardeşi İsis ile evlendi. Osiris'in erkek kardeşi
onu öldürdü, cesedini parçaladı, bir sandığa koyup Nile bıraktı. Bunu duyan
İsis, kocasının cesedinin yanına oturup ağıt yaktı. Ona acıyan güneş tanrısı
Ra, Osiris'i yeniden diriltti. Ölüp sonra tekrar dirilen Osiris öte dünyada
ölülerin kralı oldu. Mecdelli Meryem, Osiris olarak yeni dine sonraları
eklemlendi.
İşte Pavlus halkın arasında yaygın olarak bilinen bu
inançlardan yararlanarak İsa ve mesajını putperest inanışlarla değiştirmişti.
İsa'nın saf mesajını çarpıtıp, içine putperest inançlar sokmuştu.
Pavlus, putperestlere kendi dinlerine uygun olarak ölen
ve dirilen bir kurtarıcı şeklinde Hz. İsa'yı sundu.
Böylece putperest halklar kolayca Pavlus inancını kabul
etti. Pavlus'un temel amacı savunduğu inançları halkın putperest inanışlarına
yakın göstererek daha kolay ve daha fazla taraftar toplamaktı.
Pavlus Hz. İsa'nın kendisini tüm insanların asli günahını
(Hz. Adem'in yasak meyveyi yemesi) bağışlatmak için kurban ettiğini ilan etti.
Pavlus'un yaşadığı çağda putperestler, sofraya ekmek ve şarap koyar, bir rahip
bunları kutsar ve bunları yiyip içerek tanrıyla birleştiklerine inanırlardı. Bu
putperest inancı iyi bilen Pavlus, yahudilikteki `fısıh' yemeğini alıp tanrıyla
birleşme unsuru yerleştirerek insanlara Hz. İsa'nın vasiyeti olarak sundu.
Papazlar, kilisede Hıristiyanların ağzına bir ekmek koyuyorlar ve bu ekmeğin
İsa'nın eti olduğuna inanıyorlar. İşte bu ayinin kökü, putperest dinlerdi. Hz.
İsa'nın hiçbir kutsal ayin (sakrament) tesis etmemişti.
Pavlus Hz. İsa'yı putperest dinlerdeki tanrı Osiris, Mitra, Attis, Adonis, vs.
şeklinde tanıttı. Hz. Meryem'i de tanrıça İsis, Diana, Artemis gibi gösterdi.
Böylece putperestler için kabul edilmesi gayet kolay bir
din ortaya çıktı.
PAVLUS RUHSAL HASTAYDI
Pavlus, kronik bir ruh hastasıydı. İncil'i ilk kez
bedensel hastalığı nedeniyle bildirdiğini Galatyalılar’a yazmıştı. Pavlus
hastalığının sıtma, sara, migren, göz derdi veya başka bir hastalık olduğunu
söylememişti. Pavlus'un tutulduğu bu illet kronik (sürekli), çok ıztırap
çektiren, tiksindirici ve aşağılatıcıydı, ama onu tamamen sakatlayacak veya
yoğun bir aktif hayat sürmekten alıkoyacak bir hastalık değildi.
"Pavlus'un ilk İncilciliği(bilinmeyen) bir dertten dolayı gerçekleşmişti.
Ona hücum eden bedensel hastalık öylesine izler bırakmıştı ki, onlar (halk)
bedensel görünümü kötü olan birisini reddetmekten dolayı mazur görülebilirdi.
Pavlus, bu hastalığını "bedeninde bir diken"
"onu yumruklayan bir şeytan" ifadeleriyle tanımlanıyordu: Aldığım
esinlerin üstünlüğüyle gururlanmayayım diye bana bedende bir diken, beni
yumruklamak için bir şeytan meleği verildi. Bundan kurtulmak için Rabbe üç kez
yalvardım demişti Korintililere 2. mektubunda. Hastalığının ruhsal kökenli
olduğu açıktı. Çünkü hasta iken değil hastalıktan dolayı sunduğunu söylerdi
Pavlus. Pavlus'un bilinci "şeytanın bir elçisi" dediği bir hastalığın
tutsağıydı. Bu hastalık aynı zamanda Pavlus'un bedeninde yaralar açmıştı. Bu
yaralar ki gören insanları tiksindirecek ve şeytanı görmüşçesine tükürerek
kovduracak şekilde çirkindi. Pavlus'un hastalığı, cin çarpması olabilirdi.
Cinler, iki şekilde zarar verebilir, ya kişiye hakimiyet
kurar veya onu çarparlardı. Pavlus, İsevi mü'minleri takibat altına almak için
çalışırken bir ışık tarafından kör edildi. Üç gün boyunca gözleri kör olan Saul
(Pavlus) hiçbir şey yiyip içmedi. Parlayan ışığın görkeminden gözleri görmez
olduğundan beraberinde olanlar elinden tutup onu Şam'a götürdüler. Pavlus'un
sinir sistemi bu cin tarafından egemenlik altına alınmıştı ki, buna `makyus'
denirdi. Pavlus bu cine benzemeye, kendisine hakim olan cine köle olarak
yaşamaya devam etti ki, bu `maskun' du. Bedeninde taşıdığı yara izleri de
makyus olduğunu gösteriyordu. Oysa Pavlus, İsa'nın yara izlerinin bedeninde
taşıdığını iddia ediyordu. Pavlus'u bir cin çarpmıştı ve Pavlus bu cini Hz.İsa,
kendisini de Havari olarak görüyordu. Pavlus'a görünen ruhmelek olamazdı. Çünkü
melek acı ve işkence ederek, yara izleri bırakarak değil, merhamet ve nur ile
yaklaşırdı. Pavlus'a görünen ruh Hz. İsa olamazdı. Çünkü İsa sevgi ile
yaklaşmış, işkence ve yara metodunu kullanmamıştı. O insanların içine şeytan
sokmamış, tam tersine cinlenmiş insanların içinden cinleri çıkarmıştı.
Mesela İsa'ya cine tutsak kör ve dilsiz biri getirildi.
İsa adamı iyileştirdi. İsa cini azarlayınca, cin çocuktan çıktı, çocuk da o
anda iyileşti. Oysa Pavlus'un bedeninde onu yumruklayan bir şeytan vardı.
Korintlilere, bunu ‘aldığım esinlerin üstünlüğüyle gururlanmayayım diye bana
bedende bir diken, beni yumruklamak için bir şeytan meleği verildi.‘ diye izah
etmişti. Ayrıca, Pavlus'a görünen ruh (cin) onda gurur meydana getiriyordu.
Pavlus'un yakışıksız ifadeleri bunu ispatlıyordu. Örneğin tanrı için
"saçmalık", "zayıflık" ifadelerini kullanmıştı. Çünkü
tanrının saçmalığı insan bilgeliğinden daha üstün, tanrının zayıflığı insan
gücünden daha güçlüydü ona göre. İsa'nın İncili'ne tahrifat Pavlus ile
bulaştırıldı ve kilise devam etti. Hz. İsa'nın ölümü olan MS 33'den sonra MS 68
yılına kadar birçok takibata rağmen, Kudüs Mesihiler Cemaati, Pavlusculardan
daha yaygın ve güçlülerdi. Onlar, yahudiler arasında yaşıyorlar, Havralarda
yahudi ibadetlerine katılıyorlardı. MS 70'e kadar Kudüs Mesihiler Cemaati,
İsevilerin çoğunluğunu oluşturuyordu. Her yerde, Pavlus misyonundan daha çok
yaygınlaşmışlardı.
Ancak MS 70'de olanlar oldu: Yahudiler, Roma egemenliğine
isyan edince, Romalılar Kudüsü kuşattı, Yahudileri ve Kudüs Mesihiler Cemaatini
dağıttı. Kudüs Mesihiler Cemaati Ürdün'ün Pella kentine yerleşti. Romalı
yöneticiler musevi Hıristiyanları militan gözüyle görüp, takibata uğrattılar.
Pavlus yanlısı Hıristiyanlar ise serbest kaldı ve Roma imparatorluğunda
yayılarak üstün duruma geçti. İşte böylece Kudüs Musevi Cemaati azınlık duruma
düştü. 4.yüzyılda Epiphanus adlı bir yazar Musevi Hıristiyanları (Kudüs Mesihi
Cemati) heretik (sapık) olarak isimlendirdi. Yahudilikten ayrı olarak
Hıristiyanlığı yeni bir din olarak geliştiren ve kuran kişi Pavlustu.
Hıristiyanlığı, Yunan Roma medeniyeti, mistik dinler ve Yahudiliğin
karışımından oluşturmuştu. Yeni Ahitte Pavlus'a ait bulunan 13 mektup 4 İncil
yazılmadan önce kaleme alınmışlardı.
Ama Pavlus Mesih'i hiç bir zaman Hz. İsa olamayacaktı.
Kalenin içten fethi kadar kolay ve kötü bir iş yoktu. Bir öğreti ancak içten
mümessilleri eliyle dejenere olurdu. Hz. Musa'nın başına gelen, Hz. İsa'nın da
başına gelecekti. İlk başlarda keramet gösterecek kadar İsevi olan daha sonra
Romalaşan Pavlus'un tüm çabaları, Roma'nın hile ve düzenleri, İsevi direniş
hattını silemedi. Direniş çizgisi kırılmadı.
Pavlus'un yol açtığı tüm zararlara rağmen Roma için kabus
bitmeyecekti. Barnaba, Pavlus'un, zulmün payandası yaptığı sapkın bir inanç
haline dönüştürdüğü Hıristiyan öğretiyi azınlıkta kalsalar kıyamete kadar
tevhid çerçevesinde koruyan çizginin ilk temsilcisiydi. Sonraki dönemlerde
tevhidi İseviler, Roma'nın akla hayale gelmedik işkenceleri altında yakılarak,
kazıklara oturtularak, derileri yüzülerek can verdiler. Zalimler ve
aldatıcılar, Hıristiyanların büyük bir çoğunlugunu ehlileştirip, Tanrı'nın
koyunu olmaktan, kendi koyunları yaptılar. Çobanları ise, hep zalim yönetimler
ve yöneticiler oldu.
Büyük şehid Lucian (312), Şehidler Kilisesi'nin kurucusu
Aziz Danatus, Afrika Hıristiyanlarının lideri tevhidci düşüncenin babası Arius
(.336), reformist Calvin'in ihbarı sonucu yakılarak öldürülen İspanya
Engizisyonu'na karşı çıkan tevhidci Servetus (1513) ve F. David (1579) tevhid
bayraktarı hakiki İsevilerdi. Barnaba, tevhidin öncülerinin dayandığı kaynaktı.
Şahsı manevisiyle yanlarındaydı.
İsa'nın haça gerilişi üzerinde ısrarla ve özel bir
şekilde duran ilk kişi Pavlus'tu.
Dolayısıyla Pavlus'un teolojisinde haç fikri en mühim
yeri işgal ediyordu. Çünkü Pavlus'a göre, Hz. İsa'nın yeryüzünde sürdüğü hayat
pek önemli değildi: O yalnız enkarnasyon (ekmek-şarap âyini) sırrına ve haçta
ölümüne ehemmiyet vermekteydi. İsa'nın haç'a yükseltilmesi, aynı zamanda göklere
yükseltilmesinin şartıydı. Haç, inananlar için, "hikmet, adalet ve
kurtuluş" demekti. Hz. Âdem'in, cennette yasak meyveden yemek sûretiyle
işlediği ve bütün insanlara sirâyet eden ezelî günâhtan kurtuluş ve nihâyet,
Hz. İsa'nın şeytanî kuvvetlere karşı kazandığı zafer demekti.Pavlus, İsa’nın
tanrılığı fikrinin tohumunu attı. Hıristiyanlığın en büyük ilahiyatçısı
(teolog) diye nitelendirilen Pavlus, bugünkü Hıristiyanlığın asıl kurucusuydu.
Bugünkü Hıristiyanlık İsa’nın getirdiği prensiplerden çok, Pavlus’un
yorumlarıydı. Pavlus’un telkinleri Tanrı’yı değil, İsa Mesih’i merkez almıştı.
Nitekim Pavlus’un İsa’nın doğumu, hayatı ve faaliyetleriyle ilgilenmediği,
yazmış olduğu mektuplarda görülmekteydi. Pavlus’un odak noktası İsa’nın haça
gerilmesi ve tekrar dirilmesiydi. Pavlus’un niyetinin kötü olduğu buradan da
belliydi. İsa’nın babasız doğduğuna yahudiler zaten inanmamışlardı. Yahudi
Pavlus bu konu üzerinde durmadı. İsa (a.s.) tevhid dini İslam’ı anlattı.
Yahudilerin tevhidle araları zaten iyi değildi. Hıristiyanların İsa’ya Allah’ın
oğlu dedikleri gibi Yahudiler de daha önce Üzeyir Allah’ın oğludur demişlerdi.
Allah’ın peygamberlerini öldürenler, onlara eziyet edenler yine onlar değil
miydi? Yahudi Pavlus İsa’nın misyonuyla, mesajıyla ilgilenmedi. Onun gayesi
İsa’nın dinini Yahudilere gönderilen bir din kisvesinden kurtararak, Roma’nın
imperatorluk dini yapmaktı. Dini başka milletlere sunumunda tavizler vermek
gerektiğine inandı: Sünnet olmak istemiyorlarsa, olmasınlar; şarap içmek
istiyorlarsa, içsinler; domuz yemek istiyorlarsa, yesinler¼ Eskiye bağlı
Yahudiler, baştan beri ne Pavlus’a ne diğer Havarilere itibar ediyorlardı.
Yahudi olmayanlara karşı çıkarılan toplumsal olaylarda
kimi Yahudi babaları Pavlus'un öğretisini alttan alta yıkmaya kalkışmış, fitne
olsun diye havarilik yetkisini sorgulamışlardı. Bir Havari olmayan Pavlus’un
haddi aştığını ispiyonlayarak Havarilerle arasını bozan Ferislerdi. Amaçları
İsevileri toptan yok etmekti. Pavlus’un dini tahrif etmesi Ferisileri fazla
ilgilendirmiyordu, çünkü zaten inanmıyorlardı. Onun iki yolculuğu arasında
Galatyalılara yazdığı Mektup'ta, bu durum ve yaratmış olduğu üzüntü fark
ediliyordu. Çoğu kez olduğu gibi, bu kez de sorumlulukları sabrını taşıracak
kadar onu sıkmaya başladığında, öfke ve şefkat gözyaşlarının kapıya dayandığı
görülüyordu. Sonunda, yeniden doğru dürüst bir uyum havası sağlamak için,
kendisinin orada bulunup büyük bir baskı kurması gerekiyor, uyum sağlayıncaya
dek misyon gezilerini sürdüremiyordu. Yahudiler için o günlerde Pavlus ve diğerleri
arasında fark yoktu.
Lystra'ya iade-i ziyaret için gittiğinde Timoteyus adında
yarı Yahudi bir gencin yardımını gördü. Sonra bu genç uzun yıllar onun yanından
ayrılmadı. İkinci gezisinde Elçilerin İşlerini yazmayı üstlenmiş olan
"sevgili doktor" Luka'da ona katıldı. Üçü birlikte, İ.S.50 yılının
sonbaharında Galatya'dan ayrılıp tekrar yollara düştüler. Pavlus başta batıya
yönelip Asya eyaletine ya da kuzeye vurup Bithinya'ya (Marmara bölgesi) gitmek
düşüncesindeydi. Ancak üstün bir sezgi gücüyle her iki tasarınında o an için
uygun olmadığı kanısına vardı. Sonra Çanakkale boğazının girişinde Aleksandreia
Troas'ya vardılar. Pavlus'un düşünde, Avrupaya geçmesini bildiren çağrıyı
aldığı yer burasıydı. Luka, "hemen Makedonya'ya gitmenin bir yolunu aradık
Tanrı'nın sevinç getirici haber'i onlara müjdelemek için bizleri çağırdığı
sonucuna vardık." diyordu. Filipi'de Selanik'te, Bercia'da Atina'da
vaazlar verdiler; daha sonra Pavlus iki yıl Korinthos'ta arkadaşı Akvila ile
Priskila'nın evinde kaldı. Pavlus'un ilk Asya ziyaretini ertelemek zorunda
kalmıştı.Yuhanna o sıralar Efes'te ikamet ediyordu, İon şehirlerindeki
Hıristiyan topluluklarıda özellikle onun faaliyet alanına giriyordu. Yuhanna
Küdüs'ten çıkıp Efes'e artık orada yaşamak üzere giderken, özel olarak onun
nezaretine Meryem'de verilmişti.
Pavlus sonunda üçüncü misyon gezisinde Efes'e geldi. On
sekiz ay kaldığı uzun Korint durağından sonra, ilkin Suriye Antiokheiasına
gitmesi gerekiyordu. Ancak gemisi Efes'e uğrayacağı için, yanına Akvila ve
Priskila'yı alıp dönüşüne değin onları orada bıraktı. Daha sonra,
Antiokheia'daki işini bitirip Kudüs’e geçtikten sonra, gene küçük Asya
üzerinden yola koyuldu; sevgili Galatyalı cemaatlere uğrayıp olağan teftişinide
aradan çıkarmak istiyordu.
Sonunda Efes'teki arkadaşlarıyla buluştu ve üç yılın
büyük bir bölümünü orada geçirdi.
Bu süre onun görevinin en mutlu bölümü değildi.Günlük
gereksinimlerini karşılayamayacak kadar para sıkıntısı çekmesi de dahil, akla
gelebilecek her türlü maddi güçlükle yüzyüze gelmekle kalmadı, özellikle
Korint'ten aldığı haberlerle ilgili olarak, manevi olarak da sürekli kaygı
içerisindeydi. Burada da daha önce Galatya'da olduğu gibi, yetkisi söz
konusuydu ve Kilise görevlileriyle olan ilişkisi bozulmuştu.
Korintlilere yazdığı birinci mektupta da,
"hüzün" denen mektupta da bu durum açıkça görülüyordu. Bunların
ikiside o sıralar yazılmıştı. Sonuçta Efeslilere verdiği vaazlar etkisini
göstermeye başladı, onu izleyenlerin sayısı artıyordu ki, gümüşçülerle put
tacirleri, onun etkinliklerine karşı eyleme giriştiler ve halkı ona karşı
ayaklandırıp sonunda kentten ayrılmasını sağladılar. Halkı ayaklandırmakta
etkin olan bu gümüşçüler, bu ülkede doğan hemen hemen herkesin bildiği
Artemis'in heykelini yaparak para kazanıyorlardı.
Allah, her Deccal ve Süfyan gibi Pavlus'a olağanüstü
kerametler vermişti. Şöyle ki Pavlus'un bedenine değen Peşkir ve peştemaller
hasta olanlara götürüldüğünde hastalıkları yok oluyor kötü ruhlar içlerinden
çıkıyordu. Pavlus Efesteki sinagog'ta vaazlar veriyor, Tiranus'un okulunda da
derslere gidiyordu. Bu vaazları ve dersleri sırasında ilk başlarda durmadan
verip veriştirmişti Efes'in ve Efeslilerin en değer verdikleri tanrıçaları
Artemis'e. Onunla birlikte, tanrıça'nın gümüşten heykelciklerini yapan
zanaatkarlar da paylarını alıyorlardı bu kötülemelerden. Bu durumdan şikayetçi
olan pek çok insan vardı kuşkusuz. En başta da bu işten geçimlerini
sağlayanlar. Günün birinde Demetrios adında bir kuyumcunun canına tak etmiş
olmalı ki, bu işle uğraşanları topladı ve şöyle konuştu: "Efendiler
bilirsiniz ki zenginliğimiz bu iştendir ve yine görüp işitiyorsunuz ki, bu
Pavlus, yalnız Efes'te değil ama neredeyse bütün Asya'da, ellerimizden çıkan
tanrıların tanrı olmadıklarını söyleyerek pek çok kişiyi inandırıyor ve onları
kışkırtıyor. Bu işte kötülenen yalnızca mesleğimiz değildir. Ama ulu tanrıça
Artemis'in tapınağı'da hiçe sayılmakta. Bütün dünyanın ve Asya'nın taptığı
tanrıça'da yakında görkeminden çok şey yitirecek böylece."
Bu sözleri dinleyen halk büyük bir öfkeyle galeyana geldi
ve "Efeslilerin Artemis'i uludur!" diye bağrıştılar.
Şehir karıştı. Halk iki saat boyunca bir ağızdan
Artemis'in ululuğunu bağrıştı durdu.
Sonunda Belediye Yazmanı gelip bir konuşmayla halkı
yatıştırdı. Bu konuşmasında yine Artemis'in yüceliğini övdü ve Efes'in bu yüce
tanrıçanın ve onun gökten düşen yontusunun kutsal şehri olduğunu yineledi.
Demetrios ve yandaşlarının bu konuyu mahkemelerde çözümlemesini tavsiye etti.
Ama halkın, bu karışıklığın suçlusu sayılmaması için dağılması gerekecekti.
Belediye yazmanının bu konuşmasından sonra kalabalık
dağıldı. Pavlus'un; Efes'te tanrıça Artemis'i hedef alan konuşmaları emekleme
aşamasındaki yeni inanca büyük etki yaptı.
Konuşmaların yarattığı olaylar Pavlus'un Efes'ten
ayrılmasıyla sonuçlandı. Pavlus bir daha ayak basamadı Efes'e. Çıktığı
Makedonya yolculuğunda dönüşte Efes önünde durmadan geçerek Miletos'a gitti ve
Efesos Kilisesi ileri gelenlerini oraya çağırdı.
Artemis’a çatmaktansa onu Meryemleştirmeyi denemeye karar
verdi. Vaaz verdiği yerlerde Pavlus'a karşı çıkanlar puta taparlar değil
Yahudilerdi. Oysa Efes'te bu kez Artemis inananlarının, bir başka deyişle puta
taparlar'ın coşkulu direnci vardı. Geleneksel anatanrıçanın bir uzantısı olan
Efesli Artemis'in orada yüceltilmesine karşı aklına bir cinlik geldi. Onların Artemis’i
varsa, bizimde babasız çocuk doğuran Meryem’imiz var diye ellerini ovuşturdu.
Bundan sonra Meryem ile Artemis aynı kutsal kişiydi.
Makedonya ve Yunanistan'da son bir yolculuktan sonra,
Pavlus Küçük Asya'da son kez görüldü. Egeyi bir kayıkla geçip Troas'a geldi.
Kendisini kıyıdan götürecek bir gemiyi beklemek için bir kaç gün orada kaldı.
Bu arada bir evin üst katında vaaz verirken Eutykhos adında genç bir adam
pencereden sarkmış durumda onu dinlerken oracıkta uyuya kalıp aşağıya düştü.
Sonunda Assos'tan bindiği gemi Miletos'ta onu karaya çıkarmadan önce
Mytilene(Midilli), Khios(Sakız),ve Samos adalarına (Sisam) uğradı Mitetos'a
Efes'ten Kilise ihtiyarlarını çağırdı, çünkü görevinin sonuna yaklaştığının
artık bilincindeydi. Kentin dışında kıyıda bir veda konuşması yaptı. "Ve
işte bütün Ruh'umla Yeruşalim'e gidiyorum", diyordu son olarak. Bindiği
gemi onu Kos, Rhodos ve Patara üzerinden Lykia'ya götürdü, orada Tyros ve
Suriye kıyılarına giden başka bir gemiye bindi.
Bu olay, İ.S.56'da olmuştu, ama yıl bitmeden kendini
Yeruşalim'de hapiste buldu.
Kaisar'a (İmparator) davasının üst mahkemede görüşülmesi
isteğiyle başvurması üzerine, duruşma için Roma'ya gönderilmesine karar
verildi. Roma’da impatorun aklını çeldi ve Roma’nın yeni dini kabullenmesi
halinde Roma’da siyasi birliğin sağlanacağını söyledi. Fakir halk yeni dini
seçmişti ve zengin Romalılara kızgındı. Öldükten sonra Kudüs cemaatinin
ayaklanması üzerine, imparator bu fikri kabullenerek Pavluscuların önünü açtı.
Pavlus gitmişti ama Anadoluda kurmuş olduğu Kiliseler büyüyüp gelişti, sayıca
çoğaldı. Pavlus'un bizzat öğrettikleri, sürekli mektupları ve bildirgeleriyle
verdiği öğütler sayesinde ellerinde konsepti siyasi çıkarlarına göre
dönüşebilecek bir din vardı. Romalıların gözünde şimdi Pavluscular revaçtaydı,
Kudücüler ise, şüpheli ve istenmeyen sapkın bir mezhepti. Bu fikre gelene kadar
Pavluscular ve Kudüscüler aynı oranda zulüm görmüştü.
İ.S 64'te, Pavlus'un yola çıkmasından az sonra, Neron
tarafından kundakçılık bahanesiyle cezalandırılmaları daha sonra gelecek
aralıksız zulmün başka bir halkasıydı. Pilinius, Hıristiyanlığın
Bithyna'da(Marmara bölgesi) kaygı verici hızla yayıldığını Traianus'a rapor
verdikten sonra, yeni inanışa ibadet edenlerden ahali önünde tövbe etmeyenleri
idam ettirmeye başladı. İmparator'da bu eylemi onayladı; ancak muhbirlik
yapanların tanıklığının dikkate alınmaması gibi küçük bir çekince koydu. Ona
göre, "bu kimseler çağın ruhuna yabancı" idiler.
Gene de, Hıristiyan inancına bağlanmanın canlarına mal
olabileceğini bilmelerine karşın, yeni katılanlar onu benimsemenin verdiği
huzura kavuşmaya koşuştular. Şimdilik ülke çapında örgütlü bir baskı yoktu, ama
her an, eyaletin birinde hasatın kötü olması gibi bir kamusal işin kötü gittiği
bir olayda, Hıristiyan topluluğu günah keçisi olabilir, halkın sevmediği Romalı
vali'de ilgiyi başka yöne çekmek için buna destek vermeden edemezdi.
Aynı şey bütün Roma dünyasında olup duruyordu. Suçlanan
kişiye, İsa'yı inkar ettirmekten çok, cinsiyeti ve toplum içindeki yeri ne
olursa olsun işkence ediliyor ve cezası çoğu kez anfi tiyatroda, halkın gözleri
önünde infaz ediliyordu. "Şehit" sözcüğünün anlamı
"Şahittir" ve bu şehitler inançlarının şahidiydiler. Polikarp şöyle
haykırıyordu: "86 yıl efendime hizmet ettim, bana hiç kötülüğü dokunmadı.
Şimdi, beni kurtarmış olan Kralıma nasıl lanet ederim?" verilen yargıyı
"Tanrıya şükürler olsun!" sözleriyle karşılayan Afrikadaki Scili
halkının galeyanıda o ölçüde dokunaklıydı.
Zamanla, yavaş yavaş putperestler arasında, giderek
bizzat infazı gerçekleştirenler arasında, bu dikkate değer dayanma gücüne
karşı, istemeyerek de olsa, gözle görülür bir hayranlık, bu gücü doğuran inanca
gittikçe artan bir ilgi oldu. Hıristiyanlığın ilkelerine karşı, bu arada,
akılla çürütücü girişimlerde bulunuldu ve İ.S.170 yıllarında Celsus
"gerçek ilke" sini yayımladı. Buna karşı Tertulyanus, Clemens ve
Origenes gibi Hıristiyan düşünüşünün önderlerinden yanıtlar geldi. Bu eğitimli
zihinler yeni öğretinin getirdiği basit gerçeği değilse bile, akılcılığını
gösterebiliyorlardı.İki yüzyıl bu çekişme devam etti. Üçüncü yüzyılda
Hıristiyanlığın tüm konuları, yasaklanmış bir tapınmanın gizlendiği karanlıktan
çıkıp sağlıklı bir toplumsal tartışma ortamına girdi.
İ.S.324'te büyük Konstantin İmparator oldu. Bu çok
yetenekli devlet adamı imparatorluğun yaşamında devrim yapan, imparatorluğun
önüne yeni yollar açan iki büyük siyasal etkinliği vardı. Bunlardan biri
İstanbul'un kurulması, diğeride Hıristiyanlığın devlet dini olarak da kabul
edilmesiydi. Gerçekte bu devrimin tam olarak duyumsanması üç yüz yıl
sürdü;çünkü Konstantin'in yaptığı iş en azından yeni bir doğu Roma ya da Bizans
devleti yaratmaya eşitti. İmparator, Kudüscüler yerine Pavluscuların yolunu
seçince resmi devlet dini bir anda Pavluscu din oluverdi.
Pavlus mektuplarından Galatyalılar, Efesliler ve
Koloseliler olmak üzere Anadoluda yaşayan topluluklara göndermişti. Galatya
Ankara ili ve çevresinin İ.Ö.3. yüzyıldan başlayarak taşıdığı addı. Kolose
günümüz Denizli ilinin Honaz ilçesi yakınlarında kalıntıları bulunan antik bir
kent. Bu mektuplarda başka Anadolu kentlerinin sık sık adları geçer.
Hıristiyanlaştırma uğruna her şeyi meşru gören Pavlusla misyonerlik başlamıştı.
Pavlus, Anadolu’da, Küçük Asya, Makedonya ve Yunanistan’da bir hayli kilise
kurmuş ve onları örgütlemişti. Tahrif edilen Hıristiyanlık açısından Pavlus
kurucu sahte peygamberdi. Pavlus’un ve misyon öğretisi gerçek İsevilerce aforoz
edilmişti. Kudüs cemaati, Pavlus’u resmen afaroz etmiş, bu belge daha sonra
Roma ve Papalık tarafından gizlenmişti. Hz. İsa’nın İncil’i yayma konusunda,
Samiriyelilerin köylerine bile gitmeyin emri ile bütün milletleri vaftiz edin
emri birbiriyle çelişiyordu. Batı dünyasından Türkiye'ye gelen turistlerin
birçoğu inanç turizmi çerçevesinde St Paul’ün ayak izlerini takip ederek hac
yapıyor. Hıristiyan hacısı Anadolu’ya geldiklerinde, Pavlus üç gezisinde nereye
gitti ise oraya gidecekti.
Çeşitli dinlerde, yaratıcının bir "üçlü"
halinde düşünülmesine ve inanılmasına "Teslis" adı veriliyor.
Başlangıçta "kahramanları tanrılaştırma" şeklinde oraya çıkan bu
inanç, Eski Mısır, Asur, Babil, İran, Yunan, Hint, Çin gibi birçok medeniyette
yaygındı. Hz. İsa'dan 1000 yıl kadar önce, tevhid-şirk (tek Allah-Allah'a ortak
olma) karışımı bir tarzda ortaya çıktı. Uzakdoğu öğretilerindeki
Brahma-Vişna-Şiva teslisinde tanrı, varolması itibariyle Brahma, koruyup
gözeten olması itibariyle Vişna, imha eden olması itibariyle de Şiva'ydı.
Sümerler'de ise Anu-Enlil-Ea tanımlamalarına inanılıyordu.
Hıristiyanlık'ta ise, trinity kelimesi ile ifade edilen
teslis inancının temelleri, Hz. İsa'dan sonra oluşan uygun ortamı değerlendiren
Aziz Pavlus tarafından atıldı. Çünkü halk, taassup nedeniyle Yahudilik'ten;
ilkelliği nedeniyle de putperestlikten hoşlanmıyordu. Hıristiyan din adamları,
Hz. İsa'nın tebliğ etmiş olduğu "tevhid" (tek Allah inancı) yerine,
Yunan ve Hellenizm'de varolan üçlü ilah anlayışını kabul ettiler. 325 yılında
toplanan İznik Konsili'nde henüz teslis yoktu. Orada sadece Baba ve Oğul
Tanrıdan ve onların aynı cevherden olduklarından bahsediliyordu. 533 yılında
toplanan Konstantinopolis Konsili ise teslis inancını "üç uknumdan (üç
esas unsur) tek Tanrı" olarak formüle etti. Bu anlayışın sonucu olarak
Allah'ın elçisi Hz. İsa, Allah ile birlikte bir başka ilah kılınıyordu.
Bunlara, Allah'ın vahyini peygamberlere bildiren Ruhu'l-Kuds (Cebrail'in diğer
adı) de bir ilah olarak eklenince "teslis"e (üçlü ilah anlayışı)
varılıyordu. Buna göre; Hz. İsa, tanrının insan şeklinde görünüşüdür, tanrı
aslında "bir"dir ama "üç" şekilde görünmekteydi. Bu sapık
inanca göre, Tanrı birdir, ama baba, oğul ve kutsal ruhtur. Tek tek ele alırsak
bu üç unsurun temel özellikleri şöyleydi: 1. Baba: Allah demektir. Teslisin ilk
ve asıl unsurudur. Baba Allah her şeyin yaratıcısı ve sahibidir; ezeli ve
ebedidir. Zaman kavramının ötesindedir. Geçmişi bildiği gibi şu anı ve geleceği
de bilir. Her yerde hazır ve nazırdır. Mutlak kudret sahibidir. Her şeye gücü
yeter.
Merhametli ve adildir. Ancak bu Yüce Kudret, İsa Mesih'te
bedenlenmiş, bizzat kendisinin mükemmel suretini onda tecelli ettirmiştir. 2.
Oğul: İsa Mesih'tir ki, ilahi kelamın bedenleşmiş şeklidir yani Tanrıdır. Tıpkı
Baba Allah gibi her yerde hazır ve nazırdır; her şeyi bilir her şeye kadirdir.
Babasız olarak dünyaya gelip çarmıha gerilmesi ve öldükten sonra yeniden
dirilmesi de onun tanrılığının en büyük delilidir. Zira, Baba Allah, insanlara
karşı sevgi ve merhametini göstermek, asli günahın yükünden onları kurtarmak
için oğlunu insan suretinde onların arasına göndermiştir. İsa Mesihde, Baba
Allah gibi, aynı cevherdendir, baba gibi mükemmeldir. Ancak aynı zamanda gerçek
bir insandır. 3. Kutsal Ruh: Baba Tanrı ile aynı cevherdendir fakat ayrı bir
mahiyet arzetmektedir. İlahi düşünce, bilgi ve iradeye sahiptir. Sadece İlahi
Ruh'un mecazi bir ifadesi değil, aynı zamanda ondan ayrı ve müstakil bir
şahsiyettir. Kelime olarak fevkalade temizlik, bereket ruhu, mukaddes ruh
anlamlarına gelir. Kuran yorumcularının çoğunluğu Bakara suresi 87. ayette
geçen Ruhu'l-Kuds'ü Cebrail melek olarak yorumlamışlardı.
Hıristiyanlara göre, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh bir
cevherde toplanmış üç ayrı şahıstı ve hepsi de ebediydi. Yani bu üç unsurun her
biri ayrı ayrı Tanrıydı; fakat üç Tanrı değil tek Tanrıydı. Onlara göre bu üçte
birlik bir dinsel sırdı ve bunun akılla tam olarak kavranılması da mümkün
değildi.7. Bölüm: Dört İncil ve dışlananlar farklı İnciller Roma
"güç"tü, Roma ihtişamdı. Zaten bu yüzden Roma hiç adil olmadı ve
adaleti tesis gibi bir amacı da olmadı. O, güce iman etmişti. Yalnızca gücü
kutsuyor ve "onur" sayıyordu. Bu putperest uygarlığın gücü tükenince,
dünkü dostları düşmanları oldu. Dünkü gücü zaafı oldu...
Dünkü avantajları dezavantajları haline geldi. Gücü her
şey zanneden Roma yıkılırken, bir zamanlar aç aslanların ağzına attığı
Hıristiyanlar'dan yardım istedi. Demek ki, Roma da kendi dindarlarına
"ahmaklar", "saf zavallılar" olarak bakıyordu. Kimbilir,
belki de bu, bir tür "megalomani" idi. "Güç herşeydir, adalet
hiçbir şey" sloganını ideolojisinin temeline yerleştiren sistemlere
tebelleş olan psiko-patolojik bir durumdu. Tabiî ki ilk Hıristiyanlar Roma'nın
zannettiği kadar saf ve enayi olmadıklarını gösterdiler. Gücü onur kabul eden
zalim Roma'nın imdadına yetişmediler. Sonunda Batı Roma büyük gürültülerle tozu
dumana katarak göçtü. Doğu Roma ise, ayakta kalabilmek için Hıristiyanmış gibi görünme
yolunu seçti ve putperest yüreğinin üzerine kilisenin haçını taktı. Dün
küçümseyip arenalarda gladyatör yemi olarak kullandıkları insanlar, artık
Roma'dan boşalan yerin tek varisiydiler.
İsa'nın öğrencileri, İsa'yla ilk kez karşılaştıklarında
O'nun bir insan olduğunu anladılar.
Şeytan tarafından denendiğini işittiler, acıktığına ve
yorulduğuna şahit oldular. Arkadaşa ve suya olan gereksinimine tanık oldular.
Ağladığını gördüler. Duasını duydular.
İsa'nın öğrencileriyle olan ilişkisi derinleştikçe, öğrencileri
O'nun sözlerini işitip işlerine tanık oldukça diğer insanlarla birlikte merak
etmeye ve O'nun hakkında sorular sormaya başladılar; "Kim bu adam?"
"Nereden geliyordu?" Büyük kalabalıkları doyurduğunu, hastaları
iyileştirdiğini, doğayı kontrol edip ölüleri dirilttiğini gördüler.
İnciller İsa (a.s)dan yaklaşık 48-100 yıl sonra kendisini
görmeyen insanlar tarafından kaleme alınmış tarihsel metinlerdi. Markos İncili
MS 70, Matta İncili MS 80, Luka İncili MS 90 yılında, Yuhanna İncili ise 90-100
yılları sırasında yazılmıştı. Diğer İncil metinleri de aynı dönemler içinde
yazılmıştı. Barnaba ise İncil’ini 48 yıl sonra yazmıştı.
Yeni Ahit'te ilk sırada yer alan İncil Hz. İsa'nın
havarisi Matta tarafından yazıldığı öne sürüldü. Barnaba'nın yeğeni ve Petrus'un
yardımcısı olan Markos ikinci İncili, Pavlus'un hekimi olan Luka da güya üçüncü
İncili yazmıştı. Dördüncü İncili kaleme alan kişinin de "İsa'nın sevdiği
öğrenci", yani Havarilerden biri olan Yuhanna olduğu söylenirdi. Ancak
çoğu Hıristiyanın düşünmek istemediği bir gerçek vardı. Sözünü ettiğimiz dört
metinde de "imza" anlamına gelecek bir belirti yoktu. Bir başka
deyişle, metinlerin hiçbirinde yazarın ismi verilmezdi. "Ben Havari Matta,
bunları yazıyorum" gibi bir ifade yoktu. Bu İncilleri yazanların neden
böyle bir not düşmedikleri ise önemli bir soruydu. Çünkü Yeni Ahit'in diğer
metinlerinde böyle bir durum yoktu. Pavlus'un mektuplarının hepsinin başında
"Tanrı'nın müjdesini yaymak için seçilip elçi olmaya çağrılan ben
Pavlus'tan selam" gibi selamlama ifadeleri vardı.Yakup'un mektubunda,
Yahuda ve Petrus'a atfedilen mektuplarda, hatta Yeni Ahit'in son kitabı olan
"Vahiy"de bile, bu metinlerin kimin tarafından yazıldığı
belirtilirdi.
Böyle bir durumda, bu İncillerin gerçekten
Hıristiyanların öne sürdükleri kişiler tarafından yazıldıklarını kabul etmek
zorlaşıyordu. Oysa eğer bu metinlerin başka insanlar tarafından yazıldıklarını
düşünürsek, isim koymakta tereddüt etmelerinin mantığı kolayca anlaşılırdı.
Çünkü bir havari ya da bir havarinin yanında yetişmiş bir insan değillerse,
isimlerinin kendilerine kazandıracağı bir güvenilirlik olmayacaktı ve bu yüzden
metinleri isimsiz yazmayı tercih etmeleri de son derece normaldi. Eğer mutlaka
bir isim koyma ihtiyacı duyarlarsa da, Hz.
İsa'nın yanında bulunmuş ünlü bir ismi tercih etmeleri
daha mantıklıydı.Yeni Ahit İncilleri'nin havariler tarafından kaleme alındığını
kimse düşünmüyordu.
Öncelikle Aramice konuşan birer Yahudi olan havarilerin,
iyi birer Yunanca ile kaleme alınmış bu metinleri üretmeleri teknik yönden mümkün
görünmüyordu. Dahası, metinlerin içeriğine bakıldığında, bunların Hz. İsa'yla
birlikte aynı ortamda bulunmuş "görgü şahitleri" tarafından
yazılmadıkları, ancak farklı kaynaklardan ve birbirlerinden alıntılar yapılarak
derlendikleri anlaşılıyordu.
Bu karışıklık Pavlus'un mektupları için bile geçerliydi.
Pavlus'un mektupları olarak bilinen metinlerin iki tanesinin aslında sonradan
yazıldıkları ve Pavlus'a atfedildikleri düşünülüyordu. Bunlar Koloseliler'e ve
Efesliler'e yazılmış mektuplardı. Pavlus'un imzasını taşımalarına karşın,
kullandıkları üslup, yazı stili ve kelime seçimleri Pavlus'un diğer
mektuplarından çok farklıydı. Bu mektuplar, Pavlus'un ölümünün ardından
"onun öğretisine devam ettiren hareketin liderleri" tarafından
yazılmıştı. Kiliseler arasında ise şiddetli fikir ayrılıkları vardı.
Yeni Ahit'in dört İncil'i arasında ikinci sırada yer
alan, ama gerçekte diğer üçünden daha önce yazılmış olan İncil, ilk kez 70 yılı
civarında kaleme alınmıştı. Ancak Hıristiyanlar arasında uzunca bir süre yazarı
belli olmadan dolaştı. Bu İncil'in yazarı olarak Markos'u gösteren ilk kişi
ise, ‘The Catholic Encyclopedia'nın da kabul ettiği gibi, Hierapolis piskoposu
Papias oldu.
Papias, MS 130 ya da 140 yılında yazdığı "Rab'bin
Sözlerinin Açıklanması" adlı çalışmasında bu İncil'in Aziz Markos
tarafından yazıldığını belirtti. Papias'a göre Markos Hz. İsa'nın sözlerini hiç
bir zaman kendi kulağıyla duymamış, ama havari Petrus'tan öğrendiklerini
dikkatli bir biçimde kaydetmişti.
Ancak ortada önemli bir sorun vardı: Söz konusu Markos'un
kim olduğu pek açık değildi.
Yeni Ahit'te iki ayrı Markos'tan söz edilirdi ve bunların
aynı kişi olduğunu gösterebilecek hiçbir delil yoktu. Yani hem Markos'un
kimliği ve kaynakları bulanıktı, hem de Markos'a tanıklık eden Papias'ın. Aynı
durum, Matta İncili için de geçerliydi.
Yeni Ahit'te ilk sıraya konan Matta İncili, aslında
yazılış sırasına göre ikinciydi. Gerek Hıristiyan tarihçilerin, gerekse seküler
araştırmacıların büyük bölümü, bu İncil'in MS 80'li yılların başında, yani Markos'tan
10-15 yıl sonra kaleme alındığı konusunda hemfikirdi.Yaygın kabul gören bir
diğer görüş ise, Matta İncili'nin yazarının Markos İncili'ne dayandığı, ancak
Markos'un bilmediği bir takım kaynaklardan gelen bilgileri ekleyerek daha geniş
kapsamlı bir metin oluşturduğuydu. Matta İncili'nin elimizdeki versiyonu
gerçekte "bazı yönlerden" tahrif edilmiş bir versiyondu. Bu tahrifat,
Hz. İsa'ya ilahlık atfetmek amacıyla İncil'e bazı pasaj ya da cümlelerin
eklenmesi veya bazı kelimelerin yanlış yorumlanması ile gerçekleşmişti.
Üçüncü İncil'in ve Yeni Ahit'in beşinci kitabı olan
Elçilerin İşleri'nin yazarı aynı kişiydi ve Hıristiyan geleneğinde Luka olarak
anılırdı. Luka'nın en önemli özelliği ise, Pavlus'un hem hekimi hem de sadık
bir öğrencisi oluşuydu. Pavlus Koloseliler'e yazdığı mektubun sonunda ondan
şöyle söz ederdi: "Sevgili hekim Luka ve Dimas da size selam
ederler". Filimun'a yazdığı mektubunda ise onu "emektaşları"
arasında sayardı. Dolayısıyla, Luka İncili'nin de, Matta'nın Yunanca versiyonu
gibi, Pavlusçu öğretinin elinden çıkmış bir metindi. Luka İncili'nin Matta'yla
aynı dönemde, muhtemelen Matta'dan 5-10 yıl sonra yazıldığı kabul edilirdi.
Yani 85-90 yılları civarında bir tarihte kaleme alınmıştı. Yine de "Luka
İncili", uzunca bir süre kim tarafından yazıldığı belli olmadan ortada
dolaşmıştı.
Luka'nın incilinde yer alan bazı detaylardan da,
sözkonusu metnin "görgü tanıklığı" ürünü olmadığı anlaşılıyordu.
Luka'nın metni incelendiğinde, Hz. İsa'nın hayat hikayesini nereden öğrendiği
açıkça görülürdü: Luka, kendisinden 15-20 yıl önce yazılmış olan Markos'un
İncili'ni temel kaynak olarak kullanmıştı. Çoğu yerde Markos'ta yazılı olanları
hiç değiştirmeden doğrudan alıntılar yapılmıştı.Yeni Ahit'te dördüncü sırada
yer alan ve Hıristiyanlarca "Yuhanna İncili" olarak anılan kitabı
sadece "Dördüncü İncil" olarak tanımlamayı tercih ederlerdi. Çünkü bu
İncil'in havari Yuhanna tarafından yazıldığı iddiası, Kilise doğmalarına sıkı
sıkıya inanan Hıristiyanlar hariç, hiç kimse tarafından kabul edilmiyordu.
Dördüncü İncil, diğer üçünden çok farklıydı. Matta, Markos ve Luka, Hz. İsa'yı
birbirlerine paralel bir bakış açısıyla anlattıkları için "Snoptik
İnciller" (aynı gözden yazılmış) olarak anılırlardı. Oysa Dördüncü İncil,
tamamen farklı bir "gözden" yazılmıştı. Hz. İsa'nın kimliği
hakkındaki yorumları çok farklıydı, üslubu çok farklıydı, aktardığı sözler ya
da olaylar farklıydı. Snoptiklere göre çok daha felsefi, çok daha sembolik, çok
daha mistikti. Yeni Ahit'teki çelişkilerin çoğu da, aslında Snoptiklerle
Dördüncü İncil arasındaki çelişkilerdi.
Peki bu metin kim tarafından ve ne zaman kaleme
alınmıştı? Zaman konusunda varılan ortak görüş, MS 100 yılı civarlarıydı.
Hıristiyan geleneği, havariler arasında en uzun yaşamış olan Yuhanna, Efes'te
bulunmuş ve sözkonusu İncili burada kaleme almıştı.
Hıristiyanlık tarihinde farklı bazı mezhepler, Snoptik
İncilleri kabul etmelerine rağmen, Dördüncü İncil'in havari Yuhanna'dan gelen
güvenilir bir metin olduğunu reddetmişlerdi. Dört İncil tümüyle güvenilmez ve
Hz. İsa hakkında hiçbir doğru bilgi aktarmadıkları öne sürülemezdi.
Aksine, bu İnciller tarihsel verilerle, mantıksal
çıkarımlarla ve en önemlisi Kuran'la karşılaştırıldığında pek çok doğru bilgi
aktarıyordu. İncillerin içeriğinde bu tür doğrular yer alması, onları tam
anlamıyla güvenilir kılamazdı. Çünkü Hz. İsa'nın hayatını ve mesajını
aktarırken, bunları Pavlusçu öğretinin süzgecinden geçirmişlerdi. Pavlusçu
öğretiye uygun olarak kimi zaman bir takım hayali söz ya da olaylar üretmişler,
kimi zaman bazı gerçek olay ya da sözleri aktarmaktan kaçınmışlar, bazen de
doğru olay ya da sözleri yanlış yorumlamışlardı. 60'ı aşkın İncil vardı.
Katolik Kilisesi bunlardan dördünü kabul etti. Matta, Markos, Luka ve Yuhanna
tarafından yazılanların hepsi İncil genel adıyla anıldı. Dört İncil de halk
Yunancasıyla yazılmıştı. İncil, kelime olarak "getirdiği bir haberden
dolayı bir şahsa verilen müjdelik, mükafat" anlamına geliyordu. Daha
sonraları "sevindiren haber", "Hz. İsa'nın tebligatının
özeti", "onun hayatı", "Hz. İsa'nın siret ve tebligatını
yazı ile kaydeden kitaplar" hakkında kullanılmıştı.
İncillerin bir bütün olarak toplanması, İsa'nın
peygamberlik görevinin sona ermesinden yaklaşık 100 yıl sonra gerçekleşti.
İncillerin resmi olarak kabulü ise 170 yılı civarındaydı.
Tevrat, Zebur ve İncil'i içine alan Kitab-ı Mukaddes'de
Tevrat ve Zebur Eski Ahit; İncil ise, Yeni Ahit olarak adlandırılırdı. Matta,
Markos, Luka ve Yuhanna İncillerini içine alan Yeni Ahit 27 bölümden oluşur ve
bunlar üç grupta toplanırdı: Tarihi kitaplar, Talimi kitaplar ve Vahiy
(Esinlenme). Tarihi kitaplar: 1. Matta, 2. Markos, 3. Luka, 4. Yuhanna
İncilleri ile 5. Luka'nın, Elçilerin (Resullerin) İşleri adlı kitabını
kapsardı. Talimi kitaplar: Havarilere ait 21 mektuptan oluşur ve Pavlus'un 14
Mektubu ileYedi Katolik Mektup şeklinde gruplanır. Pavlus'un 14 Mektubu da;
Büyük Mektuplar (6. Romalılara Mektup, 7. Korintoslulara Birinci Mektup, 8.
Korintoslulara İkinci Mektup, 9. Galatyalılara Mektup,
10. Selaniklilere Birinci Mektup, 11.
Selaniklilere İkinci Mektup); Hapishane Mektupları (12.
Efeslilere Mektup, 13. Filipililere Mektup, 14. Koloselilere Mektup, 15.
Filimon'a Mektup); Pastoral Mektuplar (16. Timoteyus'a Birinci Mektup, 17.
Timoteyus'a İkinci Mektup, 18. Titus'a Mektup, 19. İbranilere Mektup)
oluştururdu.
Yedi Katolik Mektup ise 20. Yakup'un Mektubu, 21.
Petrus'un Birinci Mektubu, 22.
Petrus'un İkinci Mektubu, 23. Yuhanna'nın Birinci
Mektubu, 24. Yuhanna'nın İkinci Mektubu, 25. Yuhanna'nın Üçüncü Mektubu,
26-Yehuda Mektupları'nı kapsardı. 27. ve son kitap olan Vahiy (Esinleme),
Yuhanna'ya aittir. 96 yıllarında, dördüncü İncil yazarı tarafından kaleme
alındığı kabul edilirdi.
Yeni Ahit'te ilk dört kitapçığı izleyen Elçilerin İşleri
bölümünde Hz. İsa'nın seçtiğielçilerin etkinlikleri anlatılırdı.Yeni Ahit'te
yer alan Mektuplar ise İsa peygamberin öğrencileri tarafından, Hz. İsa'ya ilk
inanan topluluklara yol göstermek, onun öğretisine uygun bir yaşam sürmelerini
sağlamak ve karşılaştıkları sorunların üstesinden nasıl gelebileceklerini
göstermek için yazılmıştı. İncil'in sonunda yer alan Esinlenme kitapçığı ise
Yuhanna'nın Kutsal Ruh'tan esinlenerek bildirdiği, gelecekteki olayları haber
veren sözlerinden oluşurdu.
Matta İncili 28 bölümden oluştu. Eski Ahit'in devamı
gibiydi; Yahudi şeriatinin esasları olan namaz, oruç ve zekatı benimsemişti.
Hz. İsa'nın soy kütüğünü vererek başlar ve çocukluğunu anlatan bölüm ile devam
ederdi. İsa peygamberin göreve hazırlanması ve Celile ile çevresindeki
faaliyetleri, Kudüs'te öğretisini yayması, tutuklanıp çarmığa gerilmesi ve Hz.
İsa'nın ünlü son buyruğu olan "Gökte ve yeryüzünde bütün yetki bana
verildi. Bu nedenle gidin, bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin"
sözünün aktarıldığı İsa'nın Dirilmesi bölümlerini kapsardı.
Matta, Bab10'da kendisini 12 havariden biri olarak gösterirdi.
Ancak İsa peygamberin arkadaşı kabul edilmedi.
Markos'un kitabı, Hz. İsa'nın yaşamını anlatan İncil'in
ilk dört kitap arasında en kısa ve en eski olanıydı. Ancak yine de bir
havarinin yazdığı kitap olarak değil, ancak bir havarinin öğrencisi tarafından
kaleme alındığı kabul edilirdi. İsa peygamberin ne doğumundan, ne soyağacından
ne de çocukluğundan söz etti. Dört balıkçı hikayesiyle başlar, öğretiye de daha
az yer verirdi.16 bölümden oluşan Markos İncili'nin neredeyse dörtte birinde
Hz. İsa'nın ölümü ve dirilişi anlatıldı. Kitabın bölümleri ise İsa'nın ortaya
çıkışını, İsa'nın Celile ve çevresindeki faaliyetlerini, İsa'nın Kudüs'e
giderken yolda öğrettiklerini ve Kudüs'deki son günleri anlatıldı.
Luka İncili'nin yarıya yakın bölümü Hz. İsa'nın öğretilerinden
bahsetti. İsa öğretisinde birçok benzetme kullanıldı. Luka İncili'nde 26 tane
benzetme vardı. Bunların 16 tanesi İncil'in diğer kitaplarında yer almıyordu.
24 bölümden oluşan Luka İncili, giriş bölümüyle başlar; Vaftizci Yahya ile
İsa'nın doğum ve çocuklukları, Vaftizci Yahya'nın görevi, İsa peygamberin
vaftiz olması ve sınanması, Celile ve çevresindeki etkinlikleri, Kudüs'deki son
günleri, tutuklanması, yargılanması ve çarmığa gerilmesi ile İsa peygamberin
dirilmesi ve göğe yükselmesi diğer bölümleri oluştururdu.
Yuhanna'nın kitabı ise diğerlerine göre farklı konuları
işledi. İsa peygamberin doğumunu anlatmak yerine; Hz. İsa'nın başlangıçtan beri
Tanrı'yla birlikte bulunmuş, beden olup aramızda yaşamış olan Tanrı Sözü
olduğunu açıklamakla başladı. Kitabın ana amacı da Hz. İsa'nın kim olduğunu
açıklamaktı. Kitapta İsa peygambere "Söz", "Mesih",
"Tanrı Oğlu", "İnsanoğlu" ve daha bir çok ünvan
verildi.Yuhanna İncili; giriş, Vaftizci Yahya ve İsa peygamberin ilk
öğrencileri, konuşmaları ve yaptığı mucizeler, Hz. İsa'nın ölümünden önceki son
haftası ve Hz.
İsa'nın dirilişinden sonra izleyicilerine görünmesini
konu alan 21 bölümden oluştu.Yuhanna İncili'nin diğer İncillerle arasında
önemli ayrılıklar da vardı. Örneğin Hz. İsa'nın peygamberlik süresini Matta,
Markos ve Luka bir yıl olarak kabul ederken Yuhanna'da iki yıldan fazlaydı.
Hz. İsa'nın İncili'nin kaybolmasına Yahudilerin sebep
olduğu kabul edilirdi. Çünkü, onun peygamberliğini tanıyanları
kitapsız/öğretisiz bırakmak istemişlerdi. Hıristiyanlığın ilk günlerinde
yalnızca sözlü geleneğe dayanan vaazlar verilirdi.
Ne var ki, vaizlerin işlerini kolaylaştırmak için küçük
başvuru kitaplarının yazılması gerekiyordu. Böylece Hz. İsa'nın sözleriyle
ilgili derlemeler, mucizelerin hikayeleri, meseleler ve Hz. İsa'nın yaşamının
önemli bölümleri biraraya getirildi. Filistin'de ağızdan ağıza dolaşan sözlü
geleneklere eklenen bu derlemeler, İncillerin çıkış noktasını oluşturdu.
Hıristiyanlığın devlet dini haline gelmesinden sonra eskiden gizlenmiş olan
çeşitli İnciller ortaya çıkarıldı ve İznik Konsili'ne sunuldu. Bunlardan 27'si
325 yılında İznik Konsili'nde resmi Kutsal Kitap olarak kabul edildi.
Konsil'in Yeni Ahit'i değiştirme çabaları bundan sonra da
devam etti. Örneğin, günahlarınpapazlarca affedilmesi, papanın yanılmazlığı,
Meryem'in günahsız doğması, Hz. İsa'nın Yahudiler değil de Roma valisi
tarafından öldürülmüş olması daha sonra eklenmişti. Katolik Kilisesi'nin,
kutsal kitapların, Konsil kararları ışığında anlaşılması gerektiğini kabul
etmesi ve bu kararlarda aşırılığa kaçması Protestanlık mezhebinin doğmasına
neden olmuştu. Papazların, Allah adına günah affetmesi, helal ve haramları
değiştirmeye yetkili sayılmaları gibi İncil'e sonradan yapılan ilavelerden
Kur’an’da da bahsediliyor.
FARKLI İNCİLLER
1945'te Mısır'da yapılan bir araştırmada bulunan
"Thomas İncili" Hıristiyan dünyasında şaşkınlık yaratmıştı. Bu
İncil'in Yeni Ahit'te neden yer almadığı sorusuna cevap verilemedi.
Pavlus'çu öğreti doğrultusunda olmayan birçok İncil
bulunmaktaydı. 1945 yılında, Mısır'daki tarihsel Nag Hammadi kütüphanesinde,
Kıpti kökenli Hıristiyan mezheplerine ait dokümanlar arasında, Hz. İsa'nın
sözlerini aktaran bir metin bulundu. Metnin başında "bunlar yaşayan
İsa'nın söylediği ve İkiz Thomas'ın kaydettiği gizli derslerdir" diye
yazıyordu. Metnin sonundaki imza ise "Thomas'ın İncili" diye
atılmıştı. Keşfi yapan araştırmacıların duydukları şaşkınlık ve heyecan kısa
sürede tüm Hıristiyan dünyasında yayıldı. Yeni Ahit'in dört İncili dışında yeni
bir İncil bulunmuştu. İlerleyen yıllarda metni inceleyen Hıristiyanların çoğu,
bunun değerli bir metin olduğu, ancak Yeni Ahit'in İncilleri kadar da güvenilir
sayılamayacağı yorumunu yaptılar. Bu metnin Hıristiyan dogmasının oluştuğu
dönemde neden Yeni Ahit'e dahil edilmemiş olduğu sorusu ise cevapsız kaldı.
Aslında Thomas İncili, Yeni Ahit'e dahil edilmemiş pek
çok "incil"den yalnızca birisiydi.
Bunun dışında daha pek çok incil metninin varlığı
biliniyordu. Bunların bazılarının metni ortada yoktu, ama ikinci ya da üçüncü
yüzyılda yaşamış Kilise babalarının yazdıkları yazılarda bu inciller konu
ediliyor, çoğu zaman da şiddetle eleştiriliyordu. Öte yandan bazı incil
metinlerinin de bazı küçük parçaları ele geçmişti. Yanmış, yırtılmış ya da
dağılmış olan kağıtlardan, bunların hepsinin ayrı ayrı kişiler tarafından
yazılmış ve içeriklerinde farklar bulunan İnciller olduğunu anlamak mümkündü.
Havarilerden Tomas’ın yazdığı Toma İncil’i üzerine Amerika’da, İsa Okulu adında
bir tarikat kuruldu. Teslisi kabul etmeyen ve vahdeti savunan Thomas İncili, Ahmet
Yüksel Özemre tarafından Türkçeye çevrildi.
Bu karmaşanın nedeni şuydu: Hıristiyanlığın ilk iki
yüzyılı içinde hepsi de Hz. İsa'nın yolunu izleme iddiasındaydı ama aralarında
önemli görüş ayrılıkları bulunan mezhepler çıkmıştı ve bunların çoğu da kendilerine
göre bir "İncil" yazmaya kalkmışlardı. Bu durum, Luka İncili'nin
hemen başında şöyle yazılıydı: Sayın Teofilos, Birçok kişi aramızda olup
bitenlerin tarihçesini yazmaya girişmiştir. Nitekim başlangıçtan beri bu
olayların görgü tanığı ve Tanrı sözünün hizmetkarı olanlar bunları bize
iletmişlerdir. Ben de tüm bu olayları ta başından özenle araştırmış biri olarak
bunları sana sırasıyla yazmayı uygun gördüm. Öyle ki, sana verilen bilgilerin
doğruluğunu bilesin.
Luka'nın yazarı, "birçok kişinin olup bitenlerin
tarihçesini yazmaya giriştiğini" belirtmekle ortada bir karmaşa olduğuna
işaret etmiş, sonra da bu karmaşa içinde bir tek kendisinin doğru tarihçeyi
yazdığını, çünkü konuyu iyi araştırdığını öne sürmüştü. Ancak, hiç kuşkusuz,
diğer İncilleri yazan kişiler de benzeri bir iddia taşıyorlardı.
Söz konusu farklı İncillerden günümüze ulaşan kalıntılar
şunlardı:Petrus İncili: "Petrus'a Göre Kayıp İncil" olarak da
adlandırılan bu İncil'in bazı parçaları, Mısır Akmim'deki bir mağarada 1884
yılında bulundu. Kullanılan üslup ve teknikten, MS 70-150 yılları arasında bir
zamanda yazılmış olduğu tahmin edildi. İncil'de anlatılanlar Yeni Ahit'in
İncilleri'ne pek çok konuda paralellik gösteriyordu. Ancak yine de bazı
detaylarda önemli farklılıklar vardı. En önemli farklılıklardan biri ise, bu
İncil'in "heretik" (sapkın) sayılmasına yol açan çarmıh anlatımıydı.
"Petrus'un İncili"nde şöyle yazıyordu: "İki suçluyu getirdiler
ve Rab'bi onların arasında çarmıha gerdiler. Ancak o hiç ses çıkarmadı, sanki
hiç acı çekmiyor gibiydi".
Hz. İsa'nın çarmıhta acı çekmediğini öne süren bu ifade,
Hz. İsa'nın tüm insanların günahlarına kefaret olmak için acı çektiği yönündeki
Hıristiyan dogmasına uygun bulunmadığı için "heretik" ilan edilmiş
olmalıydı. İncil'in Rosus'taki Kilise tarafından kullanıldığı ve ikinci
yüzyılında başında yaşamış Hıristiyan yazarlar tarafından da sık sık kaynak
gösterildiği biliniyordu. Ancak anlaşılan, çarmıh konusundaki farklı yorumu
nedeniyle, dördüncü yüzyılın başında son halini alan Yeni Ahit'e dahil olamamıştı.
Egerton İncili: Bu İncil'den, kendilerini bulan İngiliz
araştırmacının (Egerton) adıyla anılan birkaç sayfa kalmıştı sadece.
"Egerton Papirüsü 2, Bilinmeyen İncil" (Papyrus Egerton 2, The
Unknown Gospel) olarak da anılan doküman, uzmanlara göre MS. ikinci yüzyılın
başlarında yazılmıştı.
Eldeki parçalardan İncil'in yalnızca dört bölümü (bab)
okunabiliyordu. Birincisinde Hz. İsa kendisini dinleyen tutucu Yahudilere Eski
Ahit'i daha iyi okumalarını ve böylece yaptıkları şeyin gerçekte Hz. Musa'nın yoluna
aykırı olduğunu anlamalarını tavsiye ediyordu. Bölümün sonunda bazı
Yahudiler'in Hz. İsa'yı taşlamaya kalktıkları anlatılıyordu. İkinci ve üçüncü
bölümlerde, Snoptik İncillerde anlatılan iki olay, bir cüzzamlının
iyileştirilmesi ve vergi ödenmesi tartışması vardı. Son bölümde ise, Hz.
İsa'nın diğer hiçbir İncil'de yer almayan bir mucizesinden söz ediliyordu:
Ürdün nehri kıyılarında mucizevi bir biçimde meyvalar yetiştirmesi.
Oxyrhynchus 840 İncili: "Oxyrhynchus 840"
olarak adlandırılan papirüs, dördüncü yüzyıla ait iki sayfalık bir İncil
metniydi. Sayfanın boyutları çok küçük olduğundan, bunun boyna asılan bir tür
muskadan kaldığı düşünülürdü. Tek yapraktan oluşan iki sayfanın üzerinde toplam
45 satır vardı ve bu satırlarda diğer İncillerin hiçbirinde yer almayan iki
ayrı hikaye anlatılırdı. Birinci hikaye, Hz. İsa'nın gelecek hakkında planlar
yapmanın geleceği değiştiremeyeceği konusunda anlattığı bir örnekti.
İkinci hikaye ise, Hz. İsa ve öğrencilerinin Tapınak'a
girerken Yahudi ritüellerine uygun biçimde yıkanmadıkları için Tapınak'ın
başrahibinin onlarla tartışmasını içeriyordu.
Hermas'ın Çobanı ve Didache: Hermas'ın Çobanı (Shepherd
of Hermas) ve Didache, "İncil" olarak tanımlanmasalar da yine de
erken Hıristiyan metinlerindendi ve Yeni Ahit'e girme şansları varken
bilinmeyen bir nedenle dışta bırakılmışlardı. Hermas'ın Çobanı denen uzun
metin, birinci yüzyılın sonunda ya da ikinci yüzyılın başında Roma'da yaşayan
Hermas adlı bir köleye indiği kabul edilen kişisel bir vahiydi. Anlatıldığına
göre bir melek Hermas'ı düzenli biçimde ziyaret ederek onu eğitmiş, o da
"çobanı" saydığı bu meleğin yazdıklarını kağıda geçirmişti. Metinde
Hz. İsa'dan hiç söz edilmez,tek Allah inancı ısrarla işlenirdi. Bazıları, bu
nedenle, Hermas'ın Çobanı'nı Yeni Ahit'teki Yakup'un mektubuna benzetirlerdi.
Tüm bu alternatif İnciller, Hermas'ın Çobanı hariç,
Pavlusçu öğretinin çizgisinde yazılmış kitaplardı. Aralarında belirli bazı
görüş ayrılıkları olsa da, Hz. İsa'nın kimliği ve mesajı konusunda çoğu yönden
ortaktılar. Thomas İncili, Petrus İncili, Oxyrhynchus 840 Papirüsü ya da
Didache... Bunların hepsi Yeni Ahit'teki diğer dört İncil gibi, Hz. İsa'yı bir
peygamberden çok daha farklı bir kimliğe sokarak "Tanrı'nın Oğlu"
olarak yorumlayan ve ona böylece ilahlık atfeden bir düşünceyi paylaşıyordu. Bu
düşünce Pavlus'un açtığı yolun bir ürünüydü. Söz konusu İncillerin tümü
Pavlusçu kanadın ürünüydü. Yeni Ahit'in İncilleri, söz konusu Pavlusçu İnciller
arasından seçilerek biraraya getirilmiş kitaplardı.
Hıristiyanlığın bir de öteki kanadı vardı. Pavlus'un
karşısında yer alan, onun Hz. İsa'nın mesajını bozmasına karşı çıkan, Hz.
İsa'dan gelen saf geleneği izleyen kanat; tevhidcilerdi.
Barnaba’nın etkisinde kalan bu kesim hep dışlanacaklardı.
Onların "İncili" Pavlusçu İncillerden daha farklıydı. Hatta, dahası,
onların İncili, "Gerçek İncil"in ta kendisiydi veya en yakınıydı.
Yuhanna İncili’nde geçen ‘Paraklit’ kelimesinin Hz. İsa
tarafından vazedilen Arami lisanındaki "Himda" ve "Hemida"
kelimelerinin Eski Yunanca'ya tercüme edilmiş şekliydi. Yuhanna İncil'inde
geçen Paraklit'in, Kutsal Ruh (Cebrail) diye açıklanması yanlıştı. (Parakletos)
Hz.
İsa'dan sonra gelecek, Hz. İsa gibi bir peygamber
olduğunu Yunan dili etimolojisine dayanıyordu. Burada öne sürülen insanlara
bildirme işi hiçbir surette Kutsal Ruh'un (Cebrail'in) işlerinden olan bir
ilhamdan ibaret değildi.
Aksine kendisini belirleyen Yunanca kelimedeki yayma
kavramı sebebiyle, onun açıkça maddi bir niteliği vardı. Şu halde Yunanca
‘Akouo' ve ‘Laleo' fiilleri bir takım maddi işleri ifade ederler ve bu fiiller
ancak işitme ve konuşma organlarına sahip bir varlıkla ilgili olabilirlerdi.
Dolayısıyla bu fiilleri Kutsal Ruh'a (Cebrail'e)
uygulamak mümkün değildi. Öyleyse Yuhanna'nın Paraklit'inde, Hz. İsa gibi
işitme ve konuşma melekesi olan bir insan görmek, mantığın götürdüğü bir
sonuçtu. Hz. İsa kendisinden sonra Allah'ın yeryüzüne bir başka insan
göndereceğini ve onun rolünün, bir cümleyle söylemek gerekirse Allah'ın
kelamını işiten ve onun mesajını insanlara tebliğ eden bir peygamberin rolü
olacağını haber vermişti. “Paraklit kelimesi ‘Periqlytos' kelimesinin bozulmuş
şekliydi. ‘Periqlytos' gerek etimolojik, gerekse lugat anlamı itibariyle ‘şanı
yüce, övülmeye layık olan' demekti. Bu kelime Arapça'da en meşhur, en çok öven,
şanı en yüce olan ‘Ahmed' kelimesinin tam karşılığıydı.
Burada halledilmesi gereken tek mesele Hz. İsa tarafından
kullanılan bu ismin Arami dilindeki aslını bulmaktı.
Ne Tevrat'ın, ne de İncil'in şu anda elimizde olan
nüshalarında üçleme inancına dair hiçbir şey yoktu. Elimizdeki İncil'den bile
teslis inancını çıkartmak tamamen bir zorlama ve saptırmaydı. Fakat kilisenin
din hakkındaki yorumu, İncil'in o kadar önüne geçmişti ki, kilisenin resmi
açıklamaları üçlemeyi Hıristiyanlığın en önemli gerçeği olarak sunmaktaydı.
Eğer üçleme inancı bu kadar önemli olsaydı, İncil'de bu konuda yüzlerce
açıklama olması gerekmez miydi?
Oysa bir tane bile yoktu! Aynı şekilde Hıristiyanlar
Tevrat'ı kabul ederdi. Tevrat'ta üçlemeye işaret yoktu.
İncil'in şu andaki halinde geçen baba-oğul meselesi de
yine kilisenin yorumu sonucu bu şekilde anlaşılmıştı. Çünkü şu anki
İncil'lerde, Allah tüm insanların da babası olarak tanıtılır, tüm inananlar da
onun çocukları olarak tanıtılırdı. Yani şu andaki İncil'leri okuyan tarafsız
biri, İncil'deki "baba" kelimesinin tüm insanların babası olarak
kullanılan bir mecaz, "oğul" kelimesini ise tüm insanlar için
kullanılan bir mecaz olduğunu algılardı.
Hz. İsa'nın Aramice'de tüm insanların Allah'ı, Tanrı'sı,
Efendisi tarzında Allah için kullandığı bir deyim Eski Yunanca "Baba"
olarak çevrilmiş, "sevgili kul" anlamına gelen birdeyim ise
"oğul" olarak çevrilmişti. Bu çevirinin kaynağı ise hiç şüphesiz bu
zihniyeti yerleştirmeye çalışan din adamlarıydı. İncil'i ilk olarak Sami dilinden
Grek-Latin diline çevirenler, Allah için kullanılan "Alalbar" diye
seslendirilen "Aklın Kaynağı, üst Akıl" anlamındaki sözü "Ab,
Abra, Abba" sözüne benzetip baba, ata anlamına gelen "Pap, Papa"
diye çevirmişlerdi. İznik konsülünde kendilerine karşı olan her fikri susturan
Hıristiyan dini otorite, o tarihten sonra yanlış bir baba-oğul anlayışının
yerleşmesini iyice sağlamıştı.
Bu tarihsel kanıtların da etkisiyledir ki, günümüzde bazı
Hıristiyan mehzepler üçlemeyi reddediyordu. Örneğin dünyanın dört bir yanında
kiliseleri bulunan Uniteryan Kilisesi, üçleme inancını kabul etmeyen çok büyük
bir Hıristiyan topluluğuydu. Bu cemaatin üyeleri aralarında çeşitli görüş
farklılıkları bulunsa da Hz. İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu kabul etmiyor,
Hıristiyanlığın bir ve tek olarak Allah’a iman etmeyi emrettiğini söylüyordu.
Büyük bir bölümü de Hz. İsa’nın tüm insanların günahlarına kefaret olarak
çarmıha gerildiği yönündeki iddianın yanlışlığını vurguluyordu. Günümüzde
üçleme karşıtı Hıristiyanlarla, farklı isimler altında ve farklı Kilise oluşumları
şeklinde karşılaşmak mümkündü. Özellikle de Amerika’da “üçleme karşıtları” her
geçen gün daha da güçlenmekte ve Hıristiyan dünyasında gerçekleri açıkça dile
getirenlerin sayısı büyük bir artış göstermekteydi. Bunlar arasında "The
Worldwide Church Of God" özellikle dikkat çekiciydi. Bu kilisenin kurucusu
Herbert W. Armstrong, üçleme doktrininin pagan kültürlerden Hıristiyanlığa
giren bir batıl inanç olduğunu savunuyordu.
Bu konuda en çok dikkat edilmesi gereken nokta,
geleneksel Hıristiyanlığı savunanlar tarafından Hıristiyanlığın temeli olarak
gösterilen “üçleme” inancına Kitab-ı Mukaddes’in hiçbir bölümünde
rastlanamamasıydı. Ne Yahudilerin Kutsal Kitapları olan Eski Ahit’te ne de
Hıristiyanların kutsal metni olan İncil'de bu inanç yer alıyordu.. Üçleme
inancı İncil’de yer alan bazı ifadelerin yorumlarına dayanıyordu ve bu kelime
ilk kez 2. yüzyılın sonlarında Antakyalı Theophilus tarafından kullanılmıştı.
Bu inancın Hıristiyan inançlarına tam anlamıyla dahil olması ise çok daha
sonraları gerçekleşmişti. Eğer bu inanç gerçekten doğru olsaydı, Hz. İsa’nın bu
konuyu tüm açıklığıyla insanlara anlatmış olması gerekmez miydi?” soruları
üzerinde aklıselim olanlar yoğunlaşıyordu. Bu sorulara kendilerinin verdikleri
cevap ise açıktı: İncil’de tüm açıklığıyla yer almayan, dolayısıyla ilk
Hıristiyanlar tarafından bilinmeyen bir inanç, asla Hıristiyanlığın temeli
olamaz. Bu, Hz. İsa’nın ardından ve yerleşik Yunan kültürünün etkisiyle
oluşturulan mitolojik bir efsaneden başka bir şey değildi, Hıristiyanlığın
özüyle de hiçbir ilgisi yoktu.8. Bölüm: İslamiyet ve Barnaba Barnabas
İncili'nin müslümanlar tarafından yazılmadığının bir delili de şudur: Hz.
Peygamber'in dünyaya gelişinden 75 yıl önce (M.S. 496),
Papa I.Gelasius döneminde 'yanlış ve dînî düşüncelere aykırı kitaplar' adı
altında hazırlanan listede (-Decretum Gelasianum-), Barnabas İncili'nin adı
geçmektedir. Ayrıca 7'inci yüzyıl öncesinden günümüze gelen ikinci ve farklı
bir belgede yasaklanan 60 kitap içinde (-List of the Sixty Books-) Barnabas
İncili de yer almaktadır. Barnabas İncili'nin tarih boyunca aslında var
olmadığı şeklindeki iddialara değinen Avustralyalı bilim adamı(-La Trobe
Universitesi Bendigo-) Dr. Rodney Blackhirst, bir bilimsel makalesinde
yukarıdaki iki listeye dikkat çekerek, şöyle demektedir: «Bazıları, ortaçağın
sonlarında Barnabas İnciliisimli yazıma rastlanılması öncesi süreçte, böyle bir
incilin tarihsel olarak var olmadığını kesin bir güvenle iddia ediyorlar. Oysa
farklı yüzyıllardan, iki ayrı liste bunun tersini kanıtlıyor. İki listede de
aynı yanlışın olması, aslında olmayan bir şeyin yanlışlıkla iki ayrı listede de
"Barnabas İncili" adıyla yer alması mümkün müdür? "60 kitap
listesi" sadece bu tek konuda yanlış olabilir mi?Barnabas İncili'nin hiç
var olmadığı iddiası kimilerinde, bu incilden bugüne hiç bir parçanın gelmediği
iddiasına yerini bırakıyor. Fakat o zaman "60 kitap listesi"nde yer
alan kitaplardan sadeceBarnabas İncili'nin bir iz bırakmadan kaybolması gibi
bir sonuç akla yatkın olacak mıdır?» Barnabas İnciline getirilen bu yasaklamalar,
o çağlarda, bu İncil'i yazacak bir müslümanın var olamayacağını açıkça
gösteriyor. Çünkü o zaman daha Hz. Muhammed (doğumu 571) bile doğmamıştı.
Ayrıca yukarıdaki delillere ek olarak şunu vurgulamak yerinde olacaktır: Allah
ve bir Peygamberi hakkında yalan söylemek demek olacak böyle bir sahtekarlık;
yani bir incil uydurma eylemi; yalancılık ve sahtekarlığa karşı duruşu ve
doğruluk ve dürüstluk ahlakını Hz. Peygamber ve Kuran'dan alan bir müslümandan
beklenemez. Böyle bir şeyi iddia edebilenler, bazı değişiklikler ve tahrifler
yaşadığı Spinoza, Goethe ve daha nice batılı entellektüeller tarafından ifade
edilen 4 İncilin dışında ve 2000 sene önceki orjinal halinde veyaorjinal haline
yakın olarak gerçek İncil'den içinde güçlü yansımalar bulunan bir metinle
karşılaşmanın şok ve şaşkınlığı ile bunu yapıyor olmalılardır. Alman Protestan
Kilise Komisyonu'nun kontrolünden geçerek basımına izin verilen eski ve yeni
Ahid çevirileri, şu sunuşla başlar: «Kutsal kitap gökten inmiş değildir. Eski
Ahid (-Tevrat-)'in 39 kitabıyla dört İncil yüzlerce yılda yavaş yavaş gelişmiş
ve son şeklini almıştır.» Burada tevrat ve incil üzerinde tarih boyunca
tahrifat ve değiştirmeler yapıldığı gayet net bir şekilde kilise tarafından,
ifade ediliyor. Gerek Yahudiler, gerekse Hıristiyanlar, Hz.
Muhammed henüz bu dünyaya teşrif etmeden önce, o ve
gelecek ‘yeni din’ hakkında çok şey biliyorlardı. Hem Yahudilere, hem de
Hıristiyanlara, Allah, peygamberleri aracılığıyla İslâmiyet ve onun
peygamberinden haber vermişti çünkü. Hz. Musa’dan çok daha önceki bir devirde
Şaya aleyhisselâm’ın lisanını kullanarak Allah Yahudilere hitap ederken bile
bundan söz etmişti meselâ: “Ben okuma, yazma bilmeyen bir peygamber
göndereceğim. Sert değil, kaba değil, sokaklarda bağırmaz, edebe ve terbiyeye uymayan
davranışta bulunmaz, edebe aykırı sözsöylemez. Ben, ona her güzellik için doğru
bir davranış vereceğim, her güzel ahlâkı ona bağışlayacağım. Sükûneti elbisesi,
iyiliği prensibi, takvayı gönlü, hikmeti düşüncesi, doğruluk ve vefakârlığı
tabiatı, affı ve şeriatın hoş gördüğü şeyleri ahlâkı, adalet ve iyiliği
yaşantısı, hakkı şeriatı, hidayeti imamı, İslâm’ı milleti, Ahmed'i ismi
kılacağım. Sapıklıktan sonra onunla hidayet edeceğim. Cahillikten sonra onunla
öğretim yapacağım, düşkünlükten sonra onunla yükselteceğim, tanınmazken onunla
şan vereceğim, azlıktan sonra onunla çoğaltacağım, darlıktan sonra onunla
zenginleştireceğim, ayrılıktan sonra onunla toplayacağım. İhtilâfa düşen
kalbleri, dağınık arzuları, bölünmüş ümmetleri onunla birleştireceğim. Ümmetini,
insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet yapacağım.” Hıristiyanlar da, Hz.
İsa’nın müjdelemesiyle, Hz. Muhammed ve İslâm hakkında bilgi sahibi olmuşlardı:
“Ben Allah’ıma ve Allah’ınıza gidiyorum, size benden sonra Paraklit (Ahmed)
adında bir peygamber geleceğini müjdelerim. Paraklit o zattır ki, Allah onu
ahir zamanda yollayacak ve o size her şeyi öğretecektir.” Davud aleyhisselam’a
inen Zebur’da ise şu ifadeler yer alıyordu: “Denizlerden denizlere, nehirlerden
yerlerin parçalanması ve nihayetlenmesine kadar malik olacak, kendisine Yemen
ve Cezayir melikleri hediyeler getirecek. Padişahlar onun önünde eğilecekler.
Ve her vakit de ona rahmet okunacak. Her gün kendisine bereketle dua okunacak.
Nuru Medine’den parlayacak, mübarek adı ebediyete kadar dillerden kalkmayacak
ve O’nun adı, güneşin mevcudiyetinden önce vardı. Güneş durdukça da etrafa
yayılacak.” Hz. Muhammed doğduktan sonra daha çocuk yaşta iken sırf sırtındaki
peygamberlik mührüne bakarak, onun peygamber olduğunu birçok Yahudi ve
Hıristiyan âlimi anlamıştı. Bunların en meşhuru, kuşkusuz, aslen Yahudi ama
sonradan Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Rahip Bahira’ydı.
Rahip Bahira, bir kervana eşlik eden buluttan, dibine
oturduğunda ağacın Hz. Muhammed’in üzerine doğru eğilip gölgelik yapmasından,
onun yetim olmasından ve sırtındaki mühürden peygamber olduğunu anlamış; ve
Yahudiler onun canına kıymasınlar diye Ebu Talib’i bir kenara çekerek yeğenini
Şam’a götürmesine engel olmuştu.
Miladi 610 yılında Hz. Muhammed az sayıdaki bir Müslüman
topluluk ile Medine’ye hicret ettiği andan itibaren, İslâm, rüştünü ispat
etmeye başladı. Sadece Arap kabileler tarafından değil, Hıristiyan ve Yahudiler
tarafından da duyulur ve bilinir hale geldi. İslâm’ın ortaya çıkışı ve
sonrasında hızlı bir büyüme seyri izlemesi, Hıristiyanlık içinde siyasî bir
krize sebep oldu.
Yahudiler, nefisperestliğe dayalı milliyetlerini dinleri
haline getirdikleri için, Hz. Muhammed’i sırf İsrailoğulları yerine Arapların
içinden çıktığı için kabul etmediler. Halbuki, gelecek son peygamberi büyük bir
özlemle bekliyorlardı. Hatta Medine’deki Yahudiler, Evs ve Hazrec kabileleriyle
çatıştıklarında “Son peygamber gelince biz ona tâbi olacağız, ve İrem ve Âd
kavimleri gibi, sizi öldürüp kökünüzü kazıyacağız!” diyorlardı.
Kuşkusuz, tüm bunlarda, Yahudi ve Hıristiyanların
kendilerine inen sahih dinleri tahrif etmeleri ve kendi niyetleri ve kavrayış
düzeylerine göre kurulu bir din meydana getirmeleri; daha sonra da ondan
vazgeçememeleri büyük bir rol oynadı. İslâm’ın sebep olduğu teolojik tehdit
yanında, Hıristiyanların onu çok daha sıcak bir tehdit olarak algılamalarına
neden olan faktör, Müslümanların çok kısa sürede çok büyük fetihler
gerçekleştirmiş olmalarıydı. Halife Hz.
Ebubekir zamanında (634) Bizans’a karşı bir zafer
kazanılarak, Filistin topraklarına İslâm sancağı dikilmişti. Halife Ömer
zamanında ise (634-644), Irak ve Suriye’nin yanısıra, Hıristiyanların yaşadığı
Kudüs ele geçirilmişti. Müslümanların adaletli tavrını duyan Kudüs Patriği, bir
antlaşmayla şehrin anahtarlarını halifeye teslim etmişti.
Hz. Osman zamanında, Peygamberin Medine’ye hicretinden
tam 34 yıl sonra gelinen nokta ise şöyleydi: Batı’da Kuzey Afrika’nın tamamı
aşılarak İspanya’ya ulaşılmış, Akdeniz’deKıbrıs, Rodos ve Girit gibi önemli
adalar alınmış, İstanbul kuşatılmış, Doğu’da Çin içlerine kadar uzanılmış,
Kuzey’de Ermenistan’dan Güney’de Hindistan’a kadar sınırlar genişletilmişti. 34
yıl içinde kazanılan bu muazzam başarı, ister istemez, Hıristiyan âleminde çok
büyük bir ‘travma’ya yol açtı. Hakikati tasdik edilmeyen bir dinin mensupları,
akıl almaz zaferler kazanmıştı. Dahası, 30-40 yıl öncesine kadar kendi
içlerinde kabile savaşları yapan ve cehalet içinde yüzen Araplar tarafından!
Dünyanın yeni tablosu, İslâm’ı kesinlikle dikkate alınması gereken bir güç
konumuna getirdi.
Zahiren istilâ edilemez görünen Bizans İmparatorluğu
bile, yedinci ve sekizinci yüzyılda haritadan silinme riskiyle yüz yüze
gelmişti. Yalnız bu noktada, Avrupa’da yaşayan Hıristiyanlar ile Müslümanların
fethettikleri topraklarda, özellikle Yakındoğu’da yaşayan Hıristiyanların
İslâm’a bakışlarında çok ciddi bir fark vardı. Yakındoğu Hıristiyanları, meselâ
Anadolu’da Bizans İmparatorluğu içinde veya Şam’da yaşayan Hıristiyanlar,
özellikle de yerel halk için İslâm hiç de büyük bir tehdit değildi. Tam tersine,
kötü yönetilmelerine bir isyan duygusu içinde, İslâm’ın adâletine ilişkin
işittikleri, onların bu yeni dine sempatiyle bakmaları için önemli bir sebepti.
Nitekim, Müslümanlar fethettikleri toprakların çoğunda bu tip yerel
Hıristiyanların toptan din değiştirerek Müslüman olmaları sonucunda çoğunluk
oldular.
Fakat aynı durum, Avrupa Hıristiyanları için geçerli
değildi. Kilise ve devletiyle Avrupalı Hıristiyan dünyası, tam bir savunma
psikolojisi içine girdi ve kavgacı bir üslup takındı. İslâm’ı ve Müslümanları
teolojik farklılıklardan da istifade ederek, tam bir ‘ötekileştirme’
ameliyesine tâbi tuttular. Hissettikleri tehdit algısı nedeniyle, anlamaktansa
onları barbarlar ya da kafirler diyerek kötü göstermeyi ve es geçmeyi daha
kolay buldular. Müslümanların şiddetli saldırılarıyla yüz yüze geldikleri için
ortak tarih ve teolojik yakınlıklar ise fark edilmeden kaldı.
İslâm’ın Hindistan’dan İspanya’ya kadar büyük bir güç
olarak ortaya çıkışından sonra, o dönemde Karanlık Çağı’nı yaşayan ve sefalet
içinde bulunan Avrupa, gerek sınır komşusu olan Müslümanlarda, gerekse
geliştirilen ticarî münasebetler sonucunda İslâm coğrafyasında büyük bir refah
ve zenginlik olduğunu gördüler. Bu, onların İslâm coğrafyasına iştahla
bakmalarına yol açtı.
O dönemde Avrupa kendi içinde ciddi karışıklıklar
yaşıyordu. Kilise’nin krallar karşısındaki konumu sarsılmaktaydı. Bu yüzden,
Papa kendi topraklarını ellerinden almış olan Müslümanlara karşı ‘kutsal bir
savaş’ başlatarak, hem Müslümanları İspanya ve Akdeniz’den söküp atmak, hem de
kendi iktidarını yeniden tesis etmeyi amaçladı. “Allah bu savaşı yapmamızı
istiyor” diyerek, Avrupalı Hıristiyanları tarihte Haçlı Seferleri olarak
bilinen bir dizi savaşa zorladı.
Savaşın görünüşteki nedeni, genelde Doğu Hıristiyan
âlemini özelde kutsal şehir Kudüs’ü Müslümanların elinden kurtarmaktı. Fakat
Francis E. Peters’in da belirttiği gibi, tarihin o döneminde Kudüs’teki
Hıristiyanların herhangi bir savaş gerekçesi yoktu ya da tarihin o devresinde
savaşmayı haklı kılacak Haçlılarla ilgili sıradışı bir olay meydana geliyor
değildi.
Bu savaşı tanımlayan en iyi tabir, “kutsala boyanmış bir
talan”dı. Hıristiyan idareci, şövalye ve tüccarlar, Ortadoğu’da bir Latin
Krallığı kurarak bölgenin siyasî ve ekonomik fırsatlarından yararlanmak
istiyorlardı.
Haçlı Seferlerinin teolojik meşruiyetini sağlamak için o
dönemde Avrupa’da çizilen hiçbir ciddi araştırma ve incelemeye dayanmayan İslâm
imajı şuydu: İslâm sahte ve hakikatten bir sapmadır. Hz. Muhammed (haşa!)
Hıristiyanlık içinde sapkın bir mezhep kurucusudur. Hile ve büyü ile kiliseyi
tahrip etmiştir. İslâm zorla ve kılıçla yayılan bir dindir. Ayrıca şehvanî
arzuları kıran Hıristiyanlığa nispetle, şehvet düşkünlerinin dinidir.
Haçlı Seferlerinden önce, Ortaçağ edebiyatında Muhammed
ismi neredeyse hiç yer almıyordu. Ama Haçlı Seferlerinden itibaren Batı’daki
herkes İslâm’ın ne anlama geldiğine veMuhammed’in kim olduğuna dair belli
görüşlere sahipti. Bu görüşler gayet netti, ama kesinlikle bir bilgi değildi.
Haçlı Seferleri dışında Hıristiyan-İslâm ilişkilerinde diğer önemli safhaları,
Reformasyon, Sömürgecilik dönemi ve Şarkiyatçılık çalışmaları oluşturdu. Bu
dönemler boyunca, Avrupa Hıristiyanlığına üstün bir konum atfedebilmek için
İslâmiyet’e iftira edildi. Hz.
Muhammed ve İslâm sürekli çarpıtılarak tasvir ve
karikatürize edildi; daha doğrusu doğruluğuyla çok az ilgilenilerek bunlar
üretildi.
Sık sık İslâm’a ve peygamberine çoktanrıcılık, domuz eti
yeme, şarap içme ve gayri meşru cinsî münasebet gibi inanç ve eylemler
yakıştırıldı. Hz. Muhammed’e Kilise’yi yok etmek amacıyla sihir yapan ve
karışıklık çıkaran İsa aleyhtarı bir hilekar olduğu iftirası yapıldı. Batıda
üretilen bir Peygamber biyografisinin gayrimüslim yazarı bu iftiraları, bakın
nasıl bir saçma ve kör bir meşruiyete dayandırıyordu: “Kökleşmiş bedbahtlığı,
kötülük hakkında konuşulabilecek her şeyi aşan birinin kötülüğünden bahsetmekte
beis yoktur.” Sonraki yüzyıllarda İslâm, Aydınlanmanın erdemlerinden bahseden
yazarlar tarafından sürekli aşağılanmaya çalışıldı. Voltaire, Peygamberimizi
teokratik bir tiran olarak resmetti.
Ernest Renan ise, üzerinde çokça durulan konferansında,
İslâm’ı bilimle bağdaşmaz ve Müslümanları da “yeni bir fikri öğrenme ve
kendilerini böyle bir fikre açık tutmada yeteneksiz addedip azlederek, bilim,
akıl ve ilerlemeyi ön sıraya koydu.
Şüphesiz ki, Hz. İsa Aleyhisselam, yeryüzüne inecekti.
Elbette onun zuhuruna yakın alametler ve fitneler olacaktı. Hz. İsa’nın tarifi
belliydi. Yeşil veya mavi gözlü, uzun boylu değildi. Hz Muhammed, onu şöyle
tarif etmişti: "Hz.İsa Peygamber size inecek. Onu gördüğünüz zaman
tanıyın. O, orta boylu, pembe tenli birisidir, üzerinde kırmızı renkte iki
giysi vardır. Herhangi bir ıslaklık değmesede başından su damlar. Haçı ezecek,
domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracak ve insanları İslam'a davet edecek, İsa
zamanında Deccal helak olacak. Yeryüzüne güven gelecek. Öyle ki arslanlar
develerle, kaplanlar sığırlarla, kurtlar koyunlarla birlikte yayılacak.
Çocuklar yılanlarla oynayacak ve yılanlar çocuklara zarar vermeyecek. 40 sene
yaşayacak sonra vefat edecek ve müslümanlar namazını kılacaklardır. Hz. İsa Şam
kapısına inecektir. Akşama 6 saat kala beyaz minarenin yanına inecek, sanki
başından aşağıya inciye bürünmüş gibi üzerinde iki parlak giysi olacak. Hz.
İsa bir hakem ve adil bir imam olarak inecek ."
Ashabına daha fazla bilgileri şöyle verdi: - Hz. İsa
sonrası hayat ne güzeldir. Gökten yağmur iner, yerde bitkiler biter. Safa
tepesine bir çekirdek tanesi, dikmiş olsan yeşerir. Kin, nefret ve hasetlik
yoktu. Hatta insan arslanın yanından geçer, arslan o kimseye zarar vermez,
yılana basar oda zarar vermez.
İsa (a.s.) onu (sandığı) alıp açacak ve içinde bir mühür,
bin kitap bulacak, bu kitaplarla şeriatı ihya edecekti. Bu milletin en
hayırlısı başı ve sonuydu. Başında Resulullah vardı, sonun da da İsa (as)
olacaktı. Benim ümmetimden iki grup vardır ki Cenab-ı Hak onları ateşten
koruyacaktır. 1. grup savaş için Hindistan'a giden, 2.grup Hz. İsa'yla beraber
olandır.
Ümmetimin arasından Deccal çıkar ve 40 sene kalır sonra
Cenab-ı Allah sanki Urve b. Mesud el-Sakafi'ye benzeyen Hz. İsa (as)'yı
gönderir. Sonra Deccali taleb eder ve onu helak eder. Daha sonra ikisi arasında
düşmanlık olmadan insanlar 7 yıl yaşarlar. Hz. İsa(as) ancak Hz.
Peygamberin şeriatı yani Kur'an ve sünnet ile
hükmedecekti. O halde Hz. İsa(as)'nın Peygamberin sünnetini (şeriatını)
aracısız, şifahi yolla ve ilham ve vahiy yoluyla olması bütün hükümlerde, Hz.
Peygamberin bütün hükümlerinde sabit olanları tashih (doğrulama) anlamında
gelecekti.
Durum böyle iken Cenabı hak Hz. İsa (as)'ya şöyle vahiy
gönderecek. Ben kullarımdan bazılarını ayırdım. Onlara savaş etmen gerekir ve
kullarımı Tur dağına göndererek koru. Ben mehdinin sana gönderdiği elçiyim,
bana para vereceksin." O da "al" diyecek ve alacak
amataşıyamayacak. Dolayısıyla yere bırakacak. Taşıyabileceğini alıp çıkacak ve
bu hareketinden pişman olacak ve diyecek ki: Gurur bakımından ben peygamber
ümmetinin en cesuru idim. Bu tür mala hepsinden daha fazla özen gösterirdim,
bunu başkası bırakmıştı." Ona cevap vererek şöyle der: "Biz verdiğimiz
bir şeyi almayız, bu durumda 6 veya 7 veya 8 veya 9 sene kalacaktır.
Bundan sonra yaşamakta bir fayda yoktur. Ümmetimden bir
taife, daima hak üzere savaşırlar.
Onlar, kendilerinden imdat isteyenlere yardım ederler.
Nihayet onların sonuncusu da Mesih Deccal'a karşı savaşacaktır.
Kuran’dan delil arayanlar, Nur suresinin 55. ayetine
baksa yeter: Allah içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara vaat
etmiştir. Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi'
kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacak; kendileri için
seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları
korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar yalnızca Bana ibadet ederler
ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkar ederse, işte onlar
fasıktır.
Enbiya Suresi, 105’de şöyle diyordu: Hak dini içtenlikle
yaşayan salih kulların yeryüzüne mirasçı kılınmasının İlahi bir kanun olduğunu
Allah şöyle bildiririyordu: Andolsun, Biz Zikir'den sonra Zebur'da da
"Şüphesiz Arz'a salih kullarım varis olacaktır" diye yazdık.
"İslam dini bütün dinlere üstün kılınmak için insanlığa gönderilmişti.
Allah Kuran'da şöyle buyurmaktaydı: Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek
istiyorlar. Oysa kafirler istemese de Allah, Kendi nurunu tamamlamaktan
başkasını istemiyor. Müşrikler istemese de O dini (İslam'ı) bütün dinlere üstün
kılmak için elçisini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur. (Tevbe Suresi,
32-33) Onlar, Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah,
Kendi nurunu tamamlayıcıdır; kafirler hoş görmese bile. Elçilerini hidayet ve
hak din üzere gönderen O'dur.
Öyle ki onu (hak din olan İslam'ı) bütün dinlere karşı
üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile. (Saf Suresi, 8-9) Hz: İsa
Kuran’da şöyle anlatılıyordu: Hz. İsa Allah'ın elçisi ve kelimesidir. (Nisa
Suresi, 171) Allah kendisine "İsa Mesih" ismini vermiştir. (Al-i
İmran Suresi, 45) İnsanlığa bir ayet, bir işaret kılınmıştır. (Enbiya Suresi,
91) Hz. İsa daha beşikteyken insanlarla konuşmuş (Al-i İmran Suresi, 46),
birçok mucize göstermiştir. Bir başka mucizesi, yetişkinliğinde yeryüzüne geri
dönmesi ve insanlarla konuşmasıdır. (Al-i İmran Suresi, 49; Maide Suresi, 110)
İsa Peygamber İncil'i tebliğ etmiştir. (Hadid Suresi, 27) Onu tanrılaştıranlar
doğru yoldan sapmış, küfre düşmüşlerdir. (Maide Suresi, 72) İnkarcılar onu
öldürmek için tuzak kurmuşlardır, ama Allah bu tuzağı bozmuştur. (Al-i İmran
Suresi, 54) Allah, inkarcıların Hz. İsa'yı öldürmelerine izin vermemiş, onu
Kendi katına yükseltmişti. Ve tekrar yeryüzüne döneceğini insanlara
müjdelemişti. Hz. İsa'nın yeryüzüne dönüşü ile ilgili olarak da Kuran'da şu
haberler verilmişti: İsa Peygamberi öldürmek için tuzak kuran inkarcıların onu
kesinlikle öldüremediklerini Allah şöyle haber veriyordu: Ve : "Biz, Allah'ın
Resulü Meryem oğlu Mesih İsa'yı gerçekten öldürdük" demeleri nedeniyle de
(onlara böyle bir ceza verdik) Oysa onu öldürmediler ve onu asmadılar. Ama
onlara (onun) benzeri gösterildi. Gerçekten onun hakkında anlaşmazlığa
düşenler, kesin bir şüphe içindedirler.
Onların bir zanna uymaktan başka buna ilişkin hiçbir
bilgileri yoktur. Onu kesin olarak öldürmediler. (Nisa Suresi, 157)Hz. İsa'nın
ölmediği insanların yaşadığı boyuttan alınarak, Allah katına yükseltildiğini
haber veren ayet şöyleydi: Hayır; Allah onu Kendine yükseltti. Allah üstün ve
güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Nisa Suresi, 158) Al-i İmran Suresi'nin
55. ayetinde, Hz. İsa'ya uyanların kıyamete kadar inkara sapanların üstüne
geçirileceği haber veriliyordu. Kıyamet saati öncesindeki bir dönemde,
inkarcılara üstün gelecek gerçek İseviler ortaya çıkacak. Al-i İmran
Suresi'ndeki İlahi vaat de böylece tecelli edecekti.
Kuşkusuz müjdelenmiş bu topluluk, Hz. İsa'nın yeryüzüne
dönüşüyle kendini gösterecekti.
Kuran'da verilen bir diğer bilgi de Hz. İsa'nın Allah'ın
katına alınmasından önce tüm Ehli Kitap'ın kendisine iman edeceği şeklindeydi:
Andolsun, Kitap Ehlinden, ölmeden önce ona (Hz. İsa'ya) inanmayacak kimse
yoktur. Kıyamet günü, o (Hz. İsa) da onların aleyhine şahit olacaktır. (Nisa
Suresi, 159) Kuran'da Hz. İsa'nın Allah katına alınmasını açıklayan bir diğer
ayet ise Meryem Suresi'nde geçiyordu. "Selam üzerimedir; doğduğum gün,
öleceğim gün ve diri olarak yeniden-kaldırılacağım gün de." (Meryem
Suresi, 33) Hz. İsa'nın yeryüzüne dönüşüne işaret eden bir diğer ayet şöyleydi:
Ona (Hz. İsa'ya) kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretecek. (Al-i İmran
Suresi, 48) Tevrat ve İncil ile birlikte aynı ayette kullanılması halinde
kitap, Kuran anlamını ifade ediyordu.
Kuran'ı öğrenmesi için yeryüzüne yeniden gelişinin
gerçekleşeceği açıktı. Barnaba, bu ayetlerden sonra tam tatmin olmuştu.
Al-i İmran Suresi'nin 59. ayetindeki "şüphesiz,
Allah katında İsa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir" ifadesi de oldukça
dikkat çekiciydi. Bu ayette iki peygamber arasındaki bazı benzerliklere dikkat
çekilmiş olabilirdi. Hem Hz. Adem hem de Hz. İsa babasızdı. Hz. Adem'in
cennetten yeryüzüne indirilmesi Hz. İsa'nın Ahir Zaman'da Allah katından
yeryüzüne indirilmesine de benziyordu..
Kuran'da Hz. İsa ile ilgili şöyle bir bilgi de
veriliyordu: Şüphesiz o (Hz. İsa) kıyamet-saati için bir ilimdir. Öyleyse ondan
(kıyametten) yana hiçbir kuşkuya kapılmayın ve bana uyun. Dosdoğru yol budur.
(Zuhruf Suresi, 61) Hz. İsa, Kuran'ın indirilişinden 570 yıl önce yaşamıştı.
Ayette bildirilen, onun ilk hayatının değil Ahir Zaman'daki dönüşünün kıyamet
için bir bilgi kaynağı olacağıydı. Hz. İsa'nın ikinci gelişi hem Hıristiyan hem
de İslam dünyasında sabırsızlıkla beklenecekti. Bu kutlu misafirin yeryüzünü
şereflendirmesiyle de çok önemli bir kıyamet alameti daha tecelli etmiş
olacaktı.
Hz. İsa'nın tekrar dünyaya geleceği ile ilgili bir başka
delil ise Maide Suresi 110. ayette ve Al-i İmran Suresi 46. ayette geçen
"kehlen" kelimesiydi. Ayetlerde Allah şu şekilde buyuruyordu: Allah
şöyle diyecek: "Ey Meryemoğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla.
Ben seni Ruhu'l-Kudüs ile destekledim, beşikte iken de, yetişkin (kehlen) iken
de insanlarla konuşuyordun¼" (Maide Suresi, 110) "Beşikte de,
yetişkinliğinde (kehlen) de insanlarla konuşacaktır. Ve O salihlerdendir."
(Al-i İmran Suresi, 46) Bu kelime Kuran'da sadece yukarıdaki iki ayette ve
sadece Hz. İsa için kullanılmaktaydı.
Hz. İsa'nın yetişkin halini ifade etmek için kullanılan
"kehlen" kelimesinin anlamı "otuz ile elli yaşları arasında,
gençlik devresini bitirip ihtiyarlığa ayak basan, yaşı kemale ermiş kimse"
şeklindeydi. Bu kelime "35 yaş sonrası döneme işaret ediyor"du.
Hz. İsa'nın beşikteyken konuşması bir mucizeydi. Bu
görülmüş bir olay değildi ve ayetlerde bumucizevi olay birçok kez
anlatılmaktaydı. Bu kelimenin hemen ardından gelen "yetişkin iken de
insanlarla konuşması" şeklindeki ifadenin de bir mucize olduğu açıktı.
Havariler, Kur’an-ı Kerim’de 4 yerde (Al-i İmran/52,
Maide/111, Hadid/27, Sad/14) geçiyor. Yeni Ahit’te 115 yerde bahsediliyor. Al-i
İmran Suresi’ndeki ayetin meali şöyle: “İsa, onlardaki inkârcılığı sezince:
Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir? dedi. Havârîler: Biz, Allah
yolunun yardımcılarıyız; Allah'a inandik, şâhit ol ki bizler müslümanlarız,
cevabını verdiler. (Havârîler:) Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve Peygamber'e
uyduk. Şimdi bizi (birliğini ve peygamberlerini tasdik eden) şâhitlerden yaz,
dediler.” Âhir zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi dönemde dini duygu,
düşünce ve davranışların zayıflaması, dini kurallara gereken önemin
verilmemesi, ibadetlerin terkedilmesi, ahlaksızlığın çoğalması biçiminde
kendini gösteren Küçük Alametler'in başlıcaları şu şekilde sıralandı: a)
İnsanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları b) İnsanların ölümü temenni etmeleri
c) Câriyenin efendisini doğurması d) Hicaz'da bir ateşin çıkarak Busra'da (Şam
yakınlarında bir yer) develerin ayaklarını aydınlatması e) Fırat nehrinin
sularının çekilerek, nehir yatağından altın çıkması f) İkisi de hak iddiasında
bulunan iki büyük İslâm ordusunun birbiriyle savaşması g) İslâmî ilimlerin
ortadan kalkması, cehaletin artması h) Depremlerin çoğalması ı) Zamanın
yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması i) Cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin
zuhur etmesi j) Yahudilerle Müslümanların savaşmaları, Müslümanların Yahudileri
öldürmesi k) Zinanın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların
çoğalıp erkeklerin azalması l) Kahtân'dan bir kişinin çıkarak, insanları asâsı
ile sevketmesi Kıyâmetin büyük alâmetlerini merak eden Barnaba, hepsini
sahabelerden teker teker öğrendi: Hazreti Peygamber" Şüphesiz on alâmet
görülmedikçe kıyamet kopmayacaktır" demişti: Deccâl'i, dumanı(duhan),
Dâbbetü'l-arz'ı, güneşin batıdan doğmasını, İsa (a.s.)'ın yere inmesini, Ye'cûc
ve Me'cuc'u, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç yer
çöküntüsünü, son olarak da Yemen'den çıkarak insanları Mahşere sürecek ateşin
vuku bulması.
Kıyâmetin bu on büyük alameti şu şekilde açıklandı: 1.
Deccal'in ortaya çıkışı: Deccâl, kıyâmette zuhur edecek yalancı bir kişidir,
İslâm Dini'ni ve müslümanları ifsad edip, kötülüğe ve bozgunculuğa sevketmek
isteyecektir. Deccal'in sağ gözünün kör olduğu, iki gözünün arasında
"kâfir" yazdığı, çocuğunun olmadığı, Medine'ye ve Mekke'ye
giremeyeceği, ortaya çıktıktan sonra yeryüzünde kırk gün kalacağı, bu süre
içerisinde istidrac türünden bazı olağanüstü olaylar göstereceği, daha sonra da
yine kıyâmetin büyük alametlerinden olan Hz. İsa'nın yeryüzüne inmesiyle onun
tarafından öldürüleceği¼ 2. Duhan'ın çıkışı: Duman anlamına gelen duhan da
kıyâmetin büyük alametlerinden biridir.
Kıyâmetin vukuundan önce dünyayı bir duman bulutu
kaplayarak, kırk gün ve kırk gece kalacak, mü'minler nezleye tutulmuş gibi,
kâfirler ise sarhoş gibi olacaklardır. 3. Dabbetü'l-arz'ın çıkışı: Kıyâmet'ten önce
çıkacağı bildirilen bir yaratıktır. Kelime anlamı "yer hayvanı"
demektir. Kur'an-ı Kerim'de "Kendilerine söylenmiş olan başlarına geldiği
zaman, yerden bir çeşit hayvan (dâbbe) çıkarırız ki o, onlara, insanların
âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyler" (en-Neml, 27/82). Hz.
Peygamber Dâbbetü'l-arz hakkında "Çıkacak olan kıyâmet alametlerinden
ilki, güneşin batı tarafından doğması ile, bir kuşluk vakti insanlara karşı bir
dâbbenin (hayvanın) zuhurudur. Bu iki alametten biri, arkadaşından evvel olur.
Akabindediğeri de onun izi üzerinde yakın olarak meydana gelir. 4) Güneşin
Batıdan doğması: Güneş batıdan doğacak, insanlar topluca iman edecek, ancak
daha önce iman etmemiş olanların imanları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır
5. Hazreti İsa (a.s)'ın inmesi: Ehl-i sünnet itikadına göre Kıyâmetin vukuundan
önce Hazreti İsa yeryüzüne inecek, hristiyanları İslâm'a davet edecek, Deccâl'i
öldürecek, Hazreti Peygamber (s.a.s)'in şerîati ile hükmedecektir. 6. Ye'cûc ve
Me'cûc'ün çıkışı: Kıyâmetin vukuundan önce çıkarak "yeryüzünde bozgunculuk
yapacak" (el-Kehf, 18/94) olan asılları ve soyları belirsiz iki insan
topluluğudur. Hz.
Zülkarneyn'in önlerine yaptığı seddin yıkılarak
(el-Enbiya, 21/96) açılması ile yeryüzüne dağılacaklar insanlara saldıracak,
kentleri yakıp-yıkarak harabe haline getireceklerdir. Bu seddin Çin seddi
olduğu açıktı. 7.8.9. Doğuda, Batıda, Arap Yarımadasında olmak üzere üç bölgede
yer çöküntülerinin meydana gelmesi de Kıyâmet'in büyük alametlerindendi. 10.
Yemen'den çıkacak olan büyük bir ateşin insanları önüne katarak sürmesi
Mehdî'nin çıkması da Kıyâmet'in büyük alametlerindendi. Hz. Peygamber (s.a.s),
Kıyâmetin kötü insanlar ve kâfirler üzerine kopacağını bildirmişti. Kıyâmet
kopmadan önce mü'minlerin ruhları alınacak ve onların âhirete göçmeleri
sağlanacaktı.
Hz. Ebu Hureyre, konuşulanları aynen naklediyordu:
"Nefsim kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim! Meryem oğlu
İsâ'nın, aranıza (bu şeriatle hükmedecek) adâletli bir hâkim olarak ineceği,
istavrozları kırıp, hınzırları öldüreceği, cizyeyi (Ehl-i Kitap'tan)
kaldıracağı vakit yakındır. O zaman, mal öylesine artar ki, kimse onu kabul
etmez; tek bir secde, dünya ve içindekilerin tamamından daha hayırlı
olur."
Sonra Ebu Hureyre dedi ki: "Dilerseniz şu ayeti
okuyun. (Mealen): "Kitap ehlinden hiçbir kimse yoktur ki, ölümünden önce
onun (İsa'nın) hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyamet gününde ise İsâ
onlar aleyhine şâhitlik edecektir" (Nisa 159).
O dönemde müslümanlardan kimin Mesih’e yardım edeceği de
belliydi: "Ümmetimden bir grup, hak için muzaffer şekilde mücadeleye
Kıyamet gününe kadar devam edecektir. O zaman İsa İbnu Meryem de iner. Bu
müslümanların reisi: "Gel bize namaz kıldır!" der. Fakat Hz. İsa
aleyhisselam: "Hayır! der, Allah'ın bu ümmete bir ikramı olarak siz
birbirinize emirsiniz!"
Mehdi’nin kimliği hadiste oldukca açıktı: "Dünyanın
tek günlük ömrü bile kalmış olsa Allah, o günü uzatıp, benden bir kimseyi o
günde gönderecek. Ehl-i beytimden birini, ki bu zatın ismi benim ismime uyar,
babasının ismi de babamın ismine uyar. Bu zat, yeryüzünü, -eskiden cevr ve
zulümle dolu olmasının aksine- adalet ve hakkâniyetle doldurur. Mehdi benim
zürriyetimden, kızım Fâtıma'nın evladlarındandır."
Hz. Ali radıyallahu anh, oğlu Hasan radıyallahu anh'a
baktı ve: "Bu oğlum, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm'ın tesmiye
buyurduğu üzere Seyyid'dir. Bunun sulbünden peygamberinizin adını taşıyan biri
çıkacak. Ahlakı yönüyle peygamberinize benzeyecek; yaratılışı yönüyle ona
benzemeyecek" dedi ve sonra da yeryüzünü adaletle dolduracağına dair gelen
kıssayı anlattı.
Miraç’ta Mesih ile ne Hz. Muhammed (SAV) konuşmuştu:
Mirac gecesinde, Resülullah aleyhissalâtu vesselam Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz.
İsa ile karşılaşmıştı. Kıyameti aralarında müzakere ettiler. Önce Hz. İbrahim
aleyhisselâm'dan başlayıp ona Kıyametten sordular. Onun Kıyamet hakkında
herhangi bir bilgisi yoktu. Sonra Hz. Musa aleyhisselam'a sordular. Kıyamet
hakkında onun da bir bilgisi yoktu. Söz Hz. İsa aleyhisselâm'a geldi. O:
"Kıyametin kopmasına yakın şeyler (alametler) hakkında bana bilgi verildi.
Ama Kıyametin kopma (vaktini) Allah'tan başka hiç kimse bilemez" dedi.
Sonra (Kıyametinalâmetlerin en biri olarak) Deccal'in çıkmasını anlattı.
Şunları söyledi: "Sonra ben inip onu öldüreceğim ve bundan sonra halk memleketlerine
dönecek. Bu defa onların karşısına Ye'cüc ve Me'cüc çıkacak ve her tepeden
hızla hücum edeceklerdir. Onlar giderken rastladıkları her suyu içip
tüketecekler ve uğrayacakları her şeyi bozup alt-üst edecekler. Bunun üzerine
halk feryat ederek Allah'tan yardım dileyecek. Ben de Ye'cüc ve Me'cüc'ü
öldürmesi için Allah'a dua edeceğim. (Duâm kabul görecek) ve yer onların
(leşlerinin) kokusu ile çok pis kokacak. Ben yine Allah'a dua edeceğim! Allah
da bir su gönderecek ve o su, onları taşıyıp denize atacaktır. Daha sonra
dağlar ufaltılıp dağıtılacak ve yer, derinin yarılıp genişletildiği gibi
yayılıp genişletilecek.
Bir gün Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm : "Bir
tarafı karada bir tarafı da denizde olan bir şehir işittiniz mi?" diye
sordular.
Oradakiler: "Evet!" deyince, şöyle buyurdular:
"İshakoğullarından yetmişbin kişi bu şehre sefer tertiplemedikçe Kıyamet
kopmaz.
Askerler şehre gelince konaklarlar. Ancak silahla
savaşmazlar, tek bir ok dahi atmazlar. "Lâilâhe illallahu vallahu
ekber!" derler. Bunun üzerine şehrin denizdeki tarafı düşer. Sonra
askerler ikinci kere, "Lâilâhe illallahu vallahu ekber!" derler,
şehrin diğer tarafı da düşer. Sonra tekrar "Lâilahe illalllahu vallahu
ekber!" derler. Bu sefer onlara (kapılar) açılır. Oradan şehre girerler ve
şehrin ganimetini toplarlar. Ganimetleri aralarında taksim ederlerken,
yanlarına bir münâdi gelip: "Deccal çıktı!" diye bağırır. Askerler
her şeyi bırakıp geri dönerler."
Azgın Yahudilerin sonu çok acıklıydı. Barnaba ve Hz.
İsa’da need olsa birer Yahudiydi. "Yahudilerle savaşacak ve onları
öldüreceksiniz. Öyle ki taş dahi: "Ey müslüman! işte yahudi, arkamda
(saklandı), gel, öldür onu!" diyecek." Cevabını aldı.
Sonra Deccal ile ve Rumlarla savaşacaktır. Sonra Hz. İsa
Aleyhisselam, dünyaya nuzül edince, onunla buluşacaktır. Mehdi, hiçbir
müctehidin ictihadını taklit etmeyecektir. Çünkü kendisi de müctehid bir
imamdır. Onun zamanında yeryüzünde emniyet ve bereket olacaktır.
Mesih döndüğünde Yahudilerden iman edenler olacak mıydı?
Cevabı bir işaretle vardı: "Tabutu sekine" denilen kutsal sandık,
Mehdi'nin eliyle Taberi'ye gölünden çıkarılacak ve Beyt-i Makdis'in kapısı
üzerine konulacaktır. Yahudiler bunu görünce, çok az müstesna olmak üzere
müslüman olacaklar."
Resulullah, Roma'nın fethedilmesi ile ilgili olarak şöyle
buyurdu: "...Sonra dört tekbir getirecekler ve duvarları yıkacaktır.
Nüfusun çokluğundan dolayı orası Rumiye diye isimlendirilmiştir. Orada
altıyüzkişi öldürülecek. Beyt-i Makdis'in örtüsü oradan çıkarılacaktır. 'Tabut'
denilen kutlu sandık da oradan çıkacaktır. O sandığın içinde sekinet,
İsrailoğullarının sofrası, Tevrat levhaları, Hz. Musa'nın asası, Hz.
Süleyman'ın minberi bulunacaktır..."
Rumiye (Roma)'nin fethi esnasında doğu kapısından
girin.(Doğu kapısından) yedi adet kaplama sayınız. Sonuna sekizinci kaplamayı
sökünüz. Çünkü, onun altında Hz. Musa'nın asası, İncil'in nüshası ve Beyt-i
Makdis'in örtüsü duruyor."
Fitne dönemi hakkında yeterli bilgi mevcuttu: Ahir
zamanda fitneler çoğalacak ve zalimlerin zuhurundan sonra İslam yok olacak ve
izleri silinecekti. Onların yanında, münafıklar itibar görecekler, mü'minler
ise horlanacaktı.
Kıyamet alametlerinden biri, namazın terk edilmesiydi.
Biri, nefsinin arzularına meyletmekti.
Biri de, mal sahibine (malından dolayı) ta'zim etmekti. O
zaman zekat, ceza olarak ve harac da, ganimet olarak zorla alınacaktı. Yalancı,
doğru kabul edilecek ve doğru söyleyen ise, tekzib edilecekti. Haine
güvenilecek ve güvenilir olana ise, hain muamelesi yapılacaktı. (İnsanların)
onda dokuzu hakkı inkar edeceklerdi. İslam gidecek ve sadece onun adı
kalacaktı. Kur'an gidecek ve sadece onun şekli kalacaktı. Mushaf-ı şerifler
altın yaldızlarla süslenecek (ve hükmü ile amel edilmeyecek) ti. Kiliselerin
süslendiği gibi camiler de süslenip tezyin edilecekti.İşte o zaman, onların
içinde bulunan Mü'min, kendi koyunundan daha düşük ve seviyesiz olacaktı.
Gördüğü fakat değiştirmeğe güç yetiremediği şeylerden dolayı tuzun, suda
eridiği gibi onun da içindeki kalbi eriyecekti. Dinsizliğin en fenası ve
günahların en kötüsü meydana gelecekti. İnsanlar namazı terkedecekler ve
şehvetlere tabi olacaklardı. Yine o zaman, insanları esir alan bir ordu,
doğudan gelecekti. Onların kalpleri, şeytan kalbi gibiydi. Küçüklere acımazlar
ve büyüklere de saygı göstermezler.
Yine o zaman, insanlar bu kutsal evi (Kabe'yi) ziyaret
edecekler. Onların sultanları, kibir ve gezinti maksadıyla, zenginleri, ticaret
maksadıyla, yoksulları, dilenmek maksadıyla, Kur'an okuyanları da riya ve
şöhret maksadıyla buraya geleceklerdi. İşte o zaman yalan yaygınlaşacak, günah
yıldızı zuhur edecek ve kadın, ticarette kocasına ortak olacaktı.
Fitneler olacaktı. Orada terör ve harpler vardı. Sonra
onlardan daha şiddetli fitneler olacaktı. Her ne zaman (fitnelerin) sonu geldi
denilse, yeni bir ayaklanma olacaktı. (Mehdi) çıkıncaya kadar fitnenin
girmediği bir Arap evi ve ulaşmadığı bir müslüman kalmayacaktı.
Ölümler çoğalacaktı. Kudüs'ün fethi gerçekleşecekti.
Kolera ve şarbon gibi ölümcül iki hastalık yaygınlaşacaktı. Mal çoğalacaktı,
Hatta öyle ki, kişi yüz altın lira verecek fakat (muhatabı) onu azımsıyacak ve
atacaktı. Fitne yaygınlaşacak insanlar ondan kurtulmak için bir çıkış yolu
arayacaklar fakat bulamayacaklardı. Kufe ile Hire arasında katliam olacaktı.
Beyt-i Makdis'in imarı, Yesrib'in (Medine'nin) harabının habercisiydi.
Yesrib'in harabı, Melhamenin (büyük kahramanlık savaşının) habercisiydi. Büyük
kahramanlık savaşının çıkışı, Kostantiniye'nin fethinin habercisiydi.
İstanbul'un fethi, Deccal'ın çıkışının habercisiydi.
Mehdi salih bir insandı. Sabah namazını kıldırmak için
öne geçtiği bir sırada Meryem oğlu İsa Aleyhisselam (yeryüzüne) inecekti. Bunun
üzerine imam (Mehdi), namazı onun kıldırması için geri geri çekilecek, fakat
Hz. İsa Aleyhisselam, iki elini onun omuzları arasına koyacak ve şöyle
diyecekti: Sen öne geç ve namaz kıldır. Çünkü, o senin için ikame olundu. Bu
sözlerden sonra imamları (Mehdi) onlara namaz kıldıracaktı. Mehdi, yetkilerini
Hz. İsa'ya devrettikten sonra devamlı olarak onun arkasında (cemaatla) namaz
kılacaktı. Hz. İsa(a.s), Deccal'ı Lut şehrinin doğu kapısında öldürünceye kadar
ve Deccal'ın askerleri olan Yahudileri Allah (c.c.) hezimete uğratıncaya kadar
Mehdi hep onunla beraber olacaktı.
Rumların akibeti de hazindi. Müslümanların Rumlarla
yapacağı savaş sorulunca, Resülullah'tan şunu nakletti: "Rumlar sizlerle emin
bir sulh antlaşması yapacaklar. Sonra, siz ve onlar (başka) bir düşmanla
savaşacaksınız ve zafer kazanıp ganimet mallarını alıp (savaştan) salimen galip
çıkacaksınız. Sonra savaş yerinden ayrılıp tepeleri bulunan bir çayırlıkta mola
vereceksiniz. Orada haç ehlinden (hıristiyanlardan) bir adam haçı havaya
kaldırarak: "Haç galip oldu" diyecek, müslümanlardan bir adam kızarak
kalkıp (adamın elindeki) haçı kırıp ezecektir.
İşte o zaman Rumlar sulh antlaşmasını bozarak şiddetli
bir savaş için toplanacaklar. O zaman onlar seksen sancak altında oldukları
halde gelirler ve her sancakta onikibin asker vardır."
Onlara karşı Allah’ın hangi kavme yardım edeceğini
peygamberimiz açıklamıştı "Şiddetli savaşlar vuküa geldiği zaman Allah
mevaliden (Arap olmayan müslümanlar) öyle bir ordu gönderecek ki atlarının
cinsi yönünden Arapların en kıymetlisi ve silah yönünden onların en iyisi olup
Allah, İslâm dinini onlarla te'yid (takviye) edecektir."
Kuran’da Allah onları sever, onlarda Allah’ı sever
ayetinde bahsedilenin Türkler olduğunu Said Nursi ve pek çok İslam alimi itiraf
edecekti. Türk'lerin teşkilatlanma ve toplum yönetimi konusunda Hz. Muhammed,
zayıf bir rivayete göre, "Türk'ler size dokunmadıkça, siz onlara
dokunmayın. Ümmetimin idaresi sonunda Türk'lerin eline geçecektir"
demişti.9. Bölüm. Haçlı Seferleri ve Tapınakçıların Şifresi Papalığın
teşvikiyle, Hıristiyan Avrupalıların, Müslümanlara karşı tertip ettikleri
seferlerin umumî adına Haçlı seferleri dendi. En önemlisi dînî olmak üzere,
siyasî, sosyal ve iktisadî sebeplere dayanan Haçlı seferlerini, Papa İkinci
Urbanus, 1095 yılında toplanan Clermont Konsili’nde yaptığı konuşmayla
başlatmıştı. Asırlarca devam edip, milyonlarca insanın can kaybına, devletlerin
yıkılıp, ülkelerin tahrip olunmasına sebep olmuştu.
Haçlı Seferleri, Müslümanların yanısıra Doğu Kilisesi’ne
karşı yapılmıştı. Asuri, Nasturi ve Keldaniler, Anadolu’da aynı ırktan, aynı
dinden, aynı dili kullanan ve 3 bin yıldır da aynı toprakları paylaşmış ve
birbirine çok yakın halklardı. Asurîler milattan önce Asurlar olarak tanınan
uygarlığın torunlarıydı. Asur uygarlığı, Kral 9. Abgar zamanında, M.S 179-186
yılları arasında Hıristiyanlığı kabul eden ilk uygarlıktı. Nasturiler 431 yılı
Efes Konsili’nde aforoz edilen İstanbul’un Episkoposu Nastur’un Doğuya gelmesinden
sonra onu kabul eden ve müridi olan cemaattti. Keldani Katolikler ise 15. ve
16. yüzyıllarda (1555) Roma Katolik cemaati ile birleşen gruba verilen isimdi.
Roma’da bu eski halkı tanımlamak için Diyarbakır
Espiskoposu’nun da katıldığı bir Konsil yapıldı ve Konsil’le Katolik Doğu
Kilisesi’nin Roma’ya bağlılığı başladı. Keldanilerin dünyada hâlâ 22 mitranlık
Episkoposluk bölgeleri vardı ve dinî ritüellerinde Doğu Kilisesi özelliği devam
ederdi. Asuri ve Nasturiler ise dinî yapı olarak bağımsız ve otonom bir
özelliğe sahipti. Bu durumda Asuri ve Nasturileri Roma’ya bağlanmayı reddeden
Keldaniler, Keldanileri ise papanın otoritesini kabul eden bir kısım
Nasturiydi. Keldaniler geniş bir alana yayılabilecek kadar güçlü bir cemaatti.
Güçlüydüler ve sayıları çok fazlaydı. Ama Keldaniler hep göçebe hayat yaşadı.
Hiçbir zaman uzun süreli bağımsız bir devlet kuramadılar. Sadece milattan sonra
180’lerde Dicle ve Fırat hattında 20 yıl sürecek bir Keldani Krallığı kurdular.
Bu tarihteki ilk Hıristiyan krallığıydı. Ermeniler kendilerinin kurduğunu
söylüyorlardı, ama bu yanlıştı. Zaten bu krallıktan sonra da Doğu Kilisesi’nin
varlığı başladı.
Doğu Kilisesi kavramı merkezi Bağdat’ın yakınlarında
bulunan eski Pers Krallığı kilisesinin kendisine vermiş olduğu resmî unvandan
geliyordu. Bu unvan, coğrafi konum itibarı ile yan anlam olarak güneşin doğmuş
olduğu bölgedeki kilise manasını da taşırdı. Bugün Doğu Kilisesi mensuplarını
Keldaniler, Asuriler, Nasturiler ve Katolik Süryaniler oluşturuyordu. Bu
kiliseler Aramice dil ve kültürüne bağlıydılar. Ama tarihte Batı Kilisesi, Doğu
Kilisesi’ni pek sevmemişti. Roma ve Bizans imparatorları Doğu Kilisesi’ni
teşkil eden Pers İmparatorluğu’na karşı saldırılar düzenledi. Tamamen
Müslümanlara karşı olduğu söylenen Haçlı Seferleri, Aramice, Arapça ve
Keldanice’yi kullanan Doğu Kilisesi’nin büyümesine ve Türk imparatoruna karşı
yapılmıştı.
O tarihlerde Doğu kiliselerine bağlı 80 milyon insan ve
225 mitranlık Episkoposluk alanı vardı. Bu durum Roma ve Bizans seferlerini
doğurdu. Doğu’da Mançurya’dan Sumatra’ya ve Japonya hudutlarına, kuzeyde
Moğolistan’a, batıda Kıbrıs’a ve güneyde Yemen’e kadar uzanan bir bölgede dinî
hâkimiyet söz konusuydu. Bu insanlar yok edildi. Episkoposluk’lar önce 80’e
sonra 40’a kadar indi. Kiliseler yağmalandı, harap edildi. Nusaybin’de hiçbir
şey bırakmadılar.
Haçlı Seferlerinin ilk çıkış noktası Müslümanlara karşı
değildi, giderek güçlenen DoğuKilisesi’nin hâkimiyetini ve nüfuzunu kırmaktı.
Seferlere çıkarken orada Hıristiyanların da yaşadığını
çok iyi biliyorlardı. Anadolu’da o tarihlerde az Müslüman yaşıyordu.
Hıristiyanlar daha çoktu. Ve Hıristiyanlar yok edildi.
İslamiyet’i ilk kabul eden Hıristiyanlar Keldanilerdi.
Dörtte üçü Müslüman oldu. Tanıştılar, alışveriş yaptılar, aynı dili konuşup
ortak bir değer üzerinde durdular. İnançları farklı olsa da kardeştiler ve
akrabaydılar. Dolayısıyla daha eski olan kültürlerini Müslüman kardeşleriyle
paylaştılar. Şanlıurfa’daki ilk üniversiteler olarak tanımlanan okulların
kurucuları ve Nusaybin’deki ilk Hıristiyan yüksek ilahiyatı ve din bilim
üniversitesinin kurucuları Keldanilerdi.
Bunlar aynı zamanda Hıristiyan âleminin ilk ilahiyat
üniversiteleri olmuştu.
Doğu Hıristiyanlığının temsilcisi Bizans İmparatorluğu
(395-1453), 1071 yılında Selçuklu Devleti (1038-1194) ile yaptığı Malazgirt
Savaşı'nda yenilince, Türklere Anadolu kapıları açıldı.
Selçuklu akıncılarıı, birkaç sene içinde Ege, Akdeniz ve
Marmara kıyılarına ulaştılar ve Bizans’ın başkenti olan İstanbul’u zorlamaya
başladılar. 1075’te Türkiye Selçuklu Devleti'ni kurup, İznik’i başkent
yapmaları, Avrupa’nın en büyük Hıristiyan devleti olan Bizans’ı kökünden
sallamaya başladı. Bu durum Avrupalıları telâşa düşürdü. Çünkü Bizans’ın
düşmesi Türklerin Avrupa’ya hakim olmasına yol açacaktı. Bunun önüne geçilip,
Türklerin durdurulması gerekiyordu. Hattâ Anadolu dahil bütün Ortadoğu’dan
atılmalıydılar. İkinci büyük sebep ise, iktisadî idi. Avrupa, 11. asırda müthiş
bir fakirlik içindeydi. Kralların sarayları bile taş yığınlarından ibaretti.
Altın, gümüş ve değerli madenlerin bir çoğu, Türklerin ve doğu kavimlerinin
elindeydi. Avrupa, en iptidaî maddeler için bile doğuya muhtaçtı. Ziraat, çok
ilkel usullerle yapılıyordu. Sulama sistemi yoktu.
Fransa, Almanya, Venedik gibi büyük sayılan Avrupa
devletlerinin senelik geliri, en mütevazı Türk beylerinin gelirlerinden azdı.
Halk, önüne gelenin yağma ve talanından bıkmış, bir asilzâde veya eşkıya
tarafından öldürüleceği günü bekliyordu.
Bu sırada Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah vefat etmiş, iç
karışıklıklar baş göstermişti.
Şiî-Fatımî Devleti, Selçukluların amansız düşmanı olup,
Hıristiyanların müttefikiydi. Bütün bunlar, Papa İkinci Urbanus’u
Hıristiyanları birleştirerek Müslümanların üzerine saldırtmaya teşvik ediyordu.
Böylece, bu papaz, Kudüs şehrini, Türklerin elinden almak için faaliyete
başladı.
Sadece Pierre L’Ermite isminde yoksul bir Fransız keşişi,
etrafına 50.000 Fransız toplamıştı.
Bunlar, Almanya’ya gelince, kendilerine 50.000 Alman
serserisi daha katıldı. Macaristan’da ve Balkanlarda daha da çoğalan bu çapulcu
ordusu, 1096-1270 seneleri arasında tertiplenen sekiz Haçlı seferinin ilk
ordusu oldu. Barnaba, Selçuklularla birlikte Anadolu’ya geçmişti. Haçlı
seferlerini durdurmak için Türklerin iman ve askeri gücüne güveniyordu.
Birinci Haçlı Seferi (1096-1099) Papaz Pierre L’Ermite ve
şövalye Yoksul Gautier öncülüğünde İstanbul’a gelen bu topluluk, Bizans
İmparatoru tarafından hemen Anadolu’ya geçirildi. Bunlar, doğunun
zenginliklerine kapılıp, yağma ve tahribatlar yaparak yerli ahaliye
zulmettiler. Anadolu Selçuklu Sultanı Birinci Kılıç Arslan, İznik önlerinde bu
ilk Haçlı kuvvetlerini durdurarak, kılıçtan geçirdi.
Bunların arkasından Aşağı Lorraine Dükü Gedefroi
Bouillon’un komutasındaki Haçlı ordusu yola çıktı. Bu orduda; birçok ünlü
şövalye, soylu, kont ve dukalar vardı. Avrupa’nın bütün imkânları kullanılarak
hazırlanmış olan bu ordu, 600.000 kişiden müteşekkildi. Almanya’nın Rhein
kıyılarında 10.000 Yahudi'yi kılıçtan geçiren bu Haçlı ordusu, İstanbul’a doğru
gelirken, ülkesinde de yağma ve katliam yapılmasından endişe eden Bizans
İmparatoru Aleksios Komnenos, onlarla anlaştı. Haçlılar, erzak ihtiyaçlarının
temini karşılığında, Anadolu’da aldıkları yerleri Bizans’a vereceklerdi.
Antlaşma sonrası Anadolu’ya geçen Haçlılar, 1097 senesi Mayıs ayında Türkiye
Selçuklularının başşehri İznik’i kuşattılar. Kanlı çarpışmalar iki taraftan da
ağırkayıplara sebep oldu. Altı yüz bin kişilik Haçlı ordusu karşısında verdiği
kayıplara dayanamayan Birinci Kılıç Arslan, çarpışarak geri çekildi. İznik,
Bizans’ın eline geçti. Eskişehir istikametinden Anadolu’ya giren Haçlı ordusuna
karşı Sultan Birinci Kılıç Arslan (1092-1107), yıpratma savaşlarına başladı.
Anadolu’da Haçlıları en stratejik bölgelerde yakalayıp, âni baskınlarla imha
hareketlerine girişti, pek çoğunu kırdı.
Haçlıların yanında, Bizans İmparatoru da, durumdan
faydalanarak Türkiye Selçuklularının batı bölgelerindeki topraklarını işgal
etti. Ermeniler ise, Türklerin Haçlılarla uğraşmalarını fırsat bilip,
Toroslar'a bir müddet hakim oldular. Altı yüz bin kişilik kuvvetle Anadolu’ya geçen
Haçlılar, Türklerin imha hareketi sonucu, Antakya Kalesi önlerine geldiklerinde
100.000’e inmişti. 1097 yılı Ekim ayında Antakya’yı kuşatan Haçlılar, kale
içindeki Hıristiyan ahaliden birinin ihaneti sonucu, dokuz ay sonra, Haziran
1098’de şehre girebildiler.
Musul Atabeği Kürboğa Beyin kumandasındaki Müslüman-Türk
ordusu, Antakya’yı Haçlılardan geri almak için teşebbüse geçti. Fakat şehir
alınmak üzereyken aralarında çıkan fitne, başarısızlığa yol açtı. Haçlılar,
yaptıkları huruç hareketiyle, bu Müslüman ordusunu dağıttılar.
Antakya’yı alan Haçlılar, kırk bine düşen kuvvetleriyle
Kudüs’e hareket ettiler.
Şiî-Fatımîlerin elinde olan şehir, kısa sürede Haçlıların
eline geçti. Müslüman, Musevî ve Hıristiyanların yaşadığı ve her üç din
mensuplarınca da kutsal olan Kudüs, Haçlıların eline geçince, büyük bir
katliama uğradı.Yetmiş bin Müslüman ve Yahudi'yi, mabetlere sığınan kadınlar ve
çocuklar dahil, acımasızca kılıçtan geçirdiler. Şehrin sokakları, kan ve
cesetlerden geçilmez oldu. Birinci Haçlı Seferi neticesinde Kudüs’te Katolik
Latin Krallığı, Antakya ve Urfa’da birer Haçlı devleti kuruldu. Hıristiyanlar
Ortadoğu’yu bu vesile ile tanıyıp, Doğu Akdeniz kıyılarına yerleştiler.
Müslümanlarca Mekke ve Medine’den sonra en mukaddes şehir olan Kudüs’ün, Şiî-Fatımîlerce
Haçlılara teslimi, büyük üzüntüye yol açtı. Müslümanlar, Haçlıları Ortadoğu’dan
atmak için hemen teşebbüse geçtiler. 1144 senesinde Musul Atabegi İmadeddin
Zengi, Urfa’yı geri aldı. Bu durum İkinci Haçlı Seferine sebep oldu.
İkinci Haçlı Seferi (1147-1149) Urfa’nın Müslümanlar
tarafından geri alınması üzerine, papa Eugenius’un teşviki ve papaz Saint
Bernard’ın propagandası neticesinde İkinci Haçlı Seferi başlatıldı. Seferin
komutanlığını, Yedinci Louis ile Almanya İmparatoru Üçüncü Konrad yapıyordu.
Alman İmparatoru komutasında 75.000 kişilik ilk kafile, Konya Ovasına geldi. Bu
ordu, Türkiye Selçukluları Sultanı Birinci Mesud tarafından imha edildi. Alman
İmparatoru, canını zor kurtararak, beş bin kişiyle İznik’e sığındı. Fransa
Kralı Yedinci Louis, 150.000 kişi ile yola çıktı.
Alman İmparatorunun geriye kalmış döküntü kuvvetleriyle
İznik’te birleşti. Bu kalabalık orduya karşı meydan muharebesi yapmayı uygun
bulmayan Sultan Mesud, Haçlıları, Toroslar geçidine çekti. Burada büyük
kayıplara uğratılan Haçlıların artıkları, Antakya’ya sığındılar. Şam’ı muhasara
ettilerse de, Türkler tarafından mağlup edildiler.
Üçüncü Haçlı Seferi (1189-1192) Selahaddin Eyyubi,
Şiî-Fatımî Devletini ortadan kaldırıp, Eyyubi Devleti'ni kurduktan sonra,
Haçlılara karşı harekete geçti. 1097 senesinden beri Haçlıların elinde bulunan
Kudüs’ü, 1187 senesinde Hattin Zaferinden sonra ele geçirdi. Hıristiyanların
birkaç kıyı şehir hariç, Ortadoğu’dan atılmaları, Avrupalıları endişelendirdi.
Papa Üçüncü Clemens’in teşvikiyle Fransa ve İngiltere Kralları ile Alman
İmparatoru, Üçüncü Haçlı Seferine katıldılar. Sonu hezimet olmasına rağmen,
Avrupa’nın en ünlü kral, imparator ve kumandanlarının katıldığı bu
sefer,meşhurdu.
Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa, kara yolu, Fransız
Kralı Philippe Auguste ile İngiliz Kralı Arslan Yürekli Richard, deniz yoluyla
hareket ettiler. Alman İmparatoruna, Türkiye Selçukluları Sultanı İkinci Kılıç
Arslan, elçileriyle Anadolu’ya girmemesini teklif etmişse de, kabul etmedi.
Türkleri dinlemeyen İmparator Friedrich Barbarossa, ordusunun büyük bir kısmını
Selçuklu askerlerinin elinde kaybetti. Sonunda, Akdeniz’e ulaşamadan nehirde
boğuldu. Başsız kalan ve ağır zayiat veren haçlılar, perişan bir vaziyette
Filistin’e ulaştılar. İngiltere Kralı, deniz yoluyla Kıbrıs’a varıp, Bizans
valisini adadan kovarak Latin Krallığını kurdu. Kıbrıs’tan Akka’ya geçen Arslan
Yürekli Richard ve deniz yoluyla Akka’ya varan Fransız Kralı, uzun süren
muhasaradan sonra kaleyi aldı. Kudüs’ü yeniden almak için savaştılarsa da muvaffak
olamadılar.
Fransa ve İngiltere kralları, acı tecrübeler ve ağır
kayıplar neticesinde, Kudüs’ü alamayacaklarını anlayınca, ülkelerine döndüler.
Dördüncü Haçlı Seferi (1204) Papa Üçüncü Innocentius’un
çağrısı, Foutges de Neville’nin propagandası neticesinde Bonifacio’nun tertip
ettiği bu Haçlı seferine Almanya İmparatoru Altıncı Heinrich katıldı.
Papanın itiraz etmesine rağmen Haçlılar, Venedik
gemileriyle İstanbul önüne geldiler. 1204 yılında, Ortodoks Bizanslılardan
İstanbul’u aldılar. Şehrin zenginliği, Katolik Hıristiyanları şaşkına döndürdü.
İstanbul’u yağmalayıp, tahrip ettiler. Dindaşlarına her türlü zulmü, her çeşit
kötülüğü yaptılar. Bizans İmparatoru, tahtını İstanbul’dan İznik’e taşıdı. Bu
olay, Bizans tarihinde ilk defa oluyordu. Nihayet İstanbul’da 1261 senesine
kadar devam eden “Latin İmparatorluğu” kuruldu. Bu sefer sonunda Venedik ve
Ceneviz Devletleri, Yakındoğu’da, büyük nüfuz ve toprak parçaları elde edip
zenginleştiler. Haçlılar, dindaşları olan İstanbul’un Ortodoks Hıristiyanlarına,
çok zulüm ve eziyet yaptılar. İstanbul’un sanat eserleri, zengin olmak hırsıyla
tahrip edildi, evler yağmalanıp, binlerce İstanbullu, şehrin tarihinde
görülmemiş, insanlık dışı tecavüzlere uğradı, soyuldu ve işkenceyle öldürüldü.
Dördüncü Haçlı Seferinden, Müslümanlardan ziyade, Ortodoks Hıristiyanlar zarar
gördü.
Beşinci Haçlı Seferi (1217-1221) Papa Üçüncü Honorius’un
teşvikiyle Macar Kralı İkinci Andrias, Kuzey Avrupa’dan gelen Haçlılarla, 1217
senesinde Akka’ya geldi. Kral Andrias, Müslümanlar karşısında dayanamayınca,
geri döndü. Geride kalanlar Dimyat’a saldırıp, şehri aldılar. Daha sonra
Kahire’ye yöneldilerse de Eyyubîler tarafından bozguna uğratılıp, dağıtıldılar.
Altıncı Haçlı Seferi (1228-1229). Papa Dokuzuncu
Gregorius’un teşvikiyle Alman İmparatoru Üçüncü Frederich tarafından tertip
edildi. Alman İmparatoru Kudüs’e kadar geldi. Eyyubî Sultanı Melik Kâmil’in dış
baskılardan bunaldığı bir devrede, Haçlıların Kudüs’e gelmeleri antlaşma zemini
doğmasına sebep oldu. Antlaşma ile Kudüs Haçlıların eline geçti. Fakat Türkler
tarafından mağlup edilmeleri sonucunda şehir, tekrar Eyyubîlere teslim edildi.
Yedinci Haçlı Seferi (1248-1254) Kudüs’ün Müslümanlar
tarafından alınması üzerine, Fransa Kralı St. Louis tarafından tertip edildi.
Mısır’da yeni kurulan Memluklular, Haçlıları, 1250 senesinde, Mansûre Meydan
Muharebesinde mağlup edip, Fransa Kralını da esir aldılar. Haçlılar dağıldı.
St. Louis, Dimyat’ı Müslümanlara verip ülkesine döndü.Sekizinci Haçlı Seferi
(1268-1270) Antakya’nın Müslümanlar tarafından fethedilmesi ve Yedinci Haçlı
Seferinin öcünü almak için Fransa Kralı St. Louis tarafından düzenlendi. Bu
seferin hedefi, Kudüs olmayıp, Akdeniz kıyılarındaki Müslüman denizciler
üzerineydi. St. Louis, Tunus’a çıktıysa da, salgın hastalıktan öldü. Fransa
ordusu geri döndü. Bu sefer de başarısızlıkla sonuçlandı. 1096-1270 seneleri
arasında, Müslümanlara karşı düzenlenen Haçlı seferleri sonucunda, bir takım
Lâtin devletleri kuruldu. Bunlar, Kudüs Krallığı, Kıbrıs Krallığı, Trablus
Kontluğu, Antakya Prensliği, Urfa Kontluğu, İstanbul Lâtin İmparatorluğu, Mora
Prensliği, Atina Dukalığı, Kefalonya Kontluğu, Naksos Dukalığı, Saint Jean
Şövalyeleri idi. Bu Lâtin devletleri, Türkler tarafından ortadan kaldırıldı ve
Haçlılardan hiçbir iz bırakılmadı. Fakat Haçlı seferleri, 1270 senesinde son
bulmuş değildi. Her zaman Hıristiyanlar, Müslümanlara karşı askerî kuvvet
birleşiminin yanında; siyasî, kültürel ve ekonomik alanlarda da cephe birliği
içinde olmuşlardı.
Asırlarca devam eden Haçlı seferleri sonucu, pek çok kan
döküldü ve milyonlarca insan can verdi; nice ülkeler harap oldu. Bu seferler,
dinî, siyasî, sosyal, kültürel, iktisadî birçok hâdiselere sebep oldu.
Müslümanlara karşı savaşa katılmaya teşvik için, Avrupa’da bir çok Hıristiyan
tarikatları kuruldu. Seferlere iştirak için Avrupalıların dindarına,
maceraperestine, işsiz-güçsüzüne ayrı ayrı vaadlerle propaganda yapılıp,
Müslümanların karşısında bütün bunların boş çıkması neticesinde, papalığın ve
kiliselerin otoritesi sarsıldı.
Bu seferler sonunda Hıristiyanlar, Müslümanları yakından
tanıdılar. Harp meydanlarında aslanlar gibi cesurca dövüşen Müslümanların,
aslında çok merhametli, iyiliksever, misafirperver olduklarını yakından
gördüler. Müslümanların, papazların bahsettikleri gibi olmaması, Avrupalı
Hıristiyanların daha önceki düşüncelerini değiştirdi. Papalık, bu seferlerin
masraflarını karşılamak gayesiyle, Hıristiyanların ruhanî işleri için vergi
almak âdetini çıkardı. Bulunduğu çevrenin kilisesine vergisini vermeyenler,
Hıristiyanlıktan aforoz edildi. Misyonerler faaliyetlerini artırıp, Asya ve
Afrika’da, Hıristiyanlığı yaymaya çalıştılar.
Haçlı seferlerine katılan şövalyelerin, Müslümanlar
karşısında güçsüzlüğü anlaşılınca, derebeylik idaresi zaafa uğradı. Merkezî
otoritenin hakimiyeti artıp, Avrupa’da krallık rejimi kuvvetlendi. Köle
durumundaki köylü, toprak sahibi efendilerinden arazi alarak, mal mülk sahibi
oldu. Avrupa’da aralarında büyük eşitsizlik ve adaletsizlik uçurumu bulunan
sınıflar arasındaki fark, kısmen azaldı.
Doğu sanat ve medeniyetini tanıyıp, İslamî eserlere
hayran olan Haçlılar, Müslümanlardan sanat ve teknik alanda birçok yenilikleri
ve keşifleri öğrendiler. Pek çok eseri yağmalayarak Avrupa’ya kaçırdılar. Bu
ise, Avrupa’da ilim ve tekniğin gelişmesine sebep oldu.
Müslümanlardan kâğıt ve pusulayı da öğrenen Haçlılarda
gemicilik çok gelişti. Venedik, Cenova, Marsilya, Pisa gibi Akdeniz
limanlarının önemi artıp, ticarî faaliyetler hız kazandı. Bu şehirler, serbest
bölgeler mahiyetini alıp, Batı ve Doğunun ticareti gelişti.
Haçlı seferleri neticesinde Müslümanlar, Bizanslılar ve
Yahudiler çok zarar gördü. İslâm ülkeleri ve devletleri harap oldu. Yüz
binlerce Müslüman; Anadolu, Mısır, Suriye ve özellikle Kudüs’te kılıçtan
geçirilip, yerleşim alanları yağmalanarak yakılıp yıkıldı. Kadınlar ve çocuklar
bile hunharca öldürüldü. Haçlıların kılıcından sadece Müslümanlar değil,
Yahudiler, özellikle Ortodoks Bizans da nasibini aldı. İstanbul’un zenginliğine
hayran kalan Latin Katolikler, şehrin sanat eserlerini zengin olmak hırsıyla
yağmaladılar. Ortodoks ahaliye saldırıp mal, can ve ırzlarına ziyadesiyle zarar
verdiler. İstanbullular, şehri terk etmek zorunda kaldı. Haçlı zulmü o kadar
arttı ki, asırlardır İstanbul’da bulunan Bizans İmparatorluk tahtı, şehirden
çıkarılıp,önceden Türkiye Selçukluları Devletinin başşehri olan İznik’e
taşındı. Bizanslılar, 1261 senesinde İstanbul’u Haçlılardan geri aldılar.
Haçlı seferleri sonucunda, İslâm medeniyetini tanıyan
Avrupa’da, ilim ve teknikte gelişmeler olup, merkezî otoritenin kuvvetlenmesi
yanında, Müslümanlara karşı asırlarca devam edecek askerî, siyasî, iktisadî ve
kültürel politikanın da tespit edilip, safha safha tatbikine sebep olmuştu.
TAPINAKÇILARIN ŞİFRESİ
Papa II. Urbano'nun çağrısı üzerine toplanan 1. Haçlı
ordusu 1099 yılında Kudüs'ü aldı. ve Kudüs'ü 88 yıl Hıristiyanlar yönetti.
Kudüs 1187 yılında Selahaddin Eyyübi geri aldı. İşte bu yıllarda Haçlılar
"Mukaddes topraklarda" hızla örgütlendi. Bu örgütler arasında gönüllü
kuruluşlar da vardı. Bunlardan biri de 1118'de kurulan Mesih'in Fakir Şövalyeleri
adlı örgüttü.
Kurucusu ise Fransız asilzadelerinden Hugues de Payns'dı.
Bu gönüllü kuruluşun amacı, Kudüs'e giden yolları savunmak ve Kudüs'ü ziyaret
edecek olan Hıristiyan hacıları korumaktı. Yani hem dini hem de askeri misyonu
vardı. 1125 yılında Kudüs'ün yeni Hıristiyan kralı, Hazret-i Süleyman'ın
mabedinin bulunduğu yer olarak bilinen Mescidü'l-Aksa'yı bu örgüte tahsis etti.
Bu olaydan sonra örgüt, Mabed Şövalyeleri adını aldı ve hem dini hem de askeri
bir tarikat olarak resmen tanınması için Papalık makamına başvurdu. Bu istek
Papalık tarafından 1129 yılında kabul edildi.
Tapınakçılar, ilk dönem Hıristiyanları ve Kudüs
Havarileriyle ilgili çok gizli belgeleri hakkında çok gizli belgeleri ele
geçirerek, Papalığa şantaj yapmaya başladı. Hz.Süleyman mabedinde yapılan
kazıda buldukları dökümanlar, O zamanın kiliselerine anlatıldı. Hz. İsa’nın
Tanrının oğlu olmadığı, tevhid inancını getirdiği, Yahuda’nın aslında Hz.
İsa’ya bilinçli olarak ihanet ettiği ve çıkarıldığı mahkemeye Hz. İsa’nın
mektubunu sunduğu ve asla Mecdelli Meryem ile evlenmediği belgelerde açıkca
yazıyordu. Mecdelli Meryeme fahişe iftirası atılmıştı.
Pavlus’un gerçek hain olduğu ve dini tahrif ettiğini
Tapınakçılar öğrenmişti.
Barnaba’nın yiğeni Markos, kutsal kaseyi elinde
bulunduran Barnaba’nın tevhidi korumak hususunda özel bir misyona sahip
olduğunu Kudüs Kilisesine bir mektubunda yazmıştı.
Bütün bu sırlar, Roma’nın siyasileştirdiği Hıristiyanlığı
toptan tehdit edecek güçteydi. Ayrıca Kudüs Cemaati Lideri Yakup, dinde ruhban
sınıfı olmadığını, herkesin günah işleyebileceğini ve Allah’ın günahları
aracısız tevbe ile affedeceğini yazmıştı. Bu belgelerin ortaya çıkması halinde
ortada Hıristiyanlık diye bir din kalmayacaktı. Başka bir belgede, iddiaya göre
Hz.İsa'nın geri döndükten sonra evleneceği ve Sarah adında bir kız çocuğu
olduğu yazılıydı. Aramiceden Grekceye çevirirken bu belge evlendi ve çocuk
sahibi oldu diye geçirildi veya öylesi işlerine geldi. Kilise bu belgelere
şiddet ile karşı çıkıp belgelerin yok edilmesine karar verdi. Ancak Hugues de
payens komutanlığında olan Tapınakçılar, Litvanya’da Cathar'lara sığındı.
Ellerinde son kalan kutsal emanetleri korumak için 12 Tapınakçı İllumunati ve
Cathar gurubu, özgün masonları kurdu.
Mabed Şövalyeleri'ni oluşturanlar zamanın aydın asilzadeleriydi.
Bu sırları korumak karşılığında önceleri papalıktan özel statü almışlardı. Bu
nedenle sadece Kudüs ve civarında değil, güney Fransa ve Paris'te de kısa
sürede örgütlendiler. Bunun için gerekli parayı da Avrupa ile Ortadoğu
arasındaki ticarete aracı olarak elde ettiler. Çek ve kredi mektubunu ilk defa
uygulamaya koydular. Bu uygulama sayesinde Ortadoğu'ya mal almaya giden
Avrupalı tüccarlar yanlarında para taşımadıkları için korsanlara ya da
eşkıyalara karşı kendilerini güvende hissediyorlardı.
Mabed Şövalyeleri ayrıca bankerlik ve ticarete de el
attılar. Öyle ki Fransa kralının resmibankacısı oldular, hatta krala borç verme
konumuna geldiler. Bu örgütün Ortadoğu'da başarılı olmasının bir nedeni de
verdikleri sözde durmaları ve dürüst olmalarıydı. Bu özellikleri sayesinde Arap
tüccarlar arasında itimat sağladılar.
Mabed Şövalyeleri, Hasan Sabbah'ın Haşhaşiler örgütü ile
de temas kurdular. Bu temas sayesinde de bir örgüt olarak nasıl gizli
kalacakları ve örgüt üyelerinin birbirlerini tanımak için işaretleşme kodu
kullanmaları hakkında fikir sahibi oldular. Antik Mısır ve ezoterik dönemlere
ait sembolleri arakladılar. Ve kendilerine uyguladılar. Örneğin, el sıkışırken
işaret parmağının karşısındakinin bileğine teması Mabed Şövalyeleri'nden
olduğunun parolasıydı.
Kudüs müslümanlar tarafından geri alınınca Mabed
Şövalyeleri merkezlerini Paris'e taşıdılar. Sırlı belgeleride yanlarında
götürdüler. Barnaba’ya teslim edilen kaseyi aramak artık başlıca gizli
misyonları haline gelmişti. Seine nehri kıyılarında, Louvre Sarayı'nın
yakınında yüksek bir kale inşa ettiler. Bu kale ya da mabed, ticaret ve
bankerlik faaliyetleri sayesinde gitgide zenginleşen örgütün hazinelerinin
korunduğu esrarengiz bir yer halini aldı. Örgütü, Hazret-i Süleyman'ın
hazinelerinden daha fazla zenginliğe kavuşmuştu. Bu durum sadece halkın değil,
İngiltere ile savaştan yeni çıkan ve bu örgütten aldığı borcun faizini
ödeyemeyen Fransa'nın üst düzey yetkililerinin hırslarını kamçılıyordu. Bu
durum, hazine ve adalet bakanlarını, Fransa'nın çaresiz kralı Filip'i, Mabed'in
efsanevi hazinesine elkonulması için ikna etmeye yönlendirdi.
Ancak Filip'e, Papalık makamının onayladığı ve
Hıristiyanlığa büyük hizmetleri olan bu dini-askeri tarikatın mal varlığına el
koymak hiç de kolay gibi görünmüyordu. Üstelik 1306 yılında yaptığı
devalüasyonda ayaklanan halkın öfkesinden kurtulmak için uzun süre Mabed'e
sığındığını da unutamıyordu. Fakat bakanlar, stratejiyi belirlemişti; önce bu
tarikat hakkında bir iftira uydurulacak ve Papa, tarikatı kapatmaya mecbur bırakılacaktı.
Daha sonra da Papa ile anlaşma yapılabilirdi. Papa'nın bu komploya karşı isteği
ise, Fransa'nın, şövalyelere atılacak iftiranın Vatikan tarafından resmileşmesi
için destek vermesi olabilirdi.
Kral, bakanlarının ısrarına dayanamadı ve13 Ekim 1307'de
bütün şövalyeler tutuklandı.
Suçları; dinden çıkmak, İsa'ya hakaret etmek, rezil
ayinler düzenlemek, homoseksüel olmak ve Baphomet adını verdikleri bir puta
tapmaktı. Bu ağır suçlamalar karşısında Papa'ya da tarikatı kapatmaktan başka
seçenek kalmıyordu. Fransa kralı Filip bu operasyondan umduğunu bulamadı;
Fransa'yı kalkındıracağını ümit ettiği hazineye erişemedi. Çünkü, mabedin
üstad-ı azamı, saraydaki ajanı sayesinde bu operasyonu haber almış ve tarikatın
dillere destan hazinesini gizlice başka bir yere götürmüştü. Fransa'yı dünyanın
en zengin devleti haline getireceğine inanılan bu tarikatın hazinesinin
araştırılması için her yıl örtülü ödenekten bir miktar para ayrıldı. Asla
bulunamadı.
Papa V. Clement operasyondan bir ay kadar sonra (22 Kasım
1307) Hıristiyan aleminin bütün prenslerine, yönetimleri altındaki topraklarda
bulunan tüm Mabed Şövalyeleri'nin tutuklanmasını emreden bir tebliğ yayınladı.
Tutuklanan şövalyelerin büyük bir kısmı yapılan her türlü işkenceye rağmen
suçlamaları kabul etmeyerek öldüler. Bir kısmı da işkenceye dayanamadıklarından
ve sonlarını çabuklaştırmak için suçlamaları kabul ederek idam edildiler. Papa
V. Clement, 2 Mayıs 1312'de Mabed Şövalyeleri Tarikatı'nın kapatılmış olduğunu
resmen ilan etti. Ancak kapatılma kararında suçlamaların hiçbiri yer almıyor,
sadece "kilisenin hayrına olduğu" belirtiliyordu. Tebliğde dikkat
çeken bir başka karar da, şövalyelerin bütün mallarının, Kudüs'ten beri bu
tarikatın rakibi olan Hospitalier (Misafirperver Şövalyeler) Tarikatı'na devredilmesiydi.
Bu da Filip için ikinci bir darbe oldu.
Mabed Şövalyeleri'nin üstad-ı azamı ile üç yardımcısı ise
yedi yıl sonra, 18 Mart 1314'te son kez mahkemeye çıkarıldılar. Karar, ömür
boyu hapis oldu ancak suçlamaları reddedip karara itiraz ettikleri için üstad-ı
azamı ile üç yardımcısı yakılarak idam edildiler.YENİDEN DİRİLİŞ
400 yıl yer altında yaşayan Tapınak şövalyeleri,
Rönansasın etkisiyle ortaya çıkmaya karar verdi. Illuminati, 1 Mayıs 1776 da
adam Weishaupt tarafından Bavyera-Almanya’da kurulmuştu. Weishaupt Ingolstadt
Üniversitesinde hukuk profesörü iken masonik eğilimlere (Kabbala’ya) merak
sardı ve gizli bir örgüt kurdu. Bu dönemlerde Avrupa’da masonik gizli örgüt
kurma eğilimi çok yaygındı ve 200 civarında gizli örgüt veya masonik ritüel
kurulmuştu.
İlluminati, 1779 yılında, çoğu genç soylulardan ve din
adamlarından oluşan 54 kişilik bir örgüttü ve dört Bavyera kentinde kolları
vardı. Ancak, Katolik Bavyera'da ütopik amaçlarına doğrudan ulaşma olanağını
bulamayacağını anlayan Weishaupt, önceden kurulmuş bir örgütü, Masonluğu perde
olarak kullanmaya karar verdi. Bundan sonra, Johann Bode adında bir masonun da
yardımı ile örgüt hızla gelişti ve Güney Almanya ve Avusturya'dan sonra Fransa
ve Kuzey İtalya'ya yayıldı. Goethe, Mozart, Schiller ve Herder gibi
entellektüelleri saflarına çekti. "İlluminati, gizliliğe aşırı önem veren
bir örgüttü. Üyeleri ve toplantı yerlerini klâsik adlardan oluşan kodlarla
belirlemişlerdi; örneğin, Weisthaupt'un kod adı Spartakus, Von Knigge'ninki
Philo idi, Eleusis şifresi merkez olan Ingolstadt'ı, Mısır ise Avusturya'yı
belirtmekteydi. Tarihler de bir tür şifreleme ile belirleniyordu.
Mezhep değiştirdikten sonra Katolik bir papaz olan Adam
Weishaupt tarafından organize edilen bu örgütlenme, Katolik Kilise tarafından
dışlanınca ululararası para bankerlerinin yardımına başvurdu. Fransız ihtilali
dahil bu tarihten sonra her savaş onlar tarafından çıkarıldı.
Illuminati ismi ortaya çıktıktan sonra Weishaup ve ekibi,
faaliyetlerini başka isimler adı altında sürdürdü. Weishaup, örgütlenmenin ilk
ismini Illuminati koymalarının sebebini eski pagan kültürün şeytanı Lüsiferden
ve onun manası olan ' ışıkların engelleyicisi'nden almalarıyla izah ediyordu.
Almanya’daki Illuminati daha sonra polis tarafından
dağıtılmış ve yer altına inmiş, orada pek çok örgüte kol verip, yeni örgütlerin
tohumlarını atmıştı. Illuminati’nin bir yan kolu da Yılan Kardeşliği
(Brotherhood of Serpents) idi. Tarihi antik Mısır’a uzanan en eski gizemli
örgüttü.
Daha sonra satanizme kol verecek olan Seth Rahipleri de
yılan sembolünü kullanmışlardı. Bu kol çok eskilere, Mısır’a kadar uzanırdı.
Illuminati daha sonra çok güçlendi ve 1832’de Yale Üniversitesi’nde General
William Russel ve Alphonso Taft tarafından Skulls and Bones Society olarak
kuruldu. SBS, Illuminatinin ABD’deki devamıydı. Alphonso Taft daha sonra ABD
başkanı ve SBS üyesi olan William Howard Taft’ın da babasıydı. Illuminati’nin
Gül Haç gizli örgütü ile direkt ilişkisi vardı. Gül Haç örgütü geçmişi Yahudi
ve Siyon teşkilatlarına dayanan gizli bir yapılanmaydı, Kaliforniya’yı merkez
edindi ve uluslararası olarak çalışmaya başlayarak Sion tarikatı adını aldı. Bu
gizli örgütlerin terör örgütlerinden özde pek bir farkı yoktu; terör örgütleri
bomba ve silahla terör ve anarşi yaratırken; Illimunati, SBS, CFR (Council on
Foreign Relations – Dış İlişkiler Konseyi) ve Gladyo türevi derin devlet
yapılarıyla kaos oluşturuyordu.
Anarşi ve kaosu yani Ordo ab Chao’yu (kaostan düzen) imza
yetkisi, uluslararası strateji, paranın kontrolü, borsanın kontrolü ve mafyanın
indirekt kontrolü ile yaratırlardı. Bu örgütlerin hepsi aslında birer mafya
kuruluşuydu. Illuminati, adını ve üyelerini inanılmaz bir sır gibi saklayan ve
ölümcül bir kuruluştu. Hemen her ülkeye yayıldı. ABD başkanlarının pek çoğu
İlluminati’den ya icazet alırlardı yada üyesiydiler. Bu gizli örgüte ihanet
edenlerin veya dışarı sır sızdıranların cezası kayıtsız şartsız ölümdü.
Illuminati’nin NATO ile veya Gladyo gibi yeraltı
örgütleri ile de ilişkisi vardı. İtalya’da Lucio Gelli’nin kurmuş olduğu P2
Mason Locası pek çok cinayet işlemiş, yolsuzluğa karışmış vedevlet içinde
devlet haline gelmişti; bu locada daha sonra görülmüştü ki; pek çok yargıç,
işadamı, general, politikacı ve bakan bulunmaktaydı. P2 Locası’nın arkasında
Amerikan dahil farklı ulusların istihbarat örgütleri vardı. Bu gizli
yapılanmaların nedeni Ortaçağ'da Avrupa'daki kilise baskısıydı. NATO
kullanılarak tüm üye ülkelerde kendi amaçlarına hizmet eden derin devletler
kuruldu. Türkiye’de 1953’da kurulan Türk Ergenekon, Sebataycı bir subay olan Turgut
Sunalp’a Kıbrıs’ta kurduruldu, daha sonra 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin
ardından merkezi Ankara’ta taşındı. Tüm askeri darbelerin ve derin
provokasyonların organizatörlüğünü rejimi koruma adı altında üstlendi.
Kemalizmla işbirliği yaparak Türkiye’nin gelişmesini önledi. Masonlarla
işbirliği yaparak dışarıdan verilen emirleri uygulamaya koydu.
Inglecot Üniversitesi'nde öğretim üyeliği yapan
Weishaupt, Hıristiyan dünyası tarafından dışlandıktan sonra 1770'de Lüsiferizme
yapıştı. Dünya hakimiyeti için ana planını yazdı ve Şeytan Sinangogu'na teslim
etti. Lüsiferizmi canlandırdı ve Satanik despotluğun dönemi başladı.
Weishaupt, tüm dinleri ve hükümetleri yıkıp tek elde
toplama projesini tamamladı. Deccalin şahsı manevisini örgütledi. Bu tarihten
daha sonra dinsizliği temel edinen Komünistler tarafından 1 Mayıs prensiplerini
yazdığı gün olarak kutlanmaya başlamıştı. Pek çok ülkeye İşçi bayramı
yutturmacıyla girmişti. Plana göre sistematik olarak insanları muhalif kamplara
bölerek; politik, ekonomik,sosyal, dini ve etnik ayrımcılığı körükleme
politikası izlendi. Asi güçlerin silahlandırılması ile zayıflar ve masumlar
öldürüldü, kaos meydana getirildi, dini kurumlar ve milli hükümetler
zayıflatılarak yok edildi.
Fransa Krallığı'nın zulmünden İngiltere ve Orta Avrupa'ya
kaçanlarla daha sonra bunlara katılanlar "Serbest Masonlar" adı
altında tarih sahnesine tekrar çıktılar. Son üstadlarının talimatıyla, inşa
edilmekte olan kilise ve katedrallere başvurarak hiçbir loncaya bağlı
bulunmayan duvarcı olduklarını beyan edip işe girdiler. Fransızca'da duvarcı,
"maçon" (mason diye okunuyor); bir yere bağlı olmayan, hür, serbest
ise "franc" (fran diye okunuyor) demekti. Franc-maçon da serbest
masonlar anlamına geliyordu. Serbest Masonlar'ın Fransa Krallığı'ndan intikam
almak için Avrupa genelinde örgütlenmeleri zaman aldı. 17. yüzyıldan itibaren
toplumun, sivil ve askeri idarelerin köprü başlarını tutmaya, saraylarda önemli
mevkiler elde etmeye, kralların harimine kadar sızmaya başladılar. Fransa'yı
artık başka bir hanedan yönettiği halde, ataları olan Mabed Şövalyeleri'nin
intikamını almaya kararlıydılar. İntikam sadece hanedanlardan değil, Kilise'den
de alınacaktı. İşte nesilden nesile geçen, yeminle korunmuş olan amaçları
buydu.
Duvarcı Masonlar'ın sayıları 16. yüzyıldan sonra azalmaya
başladı.Bunun bir nedeni duvarcıların, Mabed Şövalyeleri'nin bekar kalmak için
yemin etmiş dindar üyeleri olmalarıydı.
Diğer nedeni de katedrallerin ve büyük kiliselerin
inşaatlarının azalmasıydı. Çare olarak, bizzat duvarcı olmamakla birlikte Mabed
Şövalyeleri'nden miras kalan idealleri benimseyenler de "duvarcı
olarak" "Kabul Edilmiş Masonlar" unvanıyla bu hınç ve intikam
kervanına kabul edildiler.
Serbest ve Kabul Edilmiş Masonlar ilk toplantılarını
1717'de İskoçya'da yaptılar.
Amaçları başta Fransa hanedanı olmak üzere bütün
hanedanların egemenliklerine son vermek ve kilisenin gücünü kırmaktı.
Avrupa'nın her yerinde özellikle de Fransa'da pek çok Mason locası büyük bir
gizlilik içinde faaliyete geçti. Osmanlı İmparatorluğu da bu uygulamalardan
nasibini aldı. İlk mason locası 1767'de İstanbul'un Galata semtinde açıldı.
Masonların gücünü ve stratejisini iyi değerlendiren İngiltere, Hollanda, Prusya
ve Rusya kralları mason localarının kendi ülkelerinde kurulmasını destekleyip
kendileri dahi mason olarak tehlikeyi geçiştirdiler.
Serbest ve Kabul Edilmiş Masonlar, Mabed Şövalyeleri'nin
varisi olarak Fransa Krallığı'ndan ve Kilise'den intikam almak için 65 yıl
Fransız İhtilali'nin altyapısını hazırladılar.
Özellikle Paris'te pek çok yeni loca açıldı. Yazar,
filozof, bilim adamlarından vara-yoğa itiraz eden, inatçı ve saldırgan tipler
özenle seçilerek mason yapıldı.14 Temmuz 1789 günü patlakveren ihtilal 10 yıl
sürdü. Kıral ve kıraliçe idam edildi. Kilisenin mallarına el konuldu.
"Hıristiyanlıktan Arındırma Yasası" kabul edildi. Bundan böyle devlet
artık laik oldu. Takvim ve yılbaşı, Hıristiyan kökenli oldukları gerekçesiyle
değiştirildi. "Akıla tapınma" devletin resmi dini oldu. Hatta
"Tanrıça Akıl" adına Paris'te resmi ve görkemli ayinler bile düzenlendi.
Masonlar, hanedandan ve kiliseden intikamlarını
almışlardı; peki, bundan sonra neyle meşgul olacaklardı? İlk Serbest Masonlar
duvar örmedeki becerilerine göre çırak, kalfa, usta şeklinde üçlü
derecelendirmeye tabiydiler. Ancak duvarcılığın yapılamaması ve masonların
sayısını arttırmak için duvarcı olmayanların da localara kabul edilmesi, mason
idarecileri farklı ve esrarengiz stratejilere yöneltti. Masonik dereceler 3'ten
33'e yükseltildi ve 4. ila 33. derecelere felsefi derece denildi. Yani, bundan
böyle ilk üç dereceye giren Mavi Localar masonların avamına, diğer dereceleri
içeren Kırmızı Localar masonların havassına ve 33. dereceden ancak bazı
masonların girebildikleri Kara Loca da masonların hassülhavassına (yani
kaymağın kaymağına) hitap edecekti.
Ama bu kast sistemi, eşitlik ve demokrasiyi savunan
masonluğun dejenere olmasının da bir göstergesiydi.Artık masonların değişmez
idealleri de kalıplaşmıştı: 1) Masonluğun otoritesi hariç olmak üzere bütün
şahsi otoritelere karşı savaş ve bunun doğal sonucu olarak da cumhuriyetçi
idare sisteminin (masonların denetiminde kalması şartıyla) her ülkede hükümran
olması, 2) Masonluğun oluşturduğu din hariç olmak üzere dini her otoriteye
karşı savaş, 3) Büyük Fransız İhtilali'nden her yerde, özellikle de eğitimin her
kademesinde hayranlıkla sözedilmesi, 4) Her konunun laiklik, akılcılık ve
eşitlik ilkeleri içine alınmasının temini.
Mabed Şövalyeleri tarikatı da, onun varisi olan Serbest
ve Kabul Edilmiş Masonlar tarikatı da musevi-hıristiyan medeniyetinin bir ürünüydü
ve geçmişlerine, tarihlerine yönelik efsaneler de doğal olarak bu medeniyetten
doğdu.
Örneğin masonluğun kökenini gizlemeye yönelik meşhur
Hiram Usta Efsanesi gibi pekçok efsane Tevrat, Talmud, Kabala kökenli musevi
unsurlar olarak masonluğa girdi. Ancak bunlara bakıp da masonluğun, yahudiliğin
bir uydurması olduğunu söylemek hiç de isabetli değildi. Çünkü bazı localar
eski Yunan ve Mısır düşüncesinden alıntılar yapabiliyordu.
Başlangıçta yani masonluk henüz üç derecelikken dini
ritüellerin varlığından sözetmek mümkündü.
Ancak 33. dereceden masonun 1) hiçbir dini inancı
olmayan, ama 2) hangi itikat olursa olsun o itikadın samimi taraftarıymış gibi
görünmesini beceren bir insan portresi çizmesi gerekmekteydi. Gerçi Avrupa'da
hürriyet ve hayat hakları sınırlandırılmış, aşağılanmış olan musevi
cemaatlerinin, masonlar tarafından Fransız İhtilali'nin sloganı haline
getirilen Bağımsızlık-Eşitlik-Kardeşlik sloganı karşısında ümide kapılmamaları
imkansızdı. 19. yüzyılın başlarından itibaren her ülkede musevi cemaatinin
ileri gelenleri Mason Locaları'na üye oldular.
Illuminati, henüz ilk yıllarından itibaren amaçlarına
ulaşmaya başlamıştı. Bu planın yazıldığı ve uygulamaya konulduğu ilk yıllarda,
18. yüzyılda Avrupa'da Büyük Britanya ve Fransa süper güçlerdi.
Koloni savaşlarını başlatan Illuminati, Amerikan İç
Savaşını çıkartarak İngiliz imperatorluğunu zayıflatmayı başardı. Fransız
ihtilalini değişik isimlerdeki örgütleriyle organize derek Fransız
imparatorluğunu da sarstı. 1784'da Bavarian hükümeti, 1789'da planlanmış
Fransız ihtilalininin etkisini azaltarak Fransa'yı tam yıkımdan kurtardı.
Aslında 1784'da Weishaup ihtilal için talimatını vermişti. Ancak Zwack adlı
Alman yazar, kitabında Illuminati ve planınıyla ilgili tüm hikayeyi yazdı.
Kitabın kopyası Fransa'daki örgüt merkezi Robespierre'e gönderildi. Kurye,
giderken yolda yakalandı ve öldürüldü. Polis belgeleri yetkililere teslim etti.
İyi bir araştırmadan sonra Bavarian hükümeti, Weishaup'ın yeni kurduğu Mason
locası Grand Orient ve üyelerinin evlerini Fransızlara ihbar etti. Ayrıca
örgütün savaş yoluyla planladığı Fransız ihtilalini tümyapılanmasıyla sundu.
1785'de Alman hükümeti, Illuminati'yi illegal örgüt ilan etti ve Büyük Mason
locasını kapattı. ' Siparişin Orjinal Yazılımı ve Illuminati'nin Yolu' başlıklı
İngilizce makale tüm kiliselere ve Avrupa devletlerine gönderildi. Fakat örgüt
çok güçlü olduğu için bu uyarı dikkate alınmadı. En önemlisi artık Illuminati
kötü bir manaya geldiği için yer altına çekildi.
Aynı dönemde Weishaupt, gizli örgütlenme Illuminati'ye
Mavi Masonların tüm gizli örgütlenmelerin arasına sızma talimatını verdi.
İnançlarla sorunu olan masonlar, bu tarihten sonra esasen Illuminati'nin içinde
kendilerini globalcı olarak tanıtmaya başladı. Britanya'daki mason locasının
içinde yer alan Weishaupt, John Robison'u tüm Avrupa'da üstad mason olarak
davet etti. Scottish Rite'de 33. dereceden mason olan Robison, Edinburgh
üniversitesinde felsefe hocalığı yapıyor ve Royal Edinburg Toplumunun
sekreterliğini yürütüyordu. Robison, Illuminati'nin diktatörlüğüne
benimsemesede tepkisini içinde gizledi ve daha sonra Weishaupt'ın teorileri
üzerinde çalışarak uyarıcı bir kitap yazdı. ' Tüm Dinleri ve Hükümetleri Yok
Etme Teorisinin Kanıtı' başlıklı kitabının yaptığı uyarı da dikkate alınmadı.
"Günümüzde "komplo kuramı" adı verilen yaklaşım, İlluminatiler'i
suçlayan ve pek uzun bir komplocular listesi ile bağlantıda olduklarını iddia
eden makaleler, broşürler ve kitaplar dalgasının bir ürünüdür.
İlluminatilere yöneltilen suçlamaların boyutu,
aleyhlerinde yazılmış bu kitabın adından kolaylıkla anlaşılabilir:
"Avrupa'nın Tüm Hükümetlerine ve Dinlerine Karşı Komplonun Kanıtları:
Masonların, İlluminatiler'in ve Okuma Derneklerinin Toplantıları". 1967
yılında John Birch Yayınevi tarafından bir kez daha yayınlandı. İlluminatiler
bugün için de açık ve güncel bir tehlike olarak niteleniyordu. Kitap, ABD
Başkanı George Washington'a bir notla gönderilmişti.
Washington cevabi mektubunda Illuminati'nin
çalışmalarından haberdar olduğunu, amaçlarının insanları hükümetlerinden
ayırmak olduğunu yazmıştı. Tarihe Napolyan savaşları olarak geçen dönemde
Illuminati yine devredeydi. Derin bankerlerden biri Napolyon'u finanse ederken,
bir diğeri Britanya, Almanya ve diğer ülkelerdeki savaş taraftarlarını besledi.
Hepsi siparişi Illuminati'den alıyordu. Napolyon savaşlarından sonra Illuminati
arabulucu olarak sahneye çıktı.
Viyana Kongresi olarak tarihe geçen toplantıda
Illuminati, 1. sınıf devletler projesini sahneye koyarak tek dünya devleti için
önemli bir adım attı. Avrupa devletleri , kimi isyeterek kimi istemeyerek bu
plana uydu. Rusya'dan Çar, bu planı reddetti. 1917'de Çar ve ailesi öldürülerek
Illuminati intikamını aldı. Uzun soluklu, bazen yüzyıl süren projeler yapan
örgütlenme, Avrupa devletlerindeki parayı kontrol ederek egemenliğini kabul
ettirdi.
Tarihe Waterloo savaşları olarak geçen olaydan önce
bankerler Napolyon'un savaşı kazandığını yayarak İngiltere'de borsa ve
piyasalarda panik meydana getirdi. Ekonomi sıfırı vurduktan sonra bir dolarlık
hisseyi bir penyy'e satın alarak başta Britanya olmak üzere tüm Avrupa
ülkelerinde tüm paranın kontrolünü tekeline almış oldu. Viyana Kongresi'nden
sonra İngiltere'de kendilerinin patron olduğu, bugünde faaliyet gösteren yeni
bankalar açtırdı.
Weishaupt, 1830'de öldü. Ölmeden önce Illuminati
projesini yenilendiren ve globalleşmeyi sağlayacak finans çevrelerini direk ve
endirek isim ve yönetimler halinde şekillendirmiş, kendilerine çalışacak
ajanları ve grupları elit yöneticileriyle birlikte belirlemişti.
Gül ve Haç Tarikatı ve Sion tarikatı bu çok gizli
yapılanmanın birer alt koluydu. Bu tarikatın bir operatif tarafı vardı, bir de
spekülatif tarafı. Operatif kolu icraata dayalıydı.
Suikastler yapan, adam öldüren bir koldu. Dünya derin
devletleri, Gladiolar buradan türedi.
Tarikatın spekülatif kısmı Vatikan’a karşıydı. Pagan
geleneğe bağlıydılar. İlluminati, tarih boyunca iki büyük teşkilatın ortasında
yer aldı: Bir yandan Gül ve Haç, diğer yandan Mason Teşkilatı. İlk yıllarında;
bir 'entelektüeller kulübü' olmaktan öteye gidemeyen İlluminati, yıllar
ilerledikçe Baron Adolf Vön Kntgge ile işbirliği yaparak (1778) saflarına Mason
localarını da katmaya başladı. Birçok akademisyen, tüccar, entelektüel
teşkilata katıldı. Kimisi dinsel, kimisiticari, kimisi ise düşünce özgürlüğü
fikrine tav oldu. Kurucuları arasında Goethe gibi 'krema tabakasından'
insanların olduğu gizemli örgüt artık çok güçlü ve etkin bir hale gelmişti.
Örgütün sırlarına vakıf Da Vinci’de bunlardan biriydi. Kilise ve din karşıtı,
homoseksüel bir sanatçıydı. 1782¢de Masonların spekülatif kısmı bir kongre
toplayıp bu örgütün çok tehlikeli olduğunu, amaçları arasında kiliseyi, papayı,
kralları yok etmek olduğunu tartıştı.
Gerçekten de İlluminati’nin amacı Cumhuriyet ilan
etmekti. Hedefe ulaşmak için ordu komutanını, gerekirse kralı bile öldürmeyi
seçmişti. Cumhuriyet sevdalısı gözüküp ilk ulus -devlet girişimleriyle
Osmanlı’ıda parçaladılar. 'Biz ne kral, ne de Papa istiyoruz. Biz meclis ve
anayasa istiyoruz' diyorlardı. 1848'de Karl Marx, bir grup Illuminati'nin
talimat ve gözetiminde Komunizmin manifestosunu yazdı. Aynı anda Frankfurt
Üniversitesi Profesörlerinden Karl Ritter, başka bir Illuminati grubun
etkisinde karşı tezini kaleme aldı. İnsanları iki büyük kampta ayrıştıracak
ideolojik bölünme başlatıldı. Silahlandırılacak gruplar birbirini öldürecek,
yok edecekti. Ayn zamanda dini ve politik kurumlar zarar görecekti. Ritter'in
çalışması ölümünden sonra Alman Filazof Friedrich Wilhelm Nietzsche tarafından
tamamlandı. Nietzsche, ırkçılığı hortlatmış ve bunun sonucunda Nazizm doğmuştu.
1. ve 2. dünya savaşlarının malzemesi artık hazırdı. 1834'de İtalyan devrimi
lideri Giuseppe Mazzini, Illuminati tarafından seçilmişti ve devrim programı
tüm dünyaya pazarlandı. 1872'de ölümüne kadar hizmet etti, ölmeden bir kaç yıl
önce Illuminati içindeki Amerikan general Albert Pike'a bağlılığını bildirdi.
Tek dünya devleti teorisinin öncüsü Pike, Lüsiferizmin gayelerine hizmet
ediyordu. 1859-1871 arası dünya savaşları başlatma projesi üzerinde yoğunlaşan
Pike'nın kuramsallaştırdığı dünya savaşları 20. yüzyılda yürürlüğe konacaktı.
1. Dünya Savaşı Çarizmi Rusya'da bitirirken, ateist Komünizm döneminin önünü
açıyordu. Alman ve İngiliz Illuminati üyeleri savaşları organize ederken,
Rusya'da hakimiyete gelen Komünizm pek çok devlet ve zayıf dinleri yok
edecekti. 2. Dünya Savaşı, faşist ve politik siyonist kamplaşmanın ürünüydü. Bu
savaş sırasında global Komünizm kuvvet kazandı. 3. Dünya Savaşı, Illuminati'nin
ajanları olan Politik Siyonistler tarafından 11 Eylül 2001 menfur saldırısıyla
9. Haçlı seferi olarak İslam dünyası üzerinde çıkartıldı.
Hıristiyanlar ve Müslümanlar birbirini yok ederken,
ayakta kalan uluslar medeniyetler çatışmasıyla ikiye bölünecekti. Ruhsal,
fiziksel ve ekonomik travmalar, ülkeleri birbirinden ayıracaktı. Bu operasyon
sonucunda tek dünya devleti doğacaktı. Bu tek devletin diktatörü Birleşmiş
Milletler ve ABD'de Council on Foreign Relations (CFR) içinde yuvalanmış
Illuminati seçkinleri olacaktı. Orjinal Illuminati çoktan ismini değiştirmiş ve
yeni maskeler takmıştı. Aynı biçimde İngiltere'de Illumiati şekil değiştirerek
British Institute of International Affairs adını almıştı. Fransa ve Almanya'da
da Illuminati değişik isimlerle operasyonlarını yürütmeyi sürdürüyordu.
Illuminati'nin en fazla yuvanladığı merkez mason localarıydı, en etkin
oldukları ise Freemasonery idi. Tüm sırları bilenler ve bilmeyenler olarak iki
gruba ayrılmıştı. 90 yaşına yaklaşan ABD eski Dışleri Bakanı Henry Kissenger
tarafından son 30 yıldır 13 kişilik konsey ile yönetilen Illuminati, ABD’yi ve
dünyayı top gibi elinde oynatarak tek dünya ve tek din hakimiyetine doğru
ilerliyordu.
Küfrün şahsi manevesi çok güçlüydü. Küfür, inkar
milliyetçilik virüsü, modernleşme, aydınlanlanma adı altında bilimden zoraki
geliyordu. Bu devirde hakkın şahsi manevisi kurulmadan 20. yüzyılın deccaller
sürüsüne, Süfyana ve ehli dalaletin çıbanbaşı masonlara karşı durması mümkün
değildi. Ehli hakikatın şahsi maneviyesinin ahirzamanda oluşacağına kuşku yoktu
ve hakiki İsevilik temizlenerek ya tasaffi edeecek, müslümanları destekleyecek
veya Hıristiyanlık büyük bir çöküş yaşayacaktı.10. Bölüm: Barnaba İncili
Üzerinde Kopan Fırtına Kur`an, ehl-i kitaba da davet yapıyor ve `Ey ehl-i
kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed
(asm) ile Kur`an`a da iman ediniz. Ey ehl-i kitap!
İslamiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur. Size
ağır gelmesin. Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak,
itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz`
diye teklifte bulunuyordu. Tevhid’te buluşmaya çağırıyordu.
I. Jean Paul olan Papa döneminden itibaren İslamiyet
semavi bir din olarak kabul edildi.
Hazret-i Muhammed (asm) Müslümanların peygamberidir` diye
tasdik edildi. Müslümanlarla birlikte aynı Allah`a inanıyoruz` açıklamaları
yapıldı. Kateşizm denilen yeni bir metotla, 627 sayfalık bir kitapta İncil,
Kur`an`a göre yorumlandı. Kitabın başlangıcına Fatiha Suresi konuldu.
İncil`deki beyanlar, Kur`an`la teyid edildi. Üçlü tanrı
inancı Hıristiyanları tatmin etmedi. Tek Allah inancına gelindi. Allah`ı inkar
fikrine karşı Müslümanlarla diyalog ve ittifak yapıldı.
Tevhid inancına sahip ve Müslüman İsevileri ünvanını hak
eden samimi Hıristiyanlar çoğaldı.
Açıktan İslamı kabul eden ve din değiştiren ecnebilerin
sayısı gün geçtikçe arttı.
En tarihsel ve kaynakları belirtilir şekilde olayı
anlatmaya çalıştım. Hadiseyi tarihsel süreç ve kaynaklarına göre
değerlendirirsek meselenin hakikat olması yüksek ihtimal. Bununla beraber bu
Türkçeye de çevrilmiş olan Barnabas İncili’nin üzerine Hristiyan ve görünüşe
göre hala Pavlus akidesini güden insanlar bu yok etme çabasını tam olarak
yerine getiremedikleri için onu “Bilimsel bir araştırma” adı altında incelemeye
almışlar fakat gördüğüm kadarıyla içeriği hakkında herhangi bir hükmi mağlubiyet
bulamayıp tarihsel hatalar ve çelişkiler aramaya çalışmışlardır.
Kitabımızın sonuna doğru bu olaya daha fazla aksiyon
katan ve günümüzde aslında büyük çekişmeler ve sosyal buhranlar doğuracak olaya
aydınlık katacak güçte hadiseleri anlattık Yine de Barnaba İncil’ini çürütmeye
çalışan misyonerlerin birkaç itirazını ele almalıyız. Aslında bu itirazlar
tamamen ortadan kalkabilir. Çünkü bu itirazların Barnaba İncil’inin son bulunan
üç nüsnasından sonra fazla bir önemi kalmadı. Henüz tam metin ortaya çıkmasada
Hıristiyanlık dünyasını temelden sarsacak gerçekleri içinde barındırdığını
bilenler var. 1- İddiaya göre Barnabas İncilinde 20. Bölümde “İsa Galile
denizine gitti ve bir gemiye binerek Nasıra’ya gitmek için yola çıktı. Nasıra
kentine gelince gemiciler, İsa ne yaptıysa yaydılar.” 151.
Bölümde ise: “Hz. İsa’nın bindiği gemi Nasıra Limanından
uzaklaşıyor.” Yazıyor diyerekten bunun bir hata olduğunu ve bunun Ankara’dan
Adana’ya gemiyle gittim demek gibi olduğunu iddia ediyorlar. Bu hükmü verirken
Hz. İsa’nın sahile çıkma gibi bir ihtimalinin olmadığını değerlendirerek ve o
zamanki deniz ulaşımı ve limanların durumu hakkında hiçbir tarihsel araştırma
ve harita delil gösteremeden geçiştiriyorlar. 2- 119. Bölümde şekerden
bahsedildiği, 54. Bölümde altın dinardan bahsedildiğini ancak bunları o
dönemlerde henüz bulunmamış veya kullanılmayan şeyler olduğunu ileri sürerler.
Bu değerlerin kitabın tercümesi yapıldığı dönemlere ait olduğunu dikkate
almayarak abunu ileri sürerken ellerindeki metnin birkaç kez tercümeden geçmiş
eski bir tarihi eser olduğunu unutup değer ve isimlerin Kur’an-ı Kerim gibi hiç
değişmeden kendilerine gelmesini istiyorlar.3- Yine aynen bunlar gibi 121.
bölümde bir muhakeme usulüne örnek verildiğini ancak bu usulün Hz. İsa
döneminde olmadığını iddia ederler. Ancak bu tip sosyal işlerde kişiler hiç
kimsenin kullanmadığı bir usulü yapması bunun olamayacağı anlamına gelmez.
Mesela örnek olarak biz Yusuf aleyhisselam kardeşini alıkoymak için kralın
kanunu uygulamıştır. Başka olamaz diyemez.
Zira bizzat Kur’an onun öyle olması usul açısından
gerekirken onun Kralın kanunuyla hükmeden bir insan olmadığını beyan ediyor.
Usulle alakalı delilsiz bir şekilde atılan bir karalama iddiası diyebiliriz de
buna. 4- Tahta fıçılardan bahsedilmesi ancak o dönemde başka şeylerin
kullanılması gibi metinde geçen diğer araç gereçler konusunda da benzer
delilsiz iddialar vardır.
Bir-iki iddia tamamen Barnabas İncili ve diğer İncil
nüshaları arasında anlatım farklılığına yani bazi iddiaların çelişmesine
dayandığı ve bu yöntemle doğrunun tesbiti değil sadece farklılıkların
tesbitinin olabileceğini iddia ederek yer vermeye gerek duymuyorum. 5- Buna
örnek olarak; iddiada: İncile göre Hz. İsa Mesih (Tanrı’nın atadığı kral ve
kurtarıcı) olduğu defalarca belirtiliyor. Ama Barnabas’a göre bunu inkar
ediyor. Kur’an dahi en az 7 kez O’nun Mesih olduğunu ikrar ediyor.
Barnabas İncilinde:“İsa itirafta bulunup gerçeği söyledi
ben Mesih değilim.” (Barnabas 42) “İsa¼ Ben yeryüzünün tüm kabilelerinin
beklediği Mesih değilim. (Barnabas 96) Yazıyor.
Ancak bu noktada Hristiyanların anlamadığı şey bu Mesih
kelimesinin İslamda ve hakikatte tek bir kişiye münhasır kullanımı olmuyor.
Zira burada Hz. İsa’nın “tüm kabilelerin beklediği” ibaresiyle birlikte
kasteddiği Mesih ahirzaman peygamberi Rasulullah aleyhisselamdır. Zira bu onun
sıfatıdır. Mesih kelimesini ise müjdeci anlamında biz deccala dahi kullanır ve
“Mesih Deccal” deriz. Hz. İsa Mesih’dir, Rasulullah’ta kendisine göre mesihtir.
6- Hristiyanlara görede Barnabasın da bir aziz olduğunu kabul ediyorlar ancak
Pavlus’la bir çatışma veya düşünce ayrılığı içinde olduklarını ve aynı doktrini
vaaz edip savunan kişiler olduğunu yine geçerli bir delil olmaksızın
savunmaktalar. 7- Mevcut tarihsel bilgiyle emellerine ulaşamayan bu insanlar bu
sefer bu İncil nüshasını Kur’anı Kerim ile çürütmeye çalışıyorlar. Kur’an-ı
Kerim gibi olamayacak bu eserdeki çeviri sonrası anlatım hatalarını dile
getiriyorlar mesela: Barnabas İnciline göre Hz. Meryem’in doğumu sancısız
gerçekleşmiştir. Ama Kur’an-ı Kerimde Meryem Suresi 23. Ayetinde: “Doğum
sancısı onu bir hurma ağacına (dayanmaya) sevketti. "Keşke, dedi, bundan
önce ölseydim de unutulup gitseydim!" şeklinde geçmektedir. Ancak buradaki
ifade Hz. Meryemin çaresizlikle beraber o gebelik meşakkatiyle duyduğu sancının
olduğu anlamına gelir bu açıktır fakat çocuğun doğumu esnasında da sancı çekip
çekmediğini bilemiyoruz. Bu konuda net bilgi elimizde bulunmamakla beraber bu
sancı çekmediği anlamına da gelmez. 8- Barnabas İncili Yahudileri kitaplarını
tahrif etmekle suçluyor fakat o dönemde Yahudilerin kitaplarını tahrif
ettiklerine dair bir delil bulunmadığını. Bunu Kur’anında bildirdiğini ve Hz.
Peygamberin dahi kendi zamanındaki Tevrat ve İncilin
hakiki metinler olduğunu bildiğini ileri sürerek bir iddia ve iftirada bulunuyorlar.
Halbuki sahiplendikleri İncil metni akaidi İslama ters ve aykırı olduğu halde
bir peygamber nasıl bunun tahrif edilmemiş olduğunu söyleyebilir.9- Son olarak
iddialarının sonunda şöyle demektedirler: “Bu tür hatalar o kadar çoktur ki
tarafsız müslümanlar Barnabas İncili’nin 16. yüzyıla ait sahte bir eser
olduğunu açıkça itiraf etmişlerdir. Örneğin Pakistanlı Dr. Gulam Cilani Bark,
Ağustos 1975’de Lucknow şehrinde basılan “Al-Furkan” dergisinin 48. sayfasında
şunları yazmıştır; “Hristiyanlar eldeki İncil-i Barnaba’nın hakiki olma
iddiasını çürütmüşlerdir. Buna göre eserin hakiki olma iddiası ancak Hz.
Muhammed’in zamanından önce yazılmış bir kopyası ortaya çıkınca doğrulanabilir.
Bu şimdiye kadar mümkün olmamıştır.” O halde bu Barnaba İncili tamamen uydurmadır
diyorsunuz ve tarihini veriyorsunuz. O zaman İznik konsülünde karşılık olarak
kabul ettiğiniz Pavlus ekolünün nüshalarına karşılık tuttuğunuz ve tarih
kitaplarında geçen bu İncil nüshası neyin nesi. Bence trajikomik bir çıkmaz.
Her ne kadar bu İncil tamamen sahtedir diyen bir müslüman
alim tanımasam da, müslümanlar her zaman ne tamamen inanıp nede tamamen inkar
etmektedirler. Tahrif edilebilir.
Zira artık İslam şeriatı geldikten İncil’de müjdelenen
tüm kabilelerin peygamberi olacak Mesih Rasulullah aleyhisselam vardır. Ve
Hristiyanların kabullendikleri Pavlus ekolündeki İnciller tahrif edilmiştir.
Peki bizim bu incelememiz madem öyle niyeydi? Madem ne
inanıp ne inkar edecektik niye bu kadar kurcalıyoruz meseleyi? Onunla amel
etmek için mi? Hayır. Buradaki çabamızın sebebi biraz ileride anlaşılacak
zannediyorum. Zira belki inanışıma göre ahirzamanda Mesih Hz.
İsa’nın gelişi sonrası Hristiyanların ona iman etmelerini
ve hakiki dinin aslını öğrenmeleri ve kavramalarına yardımcı olmak için onun
alametlerinin kemale erdiği şu sıralarda bunu kolaylaştıracak bazı şeylerin
vukua gelebileceğine ve gelmiş olabileceğine değinmektir.
Hasıl kelam az önce Pakistanlı Dr. Bark ne demişti:
“ancak Hz. Muhammed’in zamanından önce yazılmış bir kopyası ortaya çıkınca doğrulanabilir.
Bu şimdiye kadar mümkün olmamıştır.” Bu mümkün olamayacaktır anlamına da
gelmez. O halde şu yakın tarih olaylarını bir inceleyelim.
Barnabas İncilinin kısa hikayesi olay hakkında yazılarını
kitaplaştıran Aydoğan Vatandaşın Apokrifal isimli kitabındaki alıntılarla
kısaca şöyle geçmektedir: İncil, 1981 kışında, köylülerin avdan döndükleri bir
sırada, şimdi Şırnak sınırları içinde kalan, o vakitler Hakkari sınırları
içinde olan Uludere yakınlarında bir mağaraya girmeleriyle bulunuyor. Köpekleri
mağarada kayboluyor. Ancak sesinin çok derinden duyulması üzerine, köpeği
kurtarmak için ertesi gün uzun urgan sarkıtarak 150 metre aşağıya iniyorlar.
Burada taştan yontma bir oda içerisinde, bir lahit ve bazı eşyalarla
karşılaşıyorlar. Önce Hz. İsa Aleyhisselam'a ait bir madalyonu çıkarıyorlar. Bu
madalyonun, Paris'te bir müzede saklandığını öğrendim sonra.
Lahitin kapağının açılmasının ardından, cesedin üzerinde
İncil bulunuyor. İncil, köylülerin üzerinden, o sırada Babat Aşireti Lideri
Korucu başı Hazım Babat'ın Babası Ferhan Babat'ın eline geçiyor önce.
Ferhan Babat'ın, İncil'in tarihi değerini anlaması uzun
sürmüyor ve İncil'i satmak için girişimlerde bulunuyor. Babat'ın İncil için
istediği rakam, 280 bin dolardı. Bu parayı dönemin Malatya milletvekili İsmail
Hakkı Şengüler Bey, ödemeyi kabul etmişti. Ferhan Babat'la anlaşmaya
varılmıştı. Diyarbakır Milletvekili İhsan Arslan'ın babası Mehmet Ali Arslan
ile birlikte, İncil'i teslim almaya gittik. Ancak o sırada beklenmedik bir şey
oldu. İncil bize teslimedilemeden Jandarmanın eline geçti. 2 yıl boyunca Jandarma
karargahında saklı tutuldu.
Ardından o sırada Kemal Başer Paşa'dan alınarak
Genelkurmay Özel Harp Dairesi'nin eline geçti.
Aramice uzmanı Doç. Dr. Hamza Hocagil kısa süre sonra söz
konusu metnin Arami dilinde fakat Süryani alfabesiyle yazılmış bir İncil metni
olduğunu anlar.
Kitabın giriş kısmında; "Alemlerin Rabbi olan Allah
tarafından, Mesih'e vahyedileni, ondan duyduğum gibi 48 yıl sonra, aynen
duyduğum gibi, Demir Nüsha olarak yazıyorum. Ben Kıbrıslı Barnabas'ım"
ifadeleri vardı. Birinci yüzyıla ait otantik İncil'in ortaya çıkması tüm
dinleri ilgilendiren bir konudur. Gerek Hz. İsa'nın tarihselliğinin, gerekse de
İncil'in Kuran'la ne denli uyumlu olduğunun kanıtlanması çeşitli çevreleri
rahatsız etmektedir. Hocagil 1983 yılında Özal'ın girişimleri ve Özel Harp
Dairesi'nin kontrolünde İncil'i tercüme etmeye başlar. Ancak tercüme süreci bir
süre sonra durdurulur. Ancak İncil'in son sayfasında Aziz Barnabas'ın söz
konusu İncil'i dört nüsha olarak yazdığını fark eden Hocagil, Nahit Şenoğul
Paşa'nın yardımlarıyla bu kez diğer 3 İncil'in peşine düşer. Ardından biri
hariç diğer 2 İncil de bulunur.
Uluslar arası istihbarat örgütlerinin müdahil olduğu bu
inanılmaz olaylar dizisinde olaya karışan bazı isimler hayatını kaybeder.
İncil'lerden biri İsrail'de bulunur. İsrail nüshasını bir
Alman firmasının sponsorluğunda, İsrail Cumhurbaşkanı İsak Rabin'in torunu
Viktoria Rabin ile birlikte çıkarır. Viktoria Rabin, İncil'in gerçek
nüshalarını okuduğunda Müslüman olur. Fakat yaptığı kazı çalışmalarında 10 Emir
ve Zebur'un izini sürerken, Etiyopyalı bir zenci tarafından öldürülür.
İsrail'de bulunan İncil önce Vatikan'a satılmak istenir. Vatikan adına İncil
ile ilgili görüşmelerde bulunan Kardinal Mario, "açıklanamayan bir
sebeple" hayatını kaybeder. Olaylar, gizli bir örgütün planlaması ile çok
farklı boyutlar kazanır. İncil bu kez, bir yayınevi üzerinden Yunanistan'a
satılır.
Olay, Kıbrıs'ta bulunan güvenlik güçlerinin 1996 yılında
Kıbrıs'ta Aziz Barnabas'ın mezarını soymalarıyla farklı bir boyut kazanır.
Askerler mezardan ne almışlardır? KKTC'de soygunu araştıran Gazeteci Kutlu
Adalı, aldığı tehditlerden kısa bir süre sonra öldürülür. Veli Küçük ve başka
önemli isimlerinde bu olaya karıştıkları söylenir. Kutlu Adalı'nın eşi İlkay
Adalı cinayeti Avrupa İnsan Hakları mahkemesine götürür ve Türkiye, olayın
aydınlanması için gereken özeni göstermediği gerekçesiyle mahkum olur. Adalı
öldürülmeden kısa süre önce, Abdullah Çatlı'nın Kıbrıs'a geldiği tespit edilir.
Bugün, Aramice Uzmanı Hamza Hocagil'in Genelkurmay
Başkanlığı Özel Harp Dairesi'nde özel güvenlikli bir bölümde saklandığını iddia
ettiği nüshalar açıklanırsa, dinler tarihi başta olmak üzere, tarih yeniden
yazılacaktır.
İncil'in hem kapağına hem de sayfalardaki mürekkebe
Karbon testi, İsmail Hakkı Şengüler beyin girişimleriyle, Zürich'te özel bir
kurumda yaptırıldı. Test sonucunda, malzemenin 2000 yılın üzerinde olduğu
ortaya çıktı. Malzemenin yapımında; nişasta ve pamuk hamuru kullanıldığı da
tespit edildi. İncil'in son sayfalarında da diğer nüshaların nerede olduğu açıkça
yazıyordu.
Biri Davut Aleyhisselam'ın sarayında, Golan Tepeleri'nin
batısında, Taberiyye Gölü'nün doğu yamacında bulundu. Bu İncil de Arami dilinde
ve İbrani alfabesiyle yazılmıştı.
Star Gazetesi yazarı Aziz Üstünel bu meseleyi
araştırırken bir başından geçeni şöyle dile getiriyor:Şimdi, ben oturmuş, bu
Barnabas İncil’i, Kıbrıs’ta soyulan mezar diye yazarken, telefon çaldı.
Arayan Batman Başsavcısı Sayın Mustafa Peker. Olayla çok
yakından ilgileniyor!
Neden mi?
Barıştepe Köyü Moriyakup Kilisesi Rahibi Edip Gabriyel
Savcı’nın kaçırılmasını hatırlıyor musunuz? Bu Rahip, çevrede çok sevilen
sayılan bir kişi... Kaçırıldıktan bir süre sonra serbest bırakılıyor.
Ancak, Barnabas İncili’ni çeviren Prof. Hamza Hocagil’le
bir ilişkisi var mı? Onunla görüşmüş mü? Çünkü Süryani alfabesini çok iyi
biliyor Rahip Efendi. Belki Aramice’yi de... Acaba kaçırılmasıyla bu işlerin
bir ilgisi var mı? Rahip Efendi hiç girmiyor bu konulara!
Tabi İncil’in serüveni, Hamzagil’in anlattıkları ve Özel
Harp Daire’sine rahmetli Turgut Özal’ca gönderilmiş olması, Kıbrıs’ta talan
edilen mezar, ölen Kardinal Maro, öldürülen Gazeteci Kutlu Adalı, Ergenekon
bulaşıklığı falan derken... Bu kez de Profesör Dr Hamza Hocagil’e
ulaşılamamakta! Bostancı’da bir adresi var... Ama Sayın Savcı burada bulamıyor.
Yine incille alakalı Ülke Tv’de Turgay Gülerin sunduğu
Sıradışı programındaki anlatılanlar Aziz Üstünel’in açıklamalarına biraz netlik
kazandırıyor.
Prof. Hamza Hocagil, 1981 yılında Uludere’de bir mağarada
bulunan Barnabas İncili’ni gören ve okuyan tek kişi.
Herkesin aradığı ancak Turgay Güler’in bulup canlı yayına
çıkardığı Hocagil, Sıradışı’nda çok çarpıcı iddialar gündeme getirdi.
Barnabas’a dokunduğu günden bu yana ölüm tehditleri
aldığını, bu yüzden soyadını değiştirmek zorunda kaldığını söyleyen Hocagil,
bir buçuk yıl öncesine ait şok bir bilgi verdi.
Hocagil, bir buçuk yıl önce Mardin Midyat’ta jandarma
tarafından üç gün boyunca alıkonulduğunu söyledi.
Tuhaf rastlantı, Hocagil’in alıkonulduğu günlerde, Mor
Yakup Kilisesi rahibi Edip Gabriel Savcı da kaçırılmıştı.
Turgay Güler bu gece Sıradışı’nda rahip Savcı’ya
telefonla ulaştı. Savcı’nın Sır dolu kaçırılma öyküsünü anlattı.
Programa telefonla bağlanan Mor Yakup Kilisesi rahibi
Edip Gabriel Savcı, kaçırılmasında Barnabas İnciliyle ilgisinin olmadığını
kendisini para koparmak için kaçırdıklarını belirtti. Rahip savcı kaçıranların
kendisine İncil veya başka hiçbir konudan bahsetmediklerini istediklerini
aldıktan sonra da serbest bırakıldığını söyledi. Buna kimse inanmadı.
Rahip Savcı, Barnabas İncili'nin incil olarak kabul
edilemeyeceğini belirterek Hırıstiyanların inancında bu incilin yerinin
olmadığını belirtti. Rahip Savcı, bu incille ilgili iddialara da katılmadığını
belirtti.
Rahip Savcı bu incilin Cebrail tarafından indirilip
indirilmediği iddialarına da Barnabas tarafından yazılan İncil olmadığını
belirterek cevap verdi.Daha sonra bu programa Star Gazetesi yazarı Aziz Üstel
ile Müfit Yüksel katıldı.
Aziz Üstel, olayla ilgili bilgilerini anlatırken bu
konuyu 'Korku İmparatorluğu’ ismi ile dile getirdi.
Üstel, Türkiye'de Turgut Özal'a ve Bülent Ecevit'e
suikast girişiminde bulunduğunu belirterek bu işe kim bulaşmışsa öldürüldüğünün
altını çizdi. Barnabas İncili'nin peşine düşen Kıbrıslı gazeteci Kutlu
Adalı'nın da öldürüldü.
Programa telefonla katılan Prof. Hamza Hocagil, 84'ün
Mayıs ayında yarım sayfasını 1989'a a kadar 19 sayfasını tercüme ettim. Müfit
Yüksel Beyin, İlkin mecmuasının Türkiye gazetesinde çıkan haberler üzerine
açıklama istemişlerdi. Ben 84-89 arasında tercüme yaptım.
Bu tercümeleri Genelkurmay'a bağlı Özel Harp Dairesi'nden
iki paşaya teslim ettim. Bana birer yaprak birer yaprak halinde vermişlerdi.
Bana bu incili getireceğini söyleyen yayıncılar bir türlü kitabı getiremediler.
Bana aynı kaynaktan 39 sayfa daha verdiler. Ancak hepsini tercüme edemedim. Ben
bana verilen sayfaların arka sayfaları da verebilirmisiniz diye ricada
bulundum.
Bana ön arkalı 4 sayfa getirdiler. Ben bana gelen
belgelerden bu incilin nerelerde bulunabileceğini öğrendim. Diğer incillerin
nerede olduğu da yazılıyordu. Bu metin biri Golon Tepeleri'nde Davut
Aleyhisselam'ın sarayında bulduk. Kazı heyetinde ben bir Alman ve bir de
İsrailli vardı. O kadın Victoria Rabin ismini kullanıyordu ama ben onun isminin
öyle olduğunu sanmıyorum.
O metni çıkardılar. orda başka şeyler de çıkardılar. 60
yaprak 120 sayfalık bir metin bulundu.
Ben bunu tercüme edebileceğimi söyledim. Ama bana
gelmedi. 3. Nüshayı Kabarat'ta bulan kişi bu nüshayı satmak için bana teklif
getirdi. Çin'den müşteri olduğunu söylediler. Ben satışa karşı çıktım.
Bana daha sonra 99-2000 yılında bir başka nüsha daha
getirildi ve tercüme yapmam istendi. Bana getirilen nüshalar çok temiz halde
idi. Ben aslını sordum. Aslını Vatikan'a sattıklarını söylediler. Ben
orjinalini görmeden tercüme edemem dedim. Bundan 2 yıl sonra aslını getireceğiz
dediler, O gelişte Mario diye bir kardinal de vardı. Ben neden almak
istediklerini sordum. Bunu alıp Vatikan'da arşive koyacaklarını söylediler.
Golan tepelerinde çıkan orjinal nüshayı gördüm, belli sayfalarının da tercümesine
başladım. Bu kitabı da 1.5 milyon dolara satılacağını söylediler. Soyadı
Taşdemir ( adı Adem) olan birisi Mario ile birlikte bunun satılacağını
söylüyorlardı. 347 bin euro'ya bu incil satılıyor. Daha sonra ordan bu incil
geri alınıyor. 1994 yılında onların istediği yerlerin tercümesini bitirdi.
Kitap 120 sayfa ben 75 sayfanın tercümesini yaptım.
Almanca ve İngilizce'ye çevirdim. Parayı elime alırım
düşüncesindeydim. Ben tercümeden para almak istiyordum.
Ben paramı isteyince, Bana soyadı Taşdemir olan kişi bu
işin içinde Tuğgeneral Veli Küçük var, bir daha para lafını etme dedi. Ben de
ondan sonra Malatya'ya gittim. Malatya'ya gittikten sonra bilgisayardan aldığım
çıktısını bahçeye gömdüm. Ben bunu tercüme ederken iki paşa benimle yanıma
almayacaksın, kopya etmeyeceksin diye benden yazı almışlardı. Bundan korktuğum
için CD ile birlikte çıktıları gömdüm.2007'de Ramazan ayının ilk günlerinde
beni iftara çağırdılar. Bana kitabı sordular, ben de haberim olmadığını
söyledim. Ondan bir iki gün sonra yanıma gelenler oldu. Ben 2007'de bahçeden o
metni çıkardım. Ben o metni Aydoğan Vatandaşa götürecektim.
Üç ayrı metin var. 1. metin Karamısır paşada idi. İkinci
metin sadece fotokopisi ve CD çıktısı vardı güvenilir değildi. Ben tercümesini
yaptığım başka bir metin vardı. Karbon 14 yöntemi ile tercümesini yapalım.
Orjinalleri aynı. Kitabın orjinali de ceylan derisi üzerine yazılmış bir metin.
Ben bunun ciddi olarak tercüme edilmesini istiyordum. Ben
çalışmaların noktalanmasından yanaydım. Eşimin rahatsızlığı yüzünden uzun
süredir kitapla ilgili çalışma yapamıyordum. Bu yüzden de eleştiriliyordum. 25
Kasım'da Malatya'ya gidip bahçedeki nüshaları ve CD'yi çıkardım ve Diyarbakır'a
gittim ordan da Mardin Midyat'a gittim. Midyat'a giderken askerler yolda
durdurup arama yaptılar. Askerler çanta hakkında sorular sordular. Daha sonra
başka aramalar daha yaptılar ama hep çantadaki yazılara takıldılar. Midyat
Şenlikköy'e gittim. Gece 11'de kapı çalındı. Bana yine bu yazıları sordular.
Ben de çekyatın üzerine bu yazıları yaymıştım. Beni aldılar, bütün yazıları da
toplayıp yanlarına aldılar. Beni karakol karakol gezdirdiler.
Ben 3 gün ne çantama ne ilacıma ulaşabildim, daha sonra
bana Gabrial Savcı'yı tanıyormusun diye sordular. Daha sonra beni alıp evime
bıraktılar. Daha sonra Aydoğan Vatandaş'ı aradım Galiba senin tezin doğru beni
perişan ettiler dedim. Bana bu arkadaş bu işin içinde örgütler, güçler var
demişti.
Ben bu incille ilgilenmeye başladığım süre içinde en az
4-5 kez tehdit aldım. Yanıma biri geldiğinde hemen ya aileme ya da bana
tehditler geliyordu.
Hocagil'in Jandarma Midyat'ta gözaltına alındığı zaman,
Hocagil'in bütün kredi kartları ve hesapları gözden geçiriliyor.
Barnabas İncil kitabı ne kadar eder Aziz Üstel: Bazı
incillerin ilk baskıları rakamlarla ifade edilemeycek kadar yüksektir. Bu kitap
için bahsedilen 364 bin dolar gibi rakamlar çok komik rakamlar. Bu işin için de
başka şeyler var.
Müfit Yüksel: Elde ingilizce tercümeleri bulunan Barnabas
İnciller var. Burda Cebrail aracılığı ile indirilen incil var. Bir de Hazreti
İsa'nın hayatını anlatan dökümanlar var. Burada Hazreti İsa'nın sözlerini
içeren kitaplar İncil olarak kabul edildi. Esas Cebrail kanalı ile gelen İncil
devre dışı bırakıldı. 1983 yılında bir aşiret reisi olan Timur Ağa, köpekleri
mağaraya kaçıyor orda lahitlerle karşılaşıyor. Mumyalı bir ceset ve bu yazılar
bulunuyor. 250 varaklık bir papirus bulunuyor. Dil Aramice alfabe süryanicedir.
Bunun bir sayfası Hocagil'e veriliyor. 1984 yılında köylüler bunu İstanbul'a
getirmek için yola çıktılar. Bunu tercüme edecekler ve müzeye verilecekti.
Ancak yolda iken asker haber alıyor ve yolda yapılan baskında köylüler
yakalandılar ve bu eser askerin eline geçti. Köylüler yargılandılar. Eser
kayboldu. Daha sonra dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Celal Güzel'e konu
iletildi. Güzel'in emri ile bazı adreslere gidildi ancak kitap bulunamadı. Ben
konuyu Namık Kemal Zeybek'e de ilettim ancak ondan da bir cevap alamadım. Daha
sonra Mesut Yılmaz hükümeti göreve geldi ve iş kaynadı gitti.Şu anda İncil önce
Diyarbakır Sıkı Yönetim Komutanlığı kasasında, daha sonra Dil İstihbarat
Okulu'nda şimdi de Genelkurmay'da olduğu belirtiliyor.
Barnabas İncili ortaya çıkarılsa bugün Hırıstiyan inancı
tartışmaya açılır. Kiliseler bu kitaptan geçmişte haberi var.
Aydoğan Vatandaş’ın Apokrifal isimli kitabındaki birkaç
soru cevaptan alıntı yaparak sonlandıralım: Soru: Diğerleri nerede bulundu?
Cevap: Diğer İnciller'den biri, Suudi Arabistan'ın
kuzeyinde, Tur Mağarası'nda bulundu. Bu İncil'i de Almanya'da çalışırken bir
istihkam Binbaşısı olarak tanıdığım, şimdilerde emekli olmuş bir general olan
Cemal El Ammari buldu. Bundan bir süre önce de bana iki sayfasını getirdi. Bu
İncil de, Barnabas'ın yazdığı İncil'di. Arami dilinde, Rumi alfabeyle
yazılmıştı.
Soru: Ya diğeri?
Cevap: O daha bulunmadı. Süleymaniye, Zaho taraflarında
bir yerde.
Soru: Peki Otantik Barnabas İncil'i, hala Özel Harp
Dairesinin elinde mi?
Cevap: 2000 yılına kadar orada olduğunu biliyorum. Eşref
Bitlis Paşa'nın oğlu Selahaddin, liseden sınıf arkadaşımdı. Bu vasıtayla Eşref
Paşa'ya da ulaşmıştım. Daha sonra Hayri Ündül Paşa ve HBB'den bir kameramanın
da olduğu bir sırada, hep beraber mağarada incelemelerde bulunmuştuk. Tanıdığım
generallerden edindiğim bilgilere göre; İncil, 2000 tarihine kadar hala Özel
Harp Dairesi'ndeydi. Nahit Şenoğul Paşa, Harp Akademileri Komutanı olduğu
sırada, 1997-1998 yıllarında, bana İncil'in son sayfalarını da verdi. O
sayfalarda: "O ağzını açtı konuştu. Bir daha aranızda bulunmayacağım. Sen
altını biriktirme. Onlar savaşta ölen şehitlerin; yetimlerinin ve dullarının
malıdır. Sen, herkes için gönderilmiş bir peygambersin." ayeti vardı.
Orgeneral Nahit Şenoğul Paşa'nın verdiği Barnabas
İncili'nin son sayfalarında; bu demir levhaların nasıl yapıldığı ve Davut
Aleyhisselam'ın kendi eliyle yazdığı Aramice Zebur ve Harun Aleyhisselam'ın
bakır levhalara yazdığı, On Emir'in nerede olduğuna ilişkin bilgiler de vardı.
Bu son sayfalarda bulunan bölümlerde, Barnabas'ın, 4.
nüshayı Davut Aleyhisselam'ın sarayında yazdığını anladım. İsrail eski
Cumhurbaşkanı İzhak Rabin'in torunu Viktoria Hanım ile birlikte; Davut
Aleyhisselam'ın sarayında, bir Alman şirketinin sponsorluğunda kazı yaptık.
Bu kazı sırasında hem II. İncil'i hem de On Emir'i
bulduk. Bu İncil de, Arami dilinde yazılmıştı.
Victoria Hanım, Etiyopya'dan getirilen bir Yahudi
tarafından öldürüldü. Bu olayda İsrail Gizli Servisi'nin etkisi oldu. Victoria
Hanım öldürüldüğünde, 27 yaşındaydı. Yaptığım tercümeyi okuduktan sonra,
Müslüman olmuştu.
Soru: Peki siz tehdit edildiniz mi bu olayla ilgili
olarak?
Cevap: 2003 yılında hastanede geçirdiğim kanser ameliyatı
sonrasında, İsrail Büyükelçisi tarafından tehdit edildim. Büyükelçi ve
yardımcıları tarafından, bana artık hiçbir şekilde bu konuyla uğraşmamam
gerektiği söylendi. "İncil'i tercüme etmeyeceksin" dediler.
"Aksi takdirdeilkokul diplomamı, Malatya'daki nüfus kaydını, lise kayıt
defterini, üniversite kayıtlarını, yani hayatınla ilgili tüm hayati belgelerini
sileriz" dediler.
Soru: Ama yine de tercümeyi yaptınız öyle mi?
Cevap: Evet.
Soru: Kimin için yaptınız bu tercümeyi?
Cevap: Bu tercümeyi Almanca ve İngilizce olarak yaptım.
Yunanistan'da, Markos Yayıncılık için yaptım.
Soru: Bu İncil, Genelkurmay için tercümesini yaptığınız
İncil'le aynı mıydı?
Cevap: Evet. Genelkurmaydaki İncil'in tek farkı, tefsirli
oluşuydu. Barnabas, Hakkari'de bulunan İncil'e bazı şerhler düşmüştü.
Soru: Peki Yunanistan'da bulunan Yayınevine bu İncil
satıldı mı?
Cevap: Evet. Hem de son derece düşük bir fiyat
karşısında. 60 bin dolar kadar. Bana 15 bin dolar tercüme parası verilecekti.
Ama paramı vermediler.
Soru: Kim aracı olmuştu bu alışverişte?
Cevap: Veli Küçük'ün yaveri olduğu söylenen Adem Taşdemir
adında bir arkadaş.
Soru: Peki bu İncil, İsrail'de bulunmadı mı?
Cevap: Evet.
Soru: Türkiye'ye nasıl sokuldu peki?
Cevap: Bunu Türkiye'ye sokan emekli bir üst düzey
askerdi. Kendisini, Tuğgeneralliği sırasında tanımıştım. Viktoria Hanım
kendisinden yardım istedi. Babasıyla Amerika'da beraber okumuşlar bir dönem.
Tanışıyorlardı yani. Komutan, eseri, önce İtalya'ya götürdü.
Soru: Vatikan'a mı verilecekti?
Cevap: Evet. 350 bin Avro karşılığında, Vatikan bu
İncil'i almak istedi. Ama Viktorya Hanım buna razı olmadı ve bunu engelledi. Bu
arada Kardinal Mario'nun şöyle dediğini hatırlıyorum: "Gökten İsa gelse
bile, biz sistemimizi değiştirmeyiz. Biz bu kitabı, kütüphanemize koymak için
almak istiyoruz."
Soru: Sonra ne oldu?
Cevap: Kitabı iade ettiler. Sonra bu Kitap, Yunanistan'da
bulunan bir yayınevine satıldı. Ben bu İncil'in mikrofilmlerini almayı
başardım.
Kaynak: Aydoğan Vatandaş, Apokrifal, Timaş Yy., s: 36-43,
İstanbul, 2008Yeni deliller ile birlikte bu lahit içerisinde bulunan son ve en
eski olabilecek nüshalar Hristiyan aleminde büyük bir çalkantı oluşturabilecek
nitelikte bu yüzden. Hem tarihi eser olarak hemde sansasyonel bir etki
doğurabilecek eser olarak çok önemli ve değeri farklı bir eser.
Tahminlerime göre zaten ahirzaman alametlerinin
yoğunlaştığı 1980’li yıllarda bulunan bu nüsha ortaya çıkmış ve inandığım
kadarıyla Hz. İsa’nın dönüşüyle Müslüman olacak Hristiyanların bu hareketini
teşvik edici ve kuvvetle hızlandırıcı bir hamle olarak anlaşılıyor. Zira onun
gelişiyle Hristiyanlar hakikati artık tamamen anlayıp kabullenecek ve
müslümanlarla birlik olacaklardır. Bu hakikat karşısında sürekli direnen
Yahudiler ise zor günler geçireceklerdir. Tabi bunlar tarihin son hamleleri
olabilir.
Artık bu son nüshalar ile Hz. İsa hakkındaki Hristiyan
şüphelerinin kalkmasını ve hakikati kendi aralarında da yaymalarını bekliyor ve
umuyorum.
İçlerinden zulmedenleri bir yana, ehl-i kitapla ancak en
güzel yoldan mücadele edin ve deyin ki: Bize indirilene de, size indirilene de
iman ettik. Bizim Tanrımız da sizin Tanrınız da birdir ve biz O'na teslim
olmuşuzdur. (Resûlüm!) İşte böylece sana (önceki kitapları tasdik eden) bu
Kitab'ı indirdik. Onun için, kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman
ediyorlar. Şunlardan (Araplardan) da ona iman eden nice kimseler vardır.
Âyetlerimizi, ancak kâfirler (inatları yüzünden) bile bile inkâr eder. (Ankebut
Suresi 46-47)11. Bölüm: Barnaba, Osmanlı ve Türkiye Barnaba ve Türkiye...
Kaderin bir cilvesi herhalde. Kıbrıs’ta doğan, Türkiye’de yaşayan ve ölen
Barnaba’nın ruhu ülkemizden hiç eksik olmadı. Türkler tarih botu Batı ile Doğu
kilisesi arasında kaldı. Fatih Sultan Mehmet’in Osmanlı’yı Ortadoksların
koruyucusu ilan ettiği 1453’den itibaren ise Batı Kilisesi her zaman Türkleri
Mesih karşıtı Deccalin ordusu olarak tanıdı, düşmanlık yaptı.
Osmanlı Devleti'ne ve diğer Müslüman devletlere karşı,
1364 Sırpsındığı, 1389 Birinci Kosova, 1396 Nığbolu, 1444 Varna, 1448 İkinci
Kosova, 1453 İstanbul, 1538 Preveze, 1571 Kıbrıs, 1683 Viyana Kuşatması,
Osmanlı Devletinin yıkılması ve 1919-1922 İstiklal Mücadelesinde de Haçlılar
ittifak edip, Müslümanlara karşı cephe aldılar. Hattâ Kudüs’ün Osmanlı'nın
elinden çıkması üzerine, müttefiki Almanlar, bayram yapmıştı. Batılıların geçen
asırlarda ve günümüzde, İslâm ülkelerine karşı tatbik ettikleri yayılmacılık ve
sömürgecilik hareketleri, İslâm dinine saldırmaları ve Müslümanları dinlerinden
uzaklaştırmak için yaptıkları bütün dejenerasyon faaliyetleri, geçmişteki Haçlı
seferlerinin, hâlen soğuk savaş, kültürel ve ekonomik savaş olarak devam
ettiğini gösteriyordu.
Osmanlı Devleti yerini aldığı Roma gibi, çeşitli din,
millet, dil kültürlerden oluşan Dünya İmparatorluğu olarak kurulmuştu, öyle de
kaldı. Osmanlı hem Selçuklu ile Bizans'ın, hem de Doğunun (yani Karahanlıların,
İranlıların, İlhanlıların, Arapların) devamıydı. Bizans ülkelerini fetheden
Osmanlılar, Bizans ile iç içe yan yana yaşadı, yüzyıllar süren ortaklık
boyunca, Bizans kültürü Osmanlı'dan etkilendiği gibi; Osmanlı'nın de Bizans'tan
etkilenmemesi kaçınılmazdı.
Batılı olsun, Türk olsun, tarihçiler, bu etkileşimi çoğu
kez yalnız üst yönetimde, bürokraside, devletin varlık felsefesinde aradılar.
Osmanlı bütün kültürel kaynakların yaşayan bir bileşkesiydi.
Ama kendini yenileyemedi. Bir yere geldi, durdu varlığını
yeniden yaratacak gelişmeleri izleyemediği için tükendi. Bu sonuç hemen bütün
İmparatorlukların başına gelmişti. Osmanlı Devleti, tarım ekonomisi ile savaş
(haraç) gelirlerine bağlı bir devlet olarak doğdu, öyle de kaldı.
Gelişen sömürgeci endüstri ekonomisinin boy hedefi olarak
yıkıldı. Ekonominin önemini anladı ama verimini arttıracak önlemleri alamadı.
Toprağa toprak kattı ama değere değer katamadı.
Sömürgeci değil, varlığı koruyan (Statükocu) oldu. Çok
sıkıştığında kendi insan kaynaklarını (Anadolu'yu) zorladı; toplumdan gelen
tepkilerle, ayaklanmalarla uğraştı durdu. Akdeniz'e bir süre egemen oldu. Hint
Okyanusu'na ulaştı; ama haraç için çıktığı çoğu savaşlara, denizle deryayı
ekonomik amaçla ya da ticaret maksadıyla kullanamadı. Piri Reis gibi bir
denizciyi yetiştirdi ve öldürdü; onun geliştirdiği deniz haritacılığından
faydalanamadı.
Her uygarlık, zirveye veya sona ulaştığında, kaygılanır,
öz kaynaklarını araştırmaya başlardı. Bu çaba Osmanlı'nın Tanzimat döneminde de
görülmüştü. Türk tarihi yani ilk kimlik araştırmaları da böyle başlamıştı.
Kendi köklerini arayan Osmanlı yüzyıllardır Osmanlı kimliğinde- veya
gölgesinde- yaşayan göçebe Türk'ün varlığını da böyle keşfetmişti. "Kim
kimin kimliğinde idi?"
Osmanlı mı Türk'tü, yoksa Türkler mi Osmanlıydı? Dünya
Osmanlı'yı "Türk" olarak gördü, ama Osmanlı'yı "Devlet-i
Aliyye" (Yüce Devlet veya Devletlerin yücesi) olarak adlandıran Osmanlı
Uleması, Türk ve Türkmenlere devlet yönetiminde fazla yer vermedi.
Avrupa ülkeleri, bilhassa akıl hocaları İngilizler,
planlarını hep İslam düşmanlığı üzerine kurdular: Ne yapalım da İslamiyet
zayıflasın, dolayısıyla Hıristiyanlık kuvvetlensin!.. Planlarını bunun üzerine
bina ettiler. Demokrasi, din ve vicdan hürriyeti kendileri için, yani
Hıristiyanlık için geçerliydi. Müslümanlar için böyle bir şey söz konusu
değildi. En büyük düşmanları da Osmanlı oldu. Sebebi de şuydu: İslamiyet’i,
Ashab-ı kiramdan sonra gerçek manada, en mükemmel şekilde sadece Osmanlılar
temsil etmişler ve üç kıtaya yaymışlardı. Dünyanın enbüyük Müslüman Türk
İmparatorluğunu kurmuşlardı. Türk=Müslüman olarak algılanmıştı asırlar boyunca.
Hal böyle olunca da, nasıl yeni nesli Osmanlıdan uzak
tutabiliriz hesabı yapıldı. Bu yapılmazsa gerçek İslamı öğrenirler diye
korktular. Bunun için de Abbasilerden sonraki İslam tarihini dondurdular; yok
farz ettiler. Çünkü bundan sonra, Selçuklular ve Osmanlılar dönemi geliyordu.
Bu dönemi merak edenlere karşı da devamlı karalama kampanyaları
düzenlediler. Çeşitli akıl almaz iftiralar sebebi ile de, Arap ülkelerinde ve
Türkiye’de de bu kampanyalar kabul gördü.
Bilhassa, Arap ülkelerinde Arap milliyetçiliğini
kuvvetlendirerek, asırlardır kendilerine hizmet eden Osmanlıya Arap ülkelerini düşman
ettiler. Avrupalı, Türkleri sevmedi ve sevmesi de mümkün değildi. Asırlardır
kilisenin Türk ve İslam düşmanlığı Hıristiyanların hücrelerine sinmişti.
Müslüman olduğumuz için sevmiyorlardı. Şu gerçeğin
farkındaydılar: Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmazdı. Osmanlı arşivi tam
olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekecekti.
Türkler Avrupa'nın pazarıydı, şimdi Avrupa'yı pazar yapmaya başladı. En az 400
yıl Avrupa'da enselerinde at koşturan Türklerdi. Selçuklular Anadolu'yu, Osmanlılar
ise orta Avrupa ve Balkanları Haçlı ordusuna mezar ettiler. Selçuklu ve
bilhassa Osmanlı, İslamiyet uğruna her şeyini feda etmeseydiler, İslamiyet
bugün belki sadece Hicaz'da varlığını devam ettirirdi, kaldı ki Vehhabiliği
kuranlar da, İngiliz Dominyon Bakanlığı'nın adamlarıydı. Batı her yerde
İslamiyet’i, sapık inançlara kanalize etti. Ama Osmanlı, Asr-ı Saadeti devam
ettirdi. Kilise Türklere kin kusuyordu. Türkler, gerçek hüviyetine döndüğü an
Avrupa'nın refahı ve medeniyeti yıkılırdı.
Osmanlıların hoşgörüleri, ister siyaset, ister halis
insaniyet neticesiyle meydana gelmiş olsun, Osmanlıların, yeni zaman içinde
milliyetlerini tesis ederken dini, hürriyet ilkesini siyasetinin temel taşı
olarak kabul eden ilk millet olduğu itiraz kabul etmez bir durumdu. Hıristiyan
dünyasındaki arası kesilmeyen Yahudi katliamları ve Engizisyona rağmen,
Osmanlıların idaresi altındaki Hıristiyanlar ve diğer dinlerdeki milletler
korkusuz bir şekilde ahenk ve uyum içerisinde yaşıyorlardı. Osmanlı
İmparatorluğundaki köleler, bugünün sözde özgür bireylerinden daha çok
özgürlüğe sahiptiler. Tanzimatla başlayan Avrupa hayranlığı, masonların
Osmanlı’ı üs seçmesine yol açtı.
Devlet sınırları içindeki Yahudi ve mason hakimiyetinin
farkına varan Sultan Abdülhamid, bu kirli güçlere savaş ilan etti.
Abdülhamid'in bu kararlı tutumu üzerine siyonist ve masonların tek çıkış yolu
onun iktidarına ivedilikle son vermek olacaktı. 1875 yılında Osmanlı
İmparatorluğu, tarihinde görülmedik derecede ciddi ekonomik ve siyasal bir
bunalıma girmişti. Dış borç kaynaklarının azalmasının yanısıra iç borçların
ödenmesi artık imkansız hale gelmişti. Aynı yıl Bab-ı Ali de kısmi bir ekonomik
batışı kabul etti. Mayıs 1876'da Süleyman Paşa komutasındaki Harbiye
öğrencileri, yanlarına Şeyh-ül İslamlığın medreseli öğrencilerini de alarak
Sultan Abdülaziz'i tahttan indirdiler. Darbeye, medreseli öğrencilerin katılımı
nedeniyle "Softalar Darbesi" adı verildi. Ancak darbenin sonuçları,
darbenin "softalar"ın kontrolünde olmadığını gösteriyordu. Aksine,
darbe "masonik"ti; darbeden sonra ön plana çıkarılan mason Sadrazam
Mithat Paşa, tahta mason biraderi 5. Murad'ı geçirmişti. 33. Osmanlı Padişahı
Beşinci Sultan Murad Fransız Ser Locası’na kaydolmuş ve 18. dereceye kadar
yükselmişti. Padişah 5. Murad'ın tahta çıkışı üzerine ülke mason Sadrazam
Mithat Paşa'nın kontrolüne geçmişti. Mithat Paşa'nın kafasında ise,
aydınlanmacı ve pozitivist bir temele dayanan yeni bir Osmanlı toplumu yaratma
hedefi vardı. Ancak 5. Murad'ın dengesiz kişiliği bu masonik projenin uygulamasına
izin vermedi. Padişahın aniden psikolojik rahatsızlık geçirmesi üzerine yerine
yeni bir isim aranmaya başlandı. Tek alternatif olarak görülen Abdülhamid,
Meşrutiyet'i ilan etmeyi ve bir anayasanın oluşturulmasını kabul edince 31
Ağustos 1876 tarihinde tahta çıktı.
Mason 5. Murad'ın bağlı bulunduğu İstanbul'daki Prodos
Locası'nın üstadı Kleanti Skalyeri iseAbdülhamid'in tahta çıkarılmasına büyük
tepki gösterdi. "Çırağan Vakası" olarak geçen olayda Skalyeri 5.
Murad'ı kaçırarak tahta tekrar çıkarmaya çalıştı, ancak Abdülhamid olayı
önceden haber alarak darbeyi önledi. Bu olay, Türk yakın tarihinde önemli bir
rol oynayacak olan "masonik darbe" kavramının da ilk önemli
örneğiydi.
Ancak Skalyeri'nin Abdülhamid'in istihbaratçıları
tarafından durdurulması, bu örgüt çevresinde örgütlenen gizli güçlerin bertaraf
edilmesi anlamına gelmiyordu. Aksine, Batı kültürünün büyüsüne kapılan
aydınlardan (Jön Türkler) gelen ve azınlıklardan destek bulan muhalefet, kısa
bir süre sonra Abdülhamid'in önüne büyük bir engel olarak çıktı. Çünkü
Abdülhamid dağılmakta olan İmparatorluğu ayakta tutmak için yegane çözümün
Pan-İslamizm olduğunu görmüştü ve İmparatorluk bünyesindeki tüm Müslümanları
İslam kimliği ile birarada tutmayı hedefliyordu. Bu ise, Osmanlı'nın
zaafiyetlerini İslam'ın kendisinde gören ve kurtuluşu Batı pozitivizmini ve
sekülerizmini ithal etmekte bulan Jön Türkler açısından kabul edilemez bir
durumdu. Bu muhalefet, Abdülhamid'i ve onun İslam birliği amacını baltalamak
için onyıllar süren bir çaba içine girdi. 2. Abdülhamid, karşısındaki bu
masonik cephe ile sabırlı bir mücadele yürüttü. Son derece ılımlı yürütülen
mücadelede rejim muhalifleri sadece sürgün edilmişlerdi. Yüzyılın sonunda
karşısına ilginç bir pürüz daha çıktı.
Padişahlık görevini yürüttüğü 33 sene boyunca masonlukla
büyük mücadele veren Abdülhamid'e diğer bir tepki Siyonistlerden gelmişti. 1897
yılında ilk olarak siyasi bir yapıya sokulan Siyonizmin vazgeçilmez hedefi olan
Yahudi devletinin sınırları Tevrat'ta şöyle tarif edilmişti: "Ayak
tabanınızın bastığı her yer sizin olacak. Sınırınız çölden Lübnan'dan ırmaktan,
Fırat ırmağından Garp Denizine kadar olacaktır. Önünüzde kimse duramayacak,
Allah'ın izniyle Rab size söylediği gibi dehşetinizi ve korkunuzu ayak
bastığınız bütün diyar üzerine koyacaktır."
Siyonistler kendilerine Tevrat tarafından vadedilen bu
topraklara ulaşmak amacıyla 19. yüzyıl sonlarında resmi girişimlere başladılar.
1897 yılında Basel'de yapılan 1. Siyonist Kongresi'nde Yahudi lider Theodor
Herzl, Yahudi devletinin sınırlarını şöyle açıklamıştı: Kuzey sınırımız
Kapadokya'daki (Orta Anadolu) dağlara kadar uzanır. Güneyde de Süveyş
Kanalı'na; sloganımız Davud ve Süleyman'ın Filistin'i olacaktır.
Herzl, bütün dünya Siyonistlerinin vereceği destekten
emin olarak kongrede şunları da söylemişti: Basel'de ben Yahudi Devleti'ni
kurdum. Eğer yüksek sesle söylersem bütün dünya bana güler. Fakat beş sene
içinde veya elli sene sonra herkes bunu bilecek.
Basel'de yapılan ilk Siyonist kongrede çizilen hayali
sınırlar Osmanlı İmparatorluğu'nun egemenliği altında bulunuyordu. Theodor
Herzl bu toprakları ele geçirmek için birçok kez İstanbul'a geldi. Bu yıllarda
Osmanlı İmparatorluğu'nun ekonomik olarak zor durumda olduğu biliniyordu. Herzl
Sultan Abdülhamid'in bu zor durumundan yararlanarak Filistin'i para
karşılığında ele geçirmek istiyordu. Fakat Abdülhamid'in tepkisi Theodor
Herzl'in tahmin ettiği gibi olmadı. Filistin topraklarına göz diken
Siyonistlerin Sultan Abdülhamid'den olumsuz cevap almaları, hatta saraydan
kovulmaları Siyonistlerin Abdülhamid'e olan düşmanlıklarının ilk tohumlarını
atmıştı. 1893 baharında Siyonist cemiyetin kurucusu Theodor Herzl, bu konuda
görüşmeler yapmak için İstanbul'a gelmiş, Hahambaşı Moşe Levi ile beraber
Yıldız Sarayı'nda Abdülhamid'in karşısına çıkmışlardı: "Padişahımız
hazretlerine, Yahudi kullarından bir istirham sunmaya geldik. Bu sadık
kullarınız Mukaddes Filistin'e yerleştirilmeleri için emirlerinizi bekliyorlar.
Ve bir şükran armağanı olarak beş milyon altın kabul buyurmanızı arz
ediyorlar."
Halbuki Sultan Abdülhamid, onların planlarını çoktan
haber almış ve cevabını çoktan hazırlamıştı. Sonuç; gelen heyetin saraydan
hemen kovulması oluyor, çıkarılan bir fermanla Yahudilerin Filistin'e
yerleşmeleri yasaklanıyordu. İşte masonlar ve Siyonistler bunlardan dolayı Abdülhamid'e
düşmandılar. Abdülhamid'e karşı mücadele de böyle başlamış oluyordu.
ÖnceBalkanlar karıştırılıverdi. Sırp ve Bulgar çeteleri desteklendi,
kışkırtıldı. Sonra, Taşnak komitesince plan kurdurtulup Yıldız'da Cuma
selamlığında Abdülhamid'e karşı suikast planlandı.
Suikastte Abdülhamid kurtulmuş ama birçok asker şehit
olmuştu. Bu suikastte başarısız olan masonlar-Yahudiler çalışma alanlarını
Paris'e kaydırdılar. Çünkü Paris'te birçok Jön Türk vardı.
Siyonistler Jön Türkler'e her türlü desteği vermeye başladılar.
Yayın ve diğer faaliyetleri oluşturulup Abdülhamid aleyhine kampanyalar
başlattılar. Abdülhamid'in bu kararlı tutumu üzerine Yahudilerin tek çıkış yolu
onun iktidarına ivedilikle son vermek olacaktı. Herzl "Siyonizmin
amaçlarına ulaşabilmesi için Osmanlı'nın dağılmasını beklemeliyiz"
diyordu. Bunun için de ilk hedef Abdülhamid'in tahttan indirilmesiydi.
Abdülhamid'i dış müdahalelerle düşüremeyeceğinin farkında olan Herzl, bunun
için devlet içinde güçlü bir kuruluşla işbirliği yapmayı tercih etti. Amacına
en uygun kuruluş, Jön Türk hareketinin uzantısı olan İttihat Terakki
Cemiyeti'ydi.
İttihat Terakki Cemiyeti'nde önemli bir etkiye sahip olan
grupların biri Selanik'li Yahudi kökenliler, yani dönmelerdi. Bu isimler
Abdülhamid'i devirmek için uluslararası finans çevrelerinden yardım
sağlamaktaydılar. Cemiyetin diğer bir yardım kaynağı ise Mısır Cemiye-i
İsrailiyesi'ydi. Mısır'da bulunan Yahudilerden oluşan bu cemiyet, Jön Türklerin
çıkarmış olduğu yayınların Mısır'da kolayca dağıtılmasına yardımcı oluyordu.
Devlet sınırları içindeki Siyonist ve mason hakimiyetinin farkına varan Sultan
Abdülhamid, kendine bağlı olarak kurmuş olduğu Yıldız istihbarat örgütü
vasıtasıyla masonları sıkı takibe aldı. Selanik'te bu gelişmeler olurken,
masonlardan büyük bir tehlikenin geleceğini hisseden Abdülhamid, mason
localarını denetim altına almaya çalıştı. 1894 yılından sonra localarda neler
konuşulduğu ve orada yapılan faaliyetlerin içeriği konusunda bir örgütlenme
kurmuştu. Osmanlı üzerinde güçlü etkisi olan Ser Locası, Abdülhamid'in etkili
istihbarat çalışmalarına fazla dayanamayarak kapanmak zorunda kaldı.
Abdülhamid'e muhalif grupların arasında başı İttihat
Terakki Cemiyeti üyeleri çekiyordu.
İttihatçılar tarafından astırılan bildiriler Abdülhamid'e
yapılan uyarılar niteliğindeydi. Bu bildirilerle Abdülhamid'e karşı savaş ilan
edilirken, Makedonya ve Selanik'teki Mason localarının tam desteği alınmıştı.
Abdülhamid, İttihatçıların tehditleri üzerine geri adım atmak zorunda kaldı.
Amacı gereksiz yere kan dökmemek idi. Çünkü bazı
İttihatçılar, yanlarına Balkanlar'da yaşayan azınlıklara mensup askerleri
alarak dağda kurdukları çetelerle devletin merkezleri olan Yıldız ve Babıali
üzerinde baskı yapmaya başlamışlardı. İttihatçılar tarafından küstah bir dille
çekilen telgraf neticesinde Abdülhamid'in Meşrutiyet'i ilan etmekten başka bir
ihtimali kalmamıştı.
Yıllardır kurulması düşünülen fakat sürekli olarak
Abdülhamid'in engellemeleri neticesinde başarısızlıkla sonuçlanan Büyük Türkiye
Locası çalışmaları da Meşrutiyet'in ilanı ile birlikte başarıya ulaştı.
Meşrutiyet'in ilanından sonra masonların yapmış oldukları propagandalar
sayesinde devlet kademesinde mason olmayanların Avrupa ülkelerinde itibar
görmeyeceği inancı yaygınlaşmıştı. Bu propagandalara aldananlar gecikmeden soluğu
mason teşkilatlarının gizli odalarında alıyorlardı. Önce İstanbul'da bir mason
büyük şurası oluşturuluyor sonra ilk üyeler en yüksek mason basamağına yani 33.
dereceye çıkarılıyordu. Masonluğun bu yüksek basamağına tırmanan biraderler
arasında Talat Paşa, Mithat Şükrü Bey, Karasu, Davit Kohen vardı. Bu zatları
birdenbire son basamağa çıkaran zat, Mısır Şuray-ı Ali azasından Sakanini
biraderdi. Türk masonluğunun siyon üçgenli tahtına yerleşen İttihat ve Terakki
ileri gelenleri, diğer subayları da locaya girmeye zorlayarak kendilerine
çekmeye çalışıyorlardı. İttihat Terakki, herkesi bünyesinde toplamaya
çalışmakla bir siyasi oluşum havası vermek istiyordu. 31 Mart olayının ardından
İttihat ve Terakki liderlerinden Talat Bey, masonlukta bir basamak daha çıkıyor
ve büyük üstad oluyordu. Ayrıca memleketin her yerine, Elazığ'dan Malatya'ya
varıncaya kadar İttihat Terakki kanalıyla localar açılır olmuştu. Az zamanda
yalnız İstanbul'da 24 loca açılmıştı. Bütünmemleketteki locaların sayısı 58'e
ulaşmıştı .
Abdülhamid'i düşürmek masonlar için kolay olmayacaktı ve
ancak bir darbe ile düşürülebilirdi.
Yapılacak ilk uygun zeminin hazırlanmasıydı. Sultan
Abdülhamid, hiçbir ilgisinin olmadığı 31 Mart Ayaklanması gerekçe gösterilerek
ve Şeyhüllİslam Mehmed Ziyaettin'in verdiği fetva sonucunda tahttan indirildi.
Abdülhamid'in yerine İttihatçıların güdümünden çıkmayacağı belli olan Mehmet
Reşat getirildi. 27 Nisan gecesi de Sultan Abdülhamid ve ailesi 20 saatlik bir
tren yolculuğu sonucunda Selanik'e gönderildi. Bu olaydan sonra Osmanlı'yı bir
İslam Birliği halinde ayakta tutabilmenin son fırsatı da yok edilmiş oluyordu.
Batılı devletler, ölümünü bekledikleri Osmanlı
İmparatorluğu'nun terekesinden pay kapmak için kuyruğa girmişlerdi. Birinci
Dünya Savaşı'nda bu hedeflerini daha da netleştirip, kendi aralarında gizli
andlaşmalar imzalayacak, Anadolu'da ve Ortadoğu'da paylaşım bölgelerini tespit
edeceklerdi.
Osmanlı topraklarına yönelik emperyalist emellerin
yoğunlaşmasındaki en önemli faktör, zengin petrol kaynakları idi. Ve Batılı
devletler, Osmanlı Devleti'yle ikili andlaşmalara giderek bazı imtiyazları elde
etmişlerdi. Fakat, kendi aralarında da gizli andlaşmalar yapmış, kimin, hangi
bölgede söz ve nüfuz sahibi olacağını kararlaştırmışlardı. Kâğıt üzerinde
yaptıkları paylaşım, ileride gerçekleştirmeyi hedefledikleri kesin paylaşmanın
sınırlarını belirtiyordu.
İngiliz nüfuz bölgesi ile ilgili olarak, Bağdat ve Musul
petrollerini arama ve çıkarma hususunda, uzun görüşmelerden sonra, İngiltere
ile Almanya arasında 19 Mart 1913'te bir anlaşma imzalandı.
Bu anlaşmaya göre, Türkiye Millî Bankası (Alman-İngiliz),
Shell (İngiliz) ve Deutsche Bank (Alman) ortaklığından oluşan Osmanlı Petrol
Şirketi, iki devlet arasında paylaşılıyordu.
Hisselerin %75'ini İngiliz şirketi almış, %25'i de Alman
Deutsche Bank'a bırakılmıştı. Daha sonra Osmanlı Devleti'ne yoğun baskı yapan
iki devlet, Musul ve Bağdad bölgelerinde petrol arama imtiyazını, Birinci Dünya
Savaşı'nın çıkmasından üç gün önce, 25 Haziran 1914'te almışlardı.
Emperyalist devletlerin aralarında yaptıkları
anlaşmalarla, İtalyanlara, Ege Bölgesi ve Antalya ile Konya- Kayseri çizgisine
kadar İç Anadolu'yu içine alacak şekilde, sınırları tam tesbit edilmeyen bir
bölge bırakılmıştı. Ayrıca, İtalyanların, Osmanlı toprakları üzerinde Banco di
Roma ve Triesteli Lloyd Sigorta şirketi gibi etkili kuruluşları bulunmaktaydı.
Öte yandan, Almanya ve İngiltere'nin Anadolu'daki nüfuz bölgelerinin güneyi ile
İtalyan nüfuz bölgesinin doğusunda kalan bir kesim, Avusturya nüfuz bölgesi
olarak düşünülmüştü. Manisa-Soma-Bandırma ve Bursa-Mudanya demiryollarının
geçtiği bölge ile Sivas'a kadar İç Anadolu'nun doğu-orta kesimi, Elazığ ve
Mardin yöresi, Antalya'dan itibaren Lübnan'ı içine alan bölüm ve Suriye ile
Kuzey Irak, Fransa'nın nüfuz bölgesiydi. Fransa, Osmanlı Devleti'nde toprak
kadar, ekonomik çıkarların da peşindeydi. Bu sebeple, Türkiye Cumhuriyeti
kurulduktan sonra, Türkiye'nin ekonomik bağımsızlığını kolayca kabul
edememişti.
Muhiddin Arabi, “Devleti Aliyye yıkılacak.Batıdan mavi
gözlü bir adam gelecek. Baktığı zaman karşısındaki insanı eritecek. Serbest
Fırka kuracak.
Adına da Serbest Cumhuriyet denilecek. Dünyaya milletini
tanıtacak ve 15 sene hükümdarlık sürecek” demişti. O isim Mustafa Kemaldi.
Atatürk, Tanzimattan beri ülkenin hayati kurumlarını ele
geçiren ve bütün dünyada hâkimiyetlerini hissettiren Siyonist Yahudiler ve
sabataist dönmelere rağmen, artık hiçbir hareketin başarılı olmayacağını sezmiş
ve onların yanında ve yolunda görünerek, en azından zahiri ve resmi plan da
olsa “Anadolu’yu kurtarmayı ve Türkiye Cumhuriyetini kurmayı” hedeflemişti.
Daha sonra fark edilen bu çok ince siyaset ve stratejisinde; sabataist
dönmeleri ve Siyonist Yahudileri bile uzun zaman inandıracak gerçekçi bir rol
üstlenmişti. Atatürk’ün asıl niyetini ve hedefini sezen dış güçler ve sabataist
dönmeler, O’nu mason doktorları eliylezehirleyerek, genç yaşta ölüme yollamış
ve bunu bilen Atatürk “Beni Türk hekimlerine emanet ediniz!...” diye feryat
etmeye mecbur kalmıştı.
Atatürk'ün tedavisinde kullanılmak üzere 1937 yılında
İstanbul Eczanesinden 43 kutu kinin alınmıştı. Kinin ile beraber Salygran
(civalı diüretikler)'ün de kullanıldı. Bu ilâcın kullanıldığı zamanlarda;
kronik zehirlenmelere neden oldu. Bulgar Yahudilerinden 33 dereceli Farmason
Avram Benaroyas'ın Atatürk'ün ölümü ile ilgili: "Mefkûremizi imha edici
darbe vuranların âkıbeti, feci şartlar altında ölümdür. Türkiye'nin mağrur Sarı
Diktatörü Mustafa Kemal Atatürk, 10 Ekim 1935 tarihinde Ankara'da Çankaya köşkünde
Doktor Mim Kemal Öke'ye hitaben, 'Mason cemiyetinin faaliyetini inkılâplarıma
muarı z gördüğüm için kapatılmasını elzem gördüm.
Bu dakikadan itibaren bu cemiyeti ölmüş biliniz ve
diriltmeye teşebbüs etmeyiniz' Muhtelif memleketlerde, sistemli ve metotlu bir
tarzda çalışan, bize her suretle hizmet eden 5'inci kolumuz masonlardır.
Türkiye'deki masonlar, Atatürk'e karşı gayet müşfik ve dostane vaziyet
aldıkları hâlde, mağrur diktatör yersiz vehime kapılarak yukarıda zikredilen
tarihte mason cemiyetini lağvetti. O zannetti ki; bütün muhalif ve muarızlarını
tasfiye ve bertaraf ettiği gibi masonları da tasfiyeye tabi tutmaya muvaffak
olacaktır. Fakat asla!"demişti. Karar Kremlin mason locasında alınmıştı.
Onun ölümü esrarengiz olacak ve kendine göre esrar arz edecekti. 1937 yılı
ortalarında mason bir doktor, Atatürk'e ilk darbeyi sinir organlarını zaafa
düşürmek suretiyle indirdi.
Böylelikle gösterdiği tedavi usulü, Atatürk'ün sinir
organlarını felce uğrattı. Atatürk'te zaman zaman burun kanamaları, baş dönmeleri,
istifralar, karşısındakini tanıyamazlıklar kendini göstermeye başladı. Doktor
Abravaya ve Fissenger zehirleme sürecini yakından takip ettiler.
Atatürk'ün mason doktorlar tarafından yanlış teşhis ve
tedavi neticesinde öldürüldüğü, Türkiye Genel Kurmayı’ndan gizlendi.
Mustafa Kemal, bu çözülme sürecinin hızını azaltmaya ve
dahiyane bir manevra ile hain masonları oyalamaya ve hiç değilse sınırları
belirli bir vatan parçasını kurtarmaya çalışmış ve başarmıştı. Atatürk, rejimi
cumhuriyet olan Milli bir devlet kurdu. İslam-Ümmet kültüründen süzerek milli
ve medeni bir kültür temeline oturttu. Atatürk her türlü mandacılığa ve
Batılılara dayanmanın karşısındaydı. İsmet İnönü ile aralarındaki uyuşmazlığın
esas nedeni bu noktadaydı.
İsmet İnönü mandacıydı. Tam Hürriyetten değil, dış
himayeden yanaydı. En son Hatay sorunu sırasında Atatürk’le araları tamamen
açılmış ve Mustafa Kemal, İsmet İnönü’yü Başbakanlıktan uzaklaştırmış ve
ölünceye kadar yanına yaklaştırmamıştı. Atatürk’ten sonra O’nun ölümüne sebep
olan hain güçler (masonlar ve dönmeler) tarafından İnönü hiç hesapta yokken
Cumhurbaşkanı yapılmış ve uydurduğu Kemalizm safsatasıyla Atatürk’ün başlattığı
Milli, yerli ve haysiyetli bir dönemi kapatmış, Tanzimatla başlayan çözülme
sürecine yeniden hız kazandırmıştı.
Gizli Fesad Cemiyeti, bin sene boyunca İslamiyetin ve
Kur’anın elinde şan ve şerefle şöhret bulan, şimşek gibi parlayan bir elmas
kılınç olan Türk milleti ve Türkçülük düşüncesi ve Türk ordusunu, geçici bir
dönem İslamiyetin bir kısım Şeairine (Ezan, Kur’an, İmam-Hatip, başörtüsü gibi
dinin simgelerine) karşı kullanmaya çalıştı. Fakat tam muvaffak olamadı.
Sonunda geri çekilmeye mecbur kaldı. Çünkü, kahraman ordu, dizginini
masonluğun, Siyonist ve sabataist gurubunun elinden 21. yüzyıla girerken kurtarmayı
başardı.12. Bölüm: Bediüzzaman’ın Mehdi ve Mesih Öngörüsü Kur`an, ehl-i kitaba
da davet yapıyor ve `Ey ehl-i kitap! Geçmiş olan enbiya ve kitaplara iman
ettiğiniz gibi, Hazret-i Muhammed (asm) ile Kur`an`a da iman ediniz. Ey ehl-i
kitap! İslamiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur. Size ağır gelmesin.
Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı
ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz` diye teklifte
bulunuyordu. Tevhid’te buluşmaya çağırıyordu.
II. Jean Paul olan Papa döneminden itibaren İslamiyet
semavi bir din olarak kabul edildi. Hazret-i Muhammed (asm) Müslümanların
peygamberidir` diye tasdik edildi. Müslümanlarla birlikte aynı Allah`a
inanıyoruz` açıklamaları yapıldı. Kateşizm denilen yeni bir metotla, 627
sayfalık bir kitapta İncil, Kur`an`a göre yorumlandı. Kitabın başlangıcına
Fatiha Suresi konuldu. İncil`deki beyanlar, Kur`an`la teyid edildi. Üçlü tanrı
inancı Hıristiyanları tatmin etmedi. Tek Allah inancına gelindi. Allah`ı inkar
fikrine karşı Müslümanlarla diyalog ve ittifak yapıldı. Tevhid inancına sahip
ve Müslüman İsevileri ünvanını hak eden samimi Hıristiyanlar çoğaldı. Açıktan
İslamı kabul eden ve din değiştiren ecnebilerin sayısı gün geçtikçe arttı.
Vatikan`ın yaptırdığı bir ankette, ecnebiler arasında İslamı seçmekte Risale-i
Nurların üçte bir gibi çok yüksek bir orana sahip olduğu ortaya çıktı.
Tevhid’in Hızır’ı Barnaba’nın şahsı manevisi, Said
Nursi’nin yolunun yolcusuydu. Nursi, kimdi, Barnaba taraftarları neden onun
izini, tozunu sürmek zorundaydı¼ Bediüzzaman Said Nursi, Kur`an`ın müjdeleri
ışığında hadiseleri tefsirinde, ayet ve hadislerin ihbarıyla `milyonlarla
masumların kanlarıyla yoğrulmuş` zulmün abad olmayacağını bildirmişti.
Bediüzzaman`ın ifadesiyle, `Avrupa zalim hükümetleri,
Sevr muahedesiyle alem-i İslama ve merkez-i hilafete ettikleri ihanete mukabil
yedikleri mağlubiyet tokadı`nı yediler. İki dünya savaşıyla zulümlerinin
cezasını çektiler. Zira Bediüzzaman`a göre, `sefahette ve dalalette bozulmuş ve
İsevi dininden uzaklaşmış, Deccal gibi bir tek gözü taşıyan, kör dehası ile
ruh-u beşere cehennemi bir haleti hediye eden` Batı felsefesi güdümündeki
Avrupa, bu büyümüşlük ve gelişmişlik nimetine şükretmeyip `Karun gibi şirke
düştü.` Bu yüzden günahları iyiliklerine galip gelen ve `medeniyetin bozuk
kısımı`nı esas alan `şu medeniyet-i Avrupaiye öyle bir semavi tokat yedi ki,
yüzer senelik terakkisinin mahsulünü yaktı, tahrip edip yangına çevirdi.
Bediüzzaman Said Nursi’nin geçmişte verdiği tüm bilgiler
doğru çıkmıştı. Allah'ın izniyle ahir zamana yönelik olarak verdiği tarihler ve
bilgilerde de yanılmadığına dair tüm işaretler giderek ortaya çıkıyordu.
Nursi, Hicri 13. asrın büyük müceddidiydi. Risale-i Nur
gibi önemli bir külliyat meydana getirerek Allah'ın izniyle yüzbinlerce insanın
hidayetine, imanda derinleşmelerine, iman etmeyenlerin Allah'a iman etmelerine
ve doğruyu görmelerine vesile olmuştu. Yazdığı iman kurtarma programı
milyonları etkilemiş, cennete giden yollara sevketmiş, sevketmeye devam
ediyordu. Bediüzzaman, Risale-i Nur külliyatında geleceğe dair birçok önemli
haber verdi.
Nursi'nin ileriye yönelik tahminleri kerametvari şekilde
gerçekleşmişti, Allah gerçekleşecek birçok olayı kendisine ilham etmişti.
Nursi, aya çıkılıp bir şey bulunamayacağını 1928'de yazdı,
2. dünya savaşını ve sonuçlarını Ebced hesabıyla bildirdi, 1971 yılında meydana
gelen sosyal olayları yirmi yıl öncesinden haber verdi, kendi zamanından
neredeyse 80 sene sonra vuku bulan “komünizmin yıkılması” olayını bildi,
ileride bir Avrupa Birliği'nin oluşacağını da yine önceden haber veren bir
dehaydı. Öleceği tarihi, ölümünden bir süre sonra kendi mezarının yıkılacağını
ve ayrıca bu olayın da hangi tarihtegerçekleşeceğini de 1921 yılında, Lemaat
adlı eserinde yazdığı bir şiir ile anlatmış ve şiirinde belirttiği gibi
ölümünden bir süre sonra, Hicri 1380 yılında mezarı yıkılmış ve mübarek bedeni
başka bir yere nakledilmişti.
Bediüzzaman Said Nursi, Hz. Mehdi'nin vazifelerini yerine
getireceği tarihleri Risale-i Nur'da müjdelemişti. Hicri 1327'de Şam'daki Emevi
Camii'nde on bin kişilik bir cemaate verdiği Şam hutbesinde aynen şöyle
söylüyordu: 30-40 sene sonra fen ve hakiki marifet (hüner, sanat , ilim ve
fenlerle öğrenilen bilgi) ve medeniyetin iyi ve faydalı yönlerini o üç kuvvetle
tam donatıp, gerekli ihtiyacını karşılayıp, o dokuz engelleri yenip, dağıtmak
için gerçekleri araştırma eğilimi ve insaf ve insan sevgisini, o dokuz düşman
sınıfının cephesine göndermiş Hz Mehdi; İnşaAllah yarım asır sonra onları
darmadağın edecekti.
Şam Hutbesi, Hz. Mehdi'nin görev zamanı ile ilgili net
tarihler vermiş olması açısından son derece önemliydi: 1981- 1991 yılları, Hz.
Mehdi'nin faaliyetlerine başlaması, 2001, Hz.
Mehdi'nin materyalist felsefe karşısındaki galibiyetinin
dönüm noktasıydı. 50 yıl içinde yani materyalist, Darwinist ve ateist
felsefelerin insanlar üzerindeki etkisinin 10 yıl gibi kısa bir süre içinde yok
olacağına işaret etmişti. Bu tarih ise Hicri 1421 yani 2001 yılına denk
geliyordu.
Tevbe Suresi, 32. ayeti Ebced değerinin Hicri 1424 yani
miladi 2004 yılına denk geliyordu ve bu tarih, Hz. Mehdi önderliğinde Kuran
ahlakının dünya hakimiyeti devrelerinden birine işaret ediyordu. Maide Suresi,
56. ayeti Hicri 1350 tarihini veriyor, ayetin bir cümlesinin Arapça yazılımında
yer alan baştaki “fe” harfi de hesaba katılarak ebcedine bakıldığında, bu sefer
de Ebced değeri 80 çıkıyordu. Bu miladi 2008 yılıydı, yani Hz. Mehdi
önderliğinde Kuran ahlakının tam galibiyeti döneminin başladığını anlatıyordu.
Hz. Büyük Mehdi'nin birinci görevi: Materyalist, Darwinist
ve ateist felsefelerle fikri mücadeleydi. Hz. Mehdi'nin üç büyük görevinden en
önemli ve değerli olanı delillere dayalı imanı yaymak ve iman edenleri
sapkınlıktan korumaktı. Mehdi'nin ikinci görevi: İslam birliğini sağlamaktı.
Hz. Mehdi, halihazırda çeşitli gruplar halinde dağınık olarak bulunan
Müslümanları birleştirecek, İslam ahlak ve faziletini, Peygamberimiz (sav)'in
gerçek sünnetlerini canlandıracak. bunu milyonları bulan talabeleri vasıtasıyla
yapacaktı. Hz. Mehdi'nin İslam dünyasının lideri olacak ve tüm Müslümanlar Hz.
Mehdi'yi o makama layık kişi olarak tanıyacaktı.
Mehdi'nin üçüncü görevi: Kuran ahlakını ve Peygamberimiz
(sav)'in sünnetini yeniden canlandırmaktı. Hz. Mehdi üçüncü görevini iman
sahiplerinin, Peygamberimiz (sav)'in soyundan gelen fedakar seyyidlerin ve
diğer tüm Müslümanların yardımı ve desteğiyle gerçekleştirecekti.
Peygamberimiz (sav)'den sonraki dönemlerde özellikle
materyalist dünya görüşünün etkisiyle gözardı edilen Kuran ahlakı ve Peygamber
Efendimiz (sav)'in sünnetlerinin yeniden canlandırılmasına ve uygulanmasına
vesile olacaktı.
Bediüzzaman bir başka sözünde ise Hz. Mehdi'nin üçüncü
vazifesinin İslam toplumunu birleştirmek ve Hıristiyan alemiyle ittifak yapmak
olduğunu belirtiyordu. Hz. Mehdi'nin çok geniş bir alanda yapacağı bu görevler
tüm dünyada herkes tarafından bilinecekti. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve
kuvvet ve milyonlar talabeyle fedakarlıklarla tatbik edilebilirdi. Birinci
vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymetdardı, fakat o ikinci,
üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şa'şaalı bir tarzda
olduğundan umumun ve halkın gözünde daha önemli görünecekti.
Bediüzzaman ' kışta' gelmişti, Hz. Mehdi ve
yardımcılarını “baharda gelecek kudsi çiçekler” olarak nitelendirmişti. Kendisini
ise, “bu mübarek şahsın askeri olarak tanımlamış, yapmakta olduğu hizmetleriyle
Hz. Mehdi'ye zemin hazırladığını belirtmişti. Nursi, Hz. Mehdi dışında hiçbir
müceddidin Hz. Mehdi'nin yerine getireceği üç büyük görevi birarada yerine
getiremeyeceğini vurgulamıştı. İleride Müslümanları coşturacak, onların İslam'ı
koruma hırslarını artıracaktı. 11 Eylül gibi büyük olaylar meydana gelecek ve
Büyük Mehdi, onları hak yola davetederek, Peygamberimizin unutulan sünnetini
ihya edecekti. İslam'ı koruma gayretinin artması sonucu, Hz. Mehdi'nin başa
geçmesi ile birlikte, bu kutlu şahıs insanları hak yola ve gerçeğe
yöneltecekti.
Hz. Mehdi, Bediüzzaman Said Nursi'nin sözlerinde
belirttiği özelliklere sahip olacak ve "en büyük müçtehid" olarak tüm
Müslümanlar arasında mezhep birliği sağlayacaktı. Din ahlakını Peygamberimiz
(sav)'in döneminde yaşandığı gibi özüne döndürecekti. O döneme kadar birlik ve
beraberliğini sağlayamamış olan İslam alemi, "en büyük mürşid ve en büyük
kumandan" vasıflarını taşıyacak olan Hz. Mehdi'ye kolaylıkla tabi
olacaktı. Aynı şartlar Hıristiyan alemi için de söz konusu olacaktı. Hadislerde
yer alan bilgilere göre, Hıristiyan dünyası da, ahir zamanda dağınık olacak ve
bundan dolayı ezilecekti. Hıristiyan dünyasının birlik olup İslam ahlakına yönelmesine
Hz. İsa'nın ikinci kez yeryüzüne gelişi vesile olacaktı. Allah’ın izniyle
kaderde takdir edildiği şekilde Hz. Mehdi, çeşitli hurafeler, batıl inanç ve
uygulamalarla aslından uzaklaştırılmış olan din ahlakını özüne döndürecek, Hz.
İsa ile buluşacak, yegane hak din olan İslam ahlakının yeryüzüne hakim olmasına
vesile olacaktı. Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin zuhurları, Müslüman ve Hıristiyan
dünyasında yaşanacak sorunlara çözüm olacak, tüm sıkıntılar ortadan kalkacaktı.
Tüm bunlar, Allah'ın izniyle, engellenebilecek gelişmeler değildi; kaderde
zaten gerçekleşmişti.
Peygamberimiz (sav), kaderde fiziksel özellikleriyle,
üstün ahlakıyla, yapacağı faaliyetlerle Hz.
Mehdi'yi müjdelemişti. Hz. Mehdi de kaderde ortaya
çıkmış, İslam ahlakını tüm dünyaya hakim kılmış, yeryüzüne barış, huzur ve
adalet getirmişti. Yine kaderde tüm insanlar ondan razı olmuş, Allah onun
muhabbetini tüm insanların kalbine yerleştirmişti. Hadislerde bildirildiği gibi
“uyuyan uykusundan uyandırılmamış, kimsenin kanı akıtılmadan”, fikri mücadelesiyle
Deccaliyet’i etkisiz hale getirmişti. Bazı alimler Hz. Mehdi'ye karşı çıkmış,
ancak buna rağmen Hz. Mehdi, dini tüm bidat ve hurafelerden arındırıp özüne
döndürmüştü. İstanbul’u manen fethetmiş, Hz. İsa ile biraraya gelmiş, namazda
Hz. İsa'ya imamlık yapmış, Hz. İsa'yla birlikte Hıristiyan dünyasıyla ittifak
ederek onların da İslam’a tabi olmasına vesile olmuştu. Tüm dünyada “Altınçağ”
adı verilen benzersiz bir dönem yaşanmış, Hz. Mehdi görülmemiş bir bolluk ve
bereketin yaşanmasına vesile olmuştu. İhtiyaç içerisinde olan kişi Hz. Mehdi'ye
gelmiş malı istemiş, Hz. Mehdi de ona malı saymadan bol bol vermişti.
Peygamberimiz (sav) hadislerinde, gelecekte yaşanacak olayları değil, ‘kaderde
olmuş bitmiş ve tamamlanmış olayları’ haber vermişti. Bunların her biri kaderde
olduğu için gerçekleşecekti. Bu nedenle her ne kadar ‘Hz.
İsa'yı ve Hz. Mehdi'yi beklemeye gerek yoktur’ dense de,
bu olacaktı. Bu mübarek şahıslar gelecek ve kaderde kendilerine verilen
görevlerini yerine getireceklerdi. Ahir zamanın en büyük fesadı zamanında;
elbette en büyük bir Müçtehid (içtihad eden büyük İslam alimi), hem en büyük
bir Müceddid (her yüzyıl başında dini hakikatleri devrin ihtiyacına göre ders
vermek üzere gönderilen büyük İslam alimi, yenileyen, yenileyici), hem Hakim, hem
Mehdi, hem Mürşid (doğru yolu gösteren kişi), hem Kutb-u A'zam (Müslümanların
kendisine bağlandıkları büyük evliyalardan, zamanın en büyük mürşidi) olarak
bir Zat-ı Nuraniyi gönderecek ve O Zat da Ehl-i Beyt-i Nebevîden (Peygamberimiz
(sav)'in soyundan) olacaktı.
Ahir zamanın ilk döneminde yaşanacak olan büyük kaos,
ahlaki bozulma, savaş, terör, açlık, çatışma, kargaşa ortamından, Rabbimiz iman
eden kullarını mutlaka kurtaracaktı. İslam ahlakının tüm dünyaya hakim olması
Rabbimiz'in hükmüydü, samimi ve şirk koşmadan iman eden kullarına bir vaadiydi.
Allah'ın izniyle bu hüküm, ahir zamanda Hz. Mehdi vesilesiyle gerçekleşecekti.
Allah, güzel ahlaktan uzaklaşan insanları, dejenerasyona
uğrayan toplumları doğru yola iletmek için “Mehdi” yani “doğruya götüren”
sıfatını taşıyan üstün ahlaklı bir kulunu vesile kılacaktı. Hz.
Mehdi öncelikle Allah’ın varlığını kabul etmeyen, dinsiz
felsefi sistemlerin fikri olarakçürütülmesini sağlayacaktı. Diğer yandan
İslam’ı, Kuran’da ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetinde bildirildiği şekilde
özüne döndürecekti. İslamiyet’i tüm bozulmalardan, hurafelerden arındırarak
gerçek Kuran ahlakının yaşanmasını sağlayacaktı. Ahir zamanın ilk döneminde
insanlığın içerisinde bulunduğu tüm karışıklıklara, toplumsal sorunlara, sosyal
sıkıntılara çözüm getirecek, tüm yeryüzüne barış, adalet, güvenlik, huzur,
mutluluk ve güzel ahlakın hakim olmasına vesile olacaktı. Peygamberimiz (sav)
hadislerinde, insanların dünyada ve ahiretteki kurtuluşlarına vesile olacak çok
kıymetli bir insan olan Hz. Mehdi'ye tabi olunmasını bildirmiş ve onun
döneminde yaşanacak tüm bu hayırlara işaret etmişti. . Mehdi ile aynı dönemde
yeryüzüne ikinci kez gelecek olan Hz. İsa ise, özellikle Hıristiyan ve Yahudi
dünyasına hitap edecek, onları içine düştükleri hurafelerden sıyrılıp Kuran
ahlakını yaşamaya çağıracaktı. Hıristiyanların Hz.
İsa'ya uymasıyla birlikte İslam ve Hıristiyan alemi tek
bir inançta birleşecek ve dünya “Altınçağ” adı verilen büyük bir barış,
güvenlik, mutluluk ve refah dönemi yaşayacaktı. İnsanların asırlardır özlemini
duydukları bu kutlu dönem, hadislerin işaretlerine göre yarım yüzyıldan fazla
sürecek ve Peygamberimiz (sav)'in zamanında yaşanan “Asr-ı Saadet” benzeri bir
dönem olacaktı.
İnsanlar, Hz. Mehdi ve Hz. İsa önderliğinde gerçekleşecek
olan bu kutlu dönemde, Allah'ın Kuran'da inanan kullarına müjdelediği
güzelliklerin hepsini yaşayabileceklerdi. İşte İslam ahlakı yeryüzüne hakim
olduğunda hayat da Kuran'ın tüm bu emirlerine uygun olarak son derece barış ve
esenlik dolu olacaktı. Bu ahlaktaki insanların varlığı sayesinde dünyadan
anarşi, terör, kargaşa, düşmanlık, şiddet tümüyle kalkacak, insanlar hiç
görülmemiş, cennet benzeri bir ortama kavuşacaklardı. Hz. Mehdi döneminde hiç
kan dökülmeyek, hiçbir karmaşa ve huzursuzluk çıkmayacaktı. Kuran ahlakının tüm
dünyaya hakim olması sonucunda insanlar arasındaki kin, husumet, düşmanlık gibi
duygular son bulacak, tüm yeryüzüne barış ve huzur hakim olacaktı. Hz.
Mehdi önderliğinde tüm dünyaya hakim olduğunda,
yeryüzünün su kaynaklarında da büyük bir bolluk söz konusu olacak, bu sulama
imkanlarının artmasıyla tüm topraklar görülmemiş bir şekilde bereketlenecekti.
Hz. Mehdi döneminde yaşanacak bir başka gelişme de, yeryüzündeki tüm yeraltı
zenginliklerinin ortaya çıkarılması ve bunların insanlığın refahı ve konforu
için kullanılmasıydı.
Her şeyin din ile açıklandığı ve dinin belirleyici olduğu
Ortaçağ dönemine göre, aslında Hıristiyan dünyası da Avrupa’nın on altıncı ve
on yedinci yüzyıldan itibaren yükselmekte olduğu görüntüsü altında çok ciddi
gerilemeler yaşadı. İslâmiyet’e kıyasla Hıristiyanlığın gelişmiş bir şeriata
yaslanmaması, onu Reformasyon süreciyle karşı karşıya bırakırken, tarihî
gelişmeler karşısında sürekli ‘yırtıldı. İç yapıda Hıristiyanlık
gerilemekteydi. Ortaçağ’da Avrupalı kralları Haçlı Seferlerine yönlendirerek
Papa kendi otoritesini korumuş olmasına karşılık, on sekizinci yüzyıl ve
devamında Avrupalı devlet liderleri, Papa’nın kendi üzerlerindeki otoritesini
reddetmişler ve Kilise’yi işlerinden uzakta tutmuşlardı.
Avrupa medeniyeti içinde Hıristiyanlığın geleceği, çoğu
Hıristiyan için sürpriz sayılabilecek bir sona doğru ilerliyordu. Nasraniyet ya
intifâ veya ıstıfâ edip İslâmiyet’e karşı terk-i silah edecekti.
Nasraniyet birkaç defa yırtıldı, Protestanlığa geldi.
Protestanlık da yırtıldı, tevhide yaklaştı.
Tekrar yırtılmaya hazırlanıyordu. Ya intifâ bulup sönecek
veya hakiki Nasraniyet’in esasını câmi olan hakâik-ı İslâmiyeyi karşısında
görecek, teslim olacaktı. 1962-65 yılları arasında, dünyanın hemen her
ülkesinden gelmiş bulunan Katolik Kilisesi’nin en yetkili şahsiyetlerinden iki
bine yakın delege piskoposun iştirakiyle toplanan Vatikan Konsili’nin esas
meselesi, 20. asrın sonlarında Hıristiyanlıktan oldukça uzaklaşmış bulunan
Hıristiyan âlemini, yeniden Hıristiyanlaştırma çarelerini arama olmuştu. Bunun
için Hıristiyanlık kendi kendisini yeniden gözden geçirmiş ve belki de
tarihindeki en mühim birkaç değişiklikten birini gerçekleştirmişti. “Kilise
dışında kurtuluş yolu yoktur” ilkesini esneterek, kilise dışında da kurtuluş
yolu olabileceği ihtimalini içeren önemli değişiklikler yapmıştı.Materyalizm,
nefisperestlik gibi dinsiz akımlara karşı Hıristiyanlık zaten yeterince güçlü
olmayan bir teolojiye sahip olmadığı için mü’minlerini muhafaza edemiyordu.
İslâmiyetin kapısını çalmaya ve Müslümanlarla işbirliği yapmaya mecburdular.
Şeriatı olmayan Hıristiyanlık, kendisini Hz. İsa ve Kilise duvarları arasına
sıkıştırdığından beri, Batı dünyasında toplum hayatını Adam Smith’lerin, Karl
Marx’ların, Charles Darwin’lerin ‘şeriatı’ yönlendiriyordu. Ve onların şeriatı,
Batı toplumlarını tamamen dinden uzak, dünya hayatı içinde rehbersiz, bunalımlı
ve çaresiz bir noktaya getirdi. Hıristiyan din adamları kendi toplumlarının gün
geçtikçe dinî duygu ve yaşantıdan uzaklaşmalarını çaresizce takip ederken, yaşadığı
onca karmaşaya rağmen İslâm coğrafyalarında Müslümanların hâlâ dinlerini
yaşamakta oluşlarına gıpta ile bakıyordu.
Deccal, uluhiyeti inkar fikri alemde nemrudane
yayılmıştı. Hakiki İsevi bir cemaat-i ruhaniye çıkarak Hz. İsa’nın din-i
hakikisini ortaya koymaya başlamıştı. Hz. İsa'nın (A.S.) din-i hakikisi, bütün
peygamberlerin dini olan din-i İslam’dı. Resul-i Ekrem’i (A.S.M.) ve Kur’an’ı
kabul etmeyen bir kimse bütün peygamberleri ve kitabları, dolayısıyla da Hz.
İsa (A.S.) ve İncil’i de inkar etmiş sayılırdı. İsevi cemaat batıl
Hıristiyanlık dinini terk ederek Hz. İsa'nın (A.S.) din-i hakikisi olan
İslamiyet’i kabul etmeye başlamıştı. Kur’an’a iktida ederek ve Kur’an’a ittiba
eden diğer Müslümanlarla ittifakla, bu kuvvetle dinsizlik cereyanını alemden
kaldırıp manen öldürmeye çalışıyorlardı. Hz. İsa'nın (A.S.) dini Hıristiyanlık
değildi. Hıristiyanlık ve Yahudilik peygamberlerle alakası olmayan ahbar ve
ruhbanların ihdas ettiği batıl dinlerdi.
Onlar İsevi’ydi, Hıristiyan değildi. Onlar Hz. İsa'nın
(A.S.) hakiki dinine (İslamiyet’e) tabi olan kimselerdi. Hz. İsa (A.S.) ile
alakası olmayan ve batıl olan Hıristiyanlığa tabi olmayan kişilerdi. Eski
zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız
olmakla mani oldular. Şimdi menfaatleri ve
siyasetleri buna muarız değil; belki muhtaçtılar. Çünkü komünistlik, masonluk,
zındıklık, dinsizlik; doğrudan doğruya anarşistliği doğurmuştu. Bu dehşetli
tahrib edicilere karşı, ancak ve ancak hakikat-ı
Kur'aniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilirdi.
Demokratların
bütün kuvvetleriyle bu hakikata istinad edip komünist ve masonluk cereyanına
karşı vaziyet almaları zarurîydi. Hem Amerika ve müttefiklerinin
yardımlarını kaybetmemek için
bütün kuvvetleriyle Ezan mes'elesi gibi şeair-i İslâmiyeyi ihya için mümkün
oldukça tamire çalışmaları lâzım ve elzemdi. Bütün âlem-i İslâmı arkasında
ihtiyat kuvveti yapmak ve uhuvvet-i İslâmiye ile bir milyar kardeşi
bulmak ve Amerika gibi din lehinde ciddî
çalışan muazzam bir devleti kendine hakikî dost yapmak, iman ve İslâmiyet'le
olabilirdi. 1996 senesi net kırılmanın başladığı yıldı. İki dehşetli cereyana
karşı işbirliği zamanıydı.
İsrail ve ABD’nin şahinleri masonların teşvikiyle azdığı
ve çok kuvvetli göründüğü bir sırada Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın şahsiyet-i maneviyesinden
ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur eylemeye başlamıştı. Rahmet-i İlahiyenin
semasından nüzul etmiş; hâl-i hazır Hıristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi
ederek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılmaya start vermişti. Gerçek İslâmiyet ile
birleşerek; manen Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab eylemeye yüz
tutmuştu. Din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet buluyordu. Dinsizlik
cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad
neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe
edip dağıtıyordu.
Masonların fitnesine karşı Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın
din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatıyla birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve
fedakâr bir İsevî cemaatı namı altında ve "Müslüman İsevîleri" ünvanına lâyık bir cem'iyet, o
Deccal komitesini, Hazret-iİsa Aleyhisselâm'ın riyaseti altında öldürmeye ve
Allahsızları yok etmeye doğru yürüyordu.
Dinsizlik cereyanı Müslümanları aldatmak için dindarlık kisvesinde görünüp içten tahrib etmek
plânları boşa çıkıyordu. Manevî fırtınalar yaşanmıştı, bazı dessas münafıklar
her tarafa sokuldu. İstibdad-ı mutlaka dinsizcesine taraftarken, hürriyet
fırkasına girdi; tâ onları bozsun ve esrarlarını bilsin,
ifşa etsin. Dini tebliğe çalışan muvahhid İsevî ruhanileri ve müslümanların,
çok dikkat etmeleri elzemdi.
Çünki şimal cereyanı; İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle,
İslâm ve İsevilerin ittifaklarını bozmaya çalışıyordu. Bir takım imtiyazlar vererek ve
zulümünü üzerilerinden çekerek müslümanları aldatıp, bir kısmını kendi tarafına
çekmişti. Gaflet ve dalaletin en boğucu, aldatıcı en geniş perdesi olan siyaset
yeryüzünde çirkinlikler ve gaddarlıklar meydana getirmişti. Rusya,
Avrupa’da ve Amerika'da toplum hakikî sevgiyi ve ebedi hayatı aramaya
koyulmuştu. Kur'an’ın müjde ve ebedi saadet dersleri algılanmaya başlamıştı.
İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere'nin
Kur'anın kabulüne çalışan meşhur hatibleri ve din-i hakkı arayan
Amerika'nın çok ehemmiyetli dinî cem'iyeti gibi yeryüzünün kıtaları ve
hükûmetleri Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ı bulmuş ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün canlarıyla
sarılmışlardı. Avrupa ve Amerika İslâmiyet ile hamileydi. Bir
İslâmî devlet doğurması yakınlaşıyordu. Dünya barışını sağlamaya çalışan
hakperest bazı Alman ve Amerikalılar, bütün kuvvetiyle din hakikatlarına
taraftar çıkıyordu. İslâmiyetle Asya ve Afrika'nın saadet ve sükûnet ve
musalaha bulacağına karar vermişlerdi. Dünyanın bazı kıt'aları ve devletleri de
İslâmiyet'e dehalet etmeye hazırlanıyordu. Yahudilerin azgın kısmı yeryüzünde
iki kere fesad hadisesi yapmışlardı. Buna karşı Allah, onların üzerine güçlü
kullarını musallat etmişti. Birinci fesadları ikinci cihan harbine yol açmıştı.
ikinci fesadları ise, 11 Eylül 2001 feci provokasyanı sonrası Irak ve
Afganistan’ın işgaliyle start almıştı. Allah onları birinci fesadlarından sonra
kuvvetlendirmesine rağmen ikinci fesadları
sonrası perişaniyetlerine doğru ilerliyorlardı.
İsrailoğulları devletinin geri verilmesi Allah'ın bir yardımı olmakla beraber,
aynı zamanda kendilerinin iyi çalışmalarıyla da ilgili idi. O acı terbiye ile
ilk kez güçlü kullarıyla ezdirilme ile tevbe etmişler, durumları düzelerek
güzel çalışmışlardı.
Fakat bu iyilik, devam etmeyip ikinci bozgunculukları başlamıştı. Son cezalandırma
zamanları geliyordu, kötülükleri yüzlerine çarpılıyordu, devletleri başlarına
yıkılacaktı. İkinci fesadlarına karşı cezalandırma zamanı gelince; yüzlerinizi
kötü duruma sokmak için Mescid'e (Kudüs'e) girmeleri için ve her istila
ettiklerini mahvetmeleri içindi.
Bir kısım zihinler, hala eski çağın derinliklerinde
yaşadıkları için, dünyanın ve özellikle Batı`nın/Hıristiyanlığın geçirmekte
olduğu dönüşümü kavrayamıyor, dolayısıyla diyalog meselesini anlamıyordu. Ve
körü körüne, diyalog taraftarlarına saldırıyordu. Oysa, diyalog ayrı şeydi,
taviz vermek ayrı şey. Tavizleri önlemek için Kur`an`ın emrettiği diyalog
kapısını kapamak gerekmezdi. Bediüzzaman`ın, nerede ise bir asır önce
Hıristiyanlığın dönüşümün,haber vermişiti. Şöyle ki: Papazların ve ruhanilerin
istibdadı (baskısı, aforozu) İslamiyetin inkişafına (yayılmasına) mani olmuştu.
Hürriyet fikri ve hakikati araştırma meyliyle bu mani kırıldı. Hıristiyanlık
mükerreren yırtıldı, Purutluğa/Protestanlığa geldi. Purutlukta görmedi ona
salah (kurtuluş) verecekti. Perde yine yırtıldı, mutlak dalale (sapıtmışlığa)
düştü. Bir kısmı lakin bazı yakınlaştı tevhide; onda felah görecekti.Fahr-i
Rüsul demişti ki, Hıristiyanlık dini o hakikate karşı tasaffi edecek,
hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslamiye ile birleşecek, manen
Hıristiyanlık bir nevi İslamiyete inkılap edecek... İsevilik ve İslamiyet,
ittihad neticesinde dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak. Ahirzamanda,
felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfriye ve inkar-ı uluhiyete karşı,
İsevilik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslamiyete inkılap
edecek. Hatta bazı misyonerler de, din-i İsa`nın (as) hakiki ruhanisi de o
daireye gireceklerine emareler vardı. Hıristiyanlık İslama teslim olacaktı.
Hıristiyanlık ya sönecek veya safileşecekti. O şöyle
demişti: İsa, Şeriatimle amel edip ümmetimden olacak. Mevcut Hıristiyanlık dini
ise ortaya çıkan bu hakikate karşı tasaffi eder, hurafelerden ve tahriflerden
sıyrılır, İslam`ın hakikatleriyle birleşir, manen Hıristiyanlık bir nevi
İslamiyet`e dönüşür.
Bediüzzaman bu dönüşümün, `Kur`an`a uymak` anlamına
geldiğini beyan etmişti.
Ona göre İslamiyet `metbu` yani tabi olunan, uyulan;
İsevilik ise `tabi`, yani uyan makamındaydı. Bütün dinlerin özünde Allah`ın
varlığı ve birliği, yani tevhid inancı en temel inançtı. İnsanın dünyaya
gönderiliş amacı, dünya ve ahiret mutluluğunun kapısını açmanın anahtarı da
`iman`dı. İşte tam bu zaman ve zeminde, İslamiyetin, ehl-i kitaba bakış açısını
en orijinal şekliyle yansıtan; ahirzamandaki fikri, ilmi ve imani sapmaları
Kur`ani çizgiye çeken dünya çapında bir mütefekkir ve toparlayıcı olarak
Bediüzzaman, hadis-i sahihle, ahirzamanda İsevilerin hakiki dindarları ehl-i
Kur`an ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı
dayanacaklarını müjdelemişti. Kastamonu Lahikasında geçen : "Ve madem
âhirzamanda Hazret-i İsâ'nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz
omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya
(a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında
bir nevi şehadet denilebilir." ve Lem'alar' da geçen : "âhir zamanda
Îsevîlerin hakiki dindarları ehl-i Kur'an ile ittifak edip, müşterek düşmanları
olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i
hakikat, değil yalnız dindaşı, meslekdaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak
etmek, belki Hıristiyanların hakikî dindar ruhanîleri ile dahi, medâr-ı ihtilâf
noktaları muvakkaten medâr-ı münakaşa ve niza' etmiyerek müşterek düşmanları
olan mütecâviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçdırlar..." cümlelerinde
açıklamıştı. `Müslüman İseviler, Hıristiyan muvahhidlerdi. Bu tabir, Risale–i
Nur`da geçiyordu. Barla Lahikasının 111. sayfasında, Dereli Mutaf Hafız Ahmed`e
ait mektubun sonundaki şu paragraf içinde zikrediliyordu: `Risale-i Nur`da öyle
bir kuvvet vardır ki, Avrupa`nın en muannid filozoflarını dahi teslime mecbur
eder. Her ruhun bir ihtiyac-ı hakikisi olan hakiki iman nurunu arayan
Hıristiyan muvahhidler, elbette Risale-i Nur`u görseler, Hazret-i İsa
Aleyhisselamın vesayası (vasiyeti) nev`inden kabul edip sarılacaklardır.`
Muvahhid, `Tevhid ehli, Allah`a inanan, Cenab-ı Hakkın varlığına ve birliğine
iman eden` demekti. Hıristiyanların tamamı `teslis`e inanan yekvücut bir
camiadan ibaret değildi; onların Tevhid inancını taşıyan, Allah`ın birliğine
inanan bir kesimi de vardı ki, Üstad Bediüzzaman, bu kimseleri `hakiki
İseviler, dindar ruhaniler, Müslüman İseviler` gibi, tabirlerle yad ediyordu.
Ehl-i salip (Haçlı) olan ve asliyeti bozulmuş derleme İncillerle tahrif edilmiş
bir Hıristiyanlığı dava edenler ise, diğerlerinden tamamen ayrıydı.
Bunlar, daha çok siyasi ve dünyevi ikballerin peşinden
giden, tarih boyunca pekçok zulümkarlığa bulaşan, hak, hukuk, hürriyet, adalet
gibi mefhumların canına okuyan, dini taassubu körükleyerek insanlar arasında din
ve mezhep kavgalarını körükleyen gaddar zalimlerdi. Muvahhid olanları bu küffar
zümreden mutlaka ayırmak gerekiyordu. Muvahhitler, bu ehl-i salipten
ziyadeMüslümanlara yakındı; Hadis-i Şerif`in müjdesiyle, daha da
yakınlaşacaklardı. Hakiki İsleviler olan dindar Hıristiyanlarla kurulacak bir
diyalog ve münasebet noktasında da, izzetli, hürmetli bir duruşun
sergilenmeliydi. 1953`te, Patrik ile görüşen Üstad Bediüzzaman`ın duruşu da
böyleydi: İstanbul fethinin coşkulu 500. yıldönümünde (zamanlamaya dikkat) Patrik`le
görüşen Bediüzzaman, ona Hz. Muhammed`e iman etmeleri ve bunu diğer
Hıristiyanlara da tebliğ etmeleri tavsiyesinde bulunmuştu. Zira, Müslümanların
Hz. İsa`yı peygamber olarak kabul etmeleri gibi, onların da Hz. Muhammed`i
peygamber olarak tanımaları ve iman etmeleri gerekiyordu. Bunun başka türlüsü
olamazdı. Hıristiyan muvahhidlerin yaklaşımı, işte aynen bu istikametteydi:
Allah`ın birliğine inandıkları gibi, O`nun son resulüne de inandılar.
Medeniyetin güzelliklerini ve menfaatlerini, İseviliğin aslından
almış olan birinci Avrupa, -insanlığa pek çok iyilikler getirmesine rağmen-
insanlığa ciddi anlamda çok büyük zararlar getiren ikinci Avrupa’nın menfi
niteliklerine mağlup olmuştu. Bu ikinci “menfi akım,” hem müslümanları, hem de
Hıristiyanları, manevî ve moral değerlerin kaynağından yabancılaştırmakla
birlikte, her iki dinin mensupları arasında husumetin oluşumunu da
güçlendirmişti. Kainatın yaratılışını ve değişimini tabiata dayandıran, insan
merkezli Yunan-Roma felsefesinin prensipleri üzerinde yükselen bu ikinci
Avrupa, olumsuz fikir akımlarıyla nefisperestliğe ve tabiatperestliğe meydan
açarak beşeri dalâlete sürüklemişti. Ayrıca, gelir dağılımındaki eşitsizliklere
dayanan pazar politikaları ve cazibedar eğlenceleriyle de insanlığın sefahatine
kapı açmıştı.
Önceki asırlarda yaşayan insanlara göre kendine daha
fazla güvenen ve Kur’an’ın sözlerine karşı kulağını kapayan bu zamanın ehl-i
kitap, ehl-i mektep insanlarının, artık gözlerini açmalarıydı.
Çünkü, İnsanların zekalarına güvenerek ürettikleri
kanunlar, gerçek anlamda adaleti ve huzuru temin etmekten aciz kalmakla
birlikte, kendileri gibi yaşlanmaya maruz kalmaktan da kurtulamamıştı.
Kur’ân’ın her iki dünya saadetini temin eden semavi hükümleri ise, aradan
asırlar geçmesine rağmen gençliğini ve tazeliğini muhafaza etmesi ile
insanlığın yakın ve uzak gelecekle ilgili her türlü beklentilerine cevap
verebileceğini ispat etmişti. İnsanı ve tabiatı ilahlaştıran, mevcut teknolojik
gelişmeleri kendi ürünü gösterip beşeri büyülemeye çabalayan medeniyetin menfi
yüzünün temsilcisi ikinci Avrupa, çağın göz kamaştıran, akıllara durgunluk
veren bütün güzelliklerini ve menfaatlerini kendine alet ederek başta İslamiyet
olarak bütün semavi dinlere karşı mücadele ve muaraza etmekteydi.
Hıristiyanlığın dinsizlik cereyanına dayanabilmesi için tasaffi ederek
İslamiyet’in hakikatlerinden destek almaktan ve Hıristiyanların da tevhid
eksenli imanî bir şuurla harekete geçerek, Kur’ân’ın “ortak bir kelimeye gelin”
emrine uyarak müslümanlar ile ortak bir misyon geliştirmelerinden başka çıkar
yolları kalmamıştı.
İkinci Dünya Savaşı, ateist Komünizmin hem gücünü hem de
yayılma alanını arttırmıştı.
Mukaddes olan her şeyi reddeden Komünizmin, İslam ve
İsevi dininin hücumuna karşı kendini koruyabilmesi ve varlığını devam ettirebilmesi
için, mutlaka her iki dinin temsilcileri arasında bir birlikteliği bozması
gerekmekteydi. İşte, insanlığın karşı karşıya kaldığı bu dehşetli durumdan
kurtulabilmesi için yegane çare, Allah’a inanan her insanın inançsızlığa karşı
ortak hareket etmesi ve aradaki ihtilafları ortadan kaldırmasıydı.
Ahirzamandaki dinsizlik akımının da bu zayıf noktadan güç alacağını Peygamber
Efendimiz(a.s.m.) asırlar öncesinden haber vermişti: “Ahirzaman’ın Süfyan ve
Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müthişe-i muzırraları,
İslam’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek, az bir kuvvetle nev-i
beşeri herc ü merc eder ve koca alem-i İslam’ı esaret altına alır.” En bedevi
kavimlerin bile, harici düşmanlara karşı içerdeki düşmanlıkları unutup, omuz omuza
verip, düşman aşireti kovuncaya kadar aralarındaki düşmanlıkları hatıra
getirmediklerini hatırlatan Bediüzzaman, ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz
vaziyetini almış sayısız dinsizlik cereyanlarına karşı küçük ayrılıkları
ortadan kaldırmamanın çok büyük bir “sukut, vahşet ve hıyanet” olduğunu
belirtmişti.Bediüzzaman’a göre; Hıristiyanlık, Teslis inancından kaynaklanan
küfür dairesinde daima kalıcı değildi. Birgün, başlangıçta olduğu gibi hâlis
tevhid inancına geri dönecekti. Tabiatçı, maddeci felsefeden doğan ateist
Komünizm’in yayılarak güçlenmesiyle, Allah’ı inkar fikri de yaygınlaşacaktı.
İşte, Hz.İsa’nın(a.s.) manevi şahsiyetinden ortaya çıkan “hakiki İsevilik”
dininin, mevcut Hıristiyanlık dininin hurafelerden ve tahrifattan sıyrılmasıyla
ortaya çıkışı 20. yüzyıl sonu, 21. yüzyıl başına rastlamıştı. Hıristiyanlığın
tasaffisi ise, ancak Allah’ın birliğine ve cismani dirilişe inanmak gibi İslami
hakikatler ile olabileceğinden, manen bir nevi İslamiyet’e inkılap edecekti.
Ateist Komünizm cereyanına ayrı ayrı iken mağlup olan İsevilik ve İslamiyet, bu
birliktelik sayesinde dinsizlik cereyanına galip gelecekti. Hz.İsa’nın(a.s.)
hakikî dini ile İslâm hakikatlerini bir araya getirmeye çalışacak olan bu
topluluğa Bediüzzaman, “Müslüman İsevîleri” unvanını vermişti.
Bediüzzaman, İslam Âlemi’nin ve Batı’nın geleceği ile
ilgili çok orijinal bir tespitte bulunmuştu.
İslâm Âlemi’nin en büyük temsilcisi Osmanlı Devleti’nin
âkıbeti ve Hıristiyanlığın temsilcisi konumundaki Avrupa’nın geleceği
hakkındaki şu yorumu yapmıştı: “Osmanlı Hükümeti Avrupa ile hamiledir; Avrupa
gibi bir hükümeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyet’e hamiledir; o da bir İslâm
Devleti doğuracak.” Bediüzzaman’ın -Peygamber Efendimiz’in(a.s.m.) müjdesi
üzerine- Hıristiyanlık’ta vuku bulmasını beklediği tasaffi, Hıristiyanların
dinlerini bütünüyle terk ederek İslâmiyet’e girmeleri şeklinde bir beklenti
değildi. Çünkü, İslamiyet eski dinlerin güzelliklerini ve şeriatlarının
prensiplerini barındırdığı için, ta’dil ve tekmil ediciydi. Yalnızca, zaman ve mekanın
değişimiyle hükmü kalmayan fürüat kısmında yenilikler getirmişti. Bu sır
gereğince, Hıristiyanlar zaten sahip oldukları dinlerinin esaslarına dayanmakla
ve inançlarını tekmil etmekle asli dinlerine kavuşacaklardı.
Hüseyin-i Cisrî , “Risale-i Hamidiye”sinde yüz on dört
işareti semavi kitaplardan çıkarmıştı.
Onca tahrifattan sonra bile hâlâ Resûl-ü Ekrem’le(a.s.m.)
ilgili müjdeli haberlerin yer alması, daha evvelce daha çok tasrihatın
bulunduğunu göstermekteydi. Semavi kitaplarda geçen her hakikate mutlaka
inanmak gerekliydi. Elbette İseviliğin hakiki dindarları, kendi kitaplarında
açıkça geçen bu müjdeleri dikkate alıp tasdik edecekler ve Kur’ân-ı Hakîm’in
hakikatlerini de kabul ederek onun da ilâhî bir kaynaktan geldiğine
inanacaklardı. Şüphesiz ki, ehl-i kitabın Kur’ân hakikatlerini ve
Hz.Muhammed’in(a.s.m.) nübüvvetini kabul etmeleri, hiçbir şekilde onları kendi
özlerinden ve asıllarından ayırmayacaktı.
Husumet ve adavetin vakti bitmişti. Çünkü, iki dünya
savaşında yaşanan tahrip edici, dehşetli zulümler, adavetin içinde zerre kadar
fayda bulunmadığını gözler önüne sererek, tarih sayfasına kanlı harflerle
resmetmişti. Öyle ise, nefrete ve düşmanlığa en layık insanlara bile
-sataşmamak şartıyla- kin ve adavet beslememek bu zamanın zaruriyatından olmuştu.
Bu prensibin hayata geçirildiği ilk yer ise müslümanlar ve Hıristiyanların
birbirleriyle ilişkilerini sevgi üzerinde temellendirmelerinin yollarını arayıp
bulmaları olmalıydı.
Bediüzzaman, Hıristiyanlık aleminde beklenilen
gelişmelere benzer şekilde, Yahudiliğin de tasaffi edeceğinden, İslâm’a teslim
olacağından bahsetmemişti. Risale-i Nur Külliyatı’nda, yahudilerden olumlu bir
şekilde bahsedilen yerler ise, birçok yahudi ve Hıristiyan âlimlerinin Resul-ü
Ekrem’in(a.s.m.) nübüvvetini kabul edip iman etmeleri hususuyla sınırlı kalacak
kadar azdı. Kur’ân-ı Kerim’de olduğu gibi, Kur’ân’ın manevi bir tefsiri olan
Risale-i Nur’da konu edilen Yahudiler -Hıristiyanların aksine- tarih boyunca
değiştirmedikleri olumsuz yönleriyle mevki kazanmışlardı.
Dinsizlik cereyanına karşı tek başlarına mukavemet
edemeyen Hıristiyanlık ve İslamiyet’in hak din noktasında birleşeceklerine
dikkat çeken Bediüzzaman, yahudilerin ise Deccal’ın en büyük kuvveti,
destekçisi ve gönüllü takipçisi olacaklarına hadislerin işaret ettiğini belirtmişti.
Nitekim,yahudiler Alman milletinden intikamlarını almak için komünist komitesin
tesisinde mühim bir rol oynamışlar ve kendilerinden olan Troçki namındaki
dehşetli bir adamı Rusya’nın başına geçirmeyi başarmışlardı.
Deccal, Yahudi’nin İslâm ve Hıristiyan aleyhinde şiddetli
bir intikam besleyen gizli komitesinin muavenetini, hatta İslâm Deccal’ı
masonların komitelerini aldatıp müzâheretlerini kazandıklarından, dehşetli bir
iktidar zannedilirdi. Bediüzzaman, tevbe ve af ile yollarından vazgeçmedikleri
sürece yahudilerin şer ve isyanlarının silinmez bir damga gibi kalıcı olacağını
söylemişti. Hıristiyanların ise, onların dalaletlerinin son bulduğunda affa
uğrayacaklarını bildirmişti. Kur’ân’ın ehl-i kitaptan yahudiler ile
Hıristiyanları eşit tutmaması gerçeği, müslümanlar için hatırdan çıkarılmaması
gereken oldukça önemli bir meseleydi.
Bediüzzaman , kendisinden sonra gelecek olan Zat’ın , bir
takım vazifelerinden bahsettikten sonra , üçüncü vazifesi olarak , Sahabeyi
Kiram veya Osmanlı dönemindeki Devleti idare şekli olan Hilafet Sistemini
rehber edinmiyeceğini , bunun yerine İslam Birliğini (belki Osmanlı Milletler
Birliği benzeri bir teşekkülü ) kurmayı hedefliyeceğini belirtmişti. Bu Hedef
doğrultusunda , İsevi ruhanilerle ittifakın gerçekleşeceğini ve bu ittifakın
İslam dinine Hizmet şeklinde semerelerini vereceğini belirtmişti.
Ateizmin dünyada çok güçlü olduğu bir dönemde , Allah’ın
Rahmeti ile Hıristiyanlık Dini tahriflerden sıyrılarak aslına dönecek ve Hz.İsa
(AS)’mın şahs-ı manevisini temsilen, İslamın hakikatleri ile birleşerek , bir
nevi İslamiyete inkılap etmiş olacaktı! Hz.İsa’nın (AS) Şahs-ı Manevisinin
oluşması , Hıristiyanlığın aslına dönüp Müslümanlarla birleşmesine bağlıydı.
Hak Din olan İslamiyete tabi olan Hıristiyanlık dini, bu birleşme ile , büyük
bir güçlenme dönemine girmiş olacaktı. Dinsizlik fikrine karşı ,ayrı ayrı
mücadele ettiklerinde muvaffak olamayan İsevilik ve İslamiyet , ittihat sonucu
dinsizliği yenecek istidada kavuşmuş olacaktı. İşte tam bu sırada , cismaniyeti
ile 3.Hayat Tabakasında bulunan Hz.İsa (AS) güç kazanan Hak Dinin başına
geçeceğini , Allah Resulu (SAV) herşeye Kadir olan Allah( C.C.) ‘nun vaadine
istinaden haber vermişti. Madem vaad etmiş, elbette yapacaktı. “Şahs-ı İsa
Aleyhisselâmın kılıncıyle maktul olan şahs-ı Deccalın, teşkil ettiği dehşetli
maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı mânevîsini öldürecek ve
inkâr-ı ulûhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevî ruhânileridir ki,
o ruhâniler din-i İsevînin hakikatini hakikat-i İslâmiye ile mezc ederek o
kuvvetle onu dağıtacak, mânen öldürecekti. Hattâ, "Hazret-i İsa
Aleyhisselâm gelip, Hazret-i Mehdîye namazda iktida edip, tâbi olacaktı.
Hz.İsa (AS) mın Şahsı manevi kılıncı ile öldürülecek
Deccalın Şahs-ı manevisi sonrasında , dehşetli ve güçlü olan Materyalizm ile
Dinsizlik fikride öldürülmüş olacaktı. Ateizm fikrininin öldürülmesini, hakiki
Dindar İsevi Ruhaniler gerçekleştirecekti. Bu Ruhanilerin o güce ulaşması ve
bunu başarması , ancak Hırıstiyanlık dinini İslam Hakikatleri ile inkılab
ettirmeleri neticesinde olabilirdi. Hz.İsa (AS) mın, Ahirzamanda Hz.Mehdiye
namazda tabi olacağı Hadisi şerifide , bu İttifaka ve İsevi ruhanilerinin
Kur’ana tabi olmalarına işaret etmekteydi.
İsevi Ruhanilerinin Kur’ana tabi olup , İslamiyetle
ittifak etmelerine vesile olacak Şahs-ı manevi , Mehdinin şakirtleriydi. Hz.
Mesih'in nüzûlü, Hıristiyanlık âleminin İslâm'a iktida etmesiydi.
Hıristiyanlığın tasaffisi için Hz. Mesih'in şahsen
nüzûlünü de uzak görmemek gerekiyordu. Ama aslında Hz. Mesih'in nüzulü,
Mesihiyet şeklinde değil; Mehdilik ve Muhammedilik şeklinde olacaktı.
Allah Resûlü (sav) âhir zamanda yeryüzünü işgal edecek
insanların fizyonomilerini çizip resmederken, daha ziyade bazı Uzak Doğu
insanlarını âdeta resm ve tarif etmişti. Bu tariflerde daha çok ablak suratlı,
kalkık çeneli, elmacık kemikleri dışarıya çıkık, burunları basık, gözleri çukur
insanlar nazara çarpıyordu. Ayrıca yine bu hadislerde Hz. Mesih ve Mehdi’nin
ortaya çıkması ve Hıristiyanlarla Müslümanların bir bütün olarak hareket etmesinin
de, yeryüzünün buinsanlar tarafından işgal edildiği zamana rastlayacağı
vurgulanmıştı. 2 büyük Dünya savaşı görmüş milletler artık dinsizliği
kabullenemezdi. Hatta Rusya ne dinsiz kalabilir nede Hıristiyanda olabilirdi.
Aklı ve kalbi ikna eden Kur’an ile sulha girip, tabi olacaktı.
İslam Alemi ile bir daha savaşmayacaktı. İslamiyete zarar
veren 3 cereyanın başında Komünistlik ve dinsizlik cereyanı yer alıyordu. Bu
cereyanlar içinde en hafifi batılılaşma ve Hıristiyanlaşmayı teşvik eden siyasi
bir yaklaşımdı. Gayri müslimlere özentiden ziyade , dinsizlik İslama zarar
veriyordu. O cereyanın yüzde ancak birisini belki binden birisini Purutlar
(Protestan mezhebi) ve Hıristiyan gibi yapmaya çevirebilirlerdi. İngiliz iki
yüz sene zarfında, tahakküm ettiği iki yüz milyon İslamdan iki yüz adamı
Purutluğa çevirememiş ve çeviremezdi. Hem hiçbir tarihte bir İslam, Hıristiyan
olduğunu ve kanaatle başka bir dini İslâmiyete tercih etmiş olduğu
işitilmemişti.
Amerikan rejimi, aydınlanma anlayışı üzerine kurulmuştu.
Bu itibarla, hürriyetle dindarlık arasında bir denge sağlanmıştı. Bu dengeye
binaen dindarlık, devlet simgesinden ziyade şahsi bir inanç ve vicdan hürriyeti
olarak değerlendirilmişti. Devlet resmi olarak Hıristiyanlığı benimsememişti.
Ancak kültürel olarak Judeo-Christian şeklinde tanımlanmıştı. Benjamin Franklin
veya Rolf Emerson gibi ilk Amerikan liderleri unitaryenist yani muvahhit
idiler. 1785 yılında Boston`daki Kraliyet Kilisesi unitaryenist akıma dönüşmüş
ve üyeleri de ibadetlerinde teslise işaret eden ifadeleri çıkarmışlardı.
1794`te Fladelphia`da birlik (uhitaryen) kilise inşa edilmişti. Keza 1620`lerde
kurulan Hacılar Kilisesi de 1802`de muvahhitçi akıma katılmıştı. Bu gelişmeleri
taçlandıran bir hareket ise, üçünü başkan Thomas Jefferson`dan gelmişti.
Bilinen İncilleri tarayarak ve tekzip ederek onlardaki teslis ifadelerini
çıkartmış yeni bir terkiple yeni bir İncil vücuda getirmişti. Bunu yaparken de
aydınlanma çağının akılcılığına ters düşen mucizelere de yer vermemişti.
Jefferson`ın bir kiliseye mensubiyeti yoktu. Bu bakımdan bazıları onu
filozoflar kategorisine sokmuşlar ve bu hanede tasnif etmişlerdi. 1865`li
yıllardan itibaren özellikle aydınlar arasında bu ülkedeki tevhidçi akım
yükselişe geçmişti. Ve bu muvahhitlerden birisi olan William Twight, Amerikan
başkanı seçilmişti. Ve daha sonra da ünitaryen kilisenin başına geçmişti. Beş
Amerikan başkanı ehl-i tevhid idi. Bunlardan ilki John Adams. 1797 ile 1801
yılları arasında ABD`yi yönetmişti. İlk başkan George Washington ile birlikte
ABD`nin Hıristiyan bir devlet olduğu keyfiyetini reddetmişti. ABD kuruluşu
itibarıyla İslamiyete zıt değildi. 1801 ile 1809 yılları arasında iki dönem
başkanlık görevinde bulunan Thomas Jefferson da muvahhit başkanlardan bir
diğeriydi. 1804 yılında tahkikli yeni bir İncil neşretmişti. Amerikan
anayasasının babası kabul edilen James Maddyson da ondan ve fikirlerinden
fazlasıyla etkilenmişti. Vahdetçi Amerikan başkanlarından üçüncüsü de John
Adams`ın oğlu John Quincy Adams`dan başkası değildi. 1850 ile 1853 yılları arasında
başkanlık yapan 13`üncü başkan Millard Valmour da yine muvahhitlerden idi. 1909
ile 1913 yılları arasında hükmeden 27`inci başkan William Twight de yine
vahdaniyetçi başkanlar arasındaydı ve 1917 ile 1930 yılları arasında ünitaryen
kilisenin başkanlığına yapmıştı. Tevhid çizgisi Batıda bir kaybolup bir ortaya
çıksa da hiç inkitaya uğramamıştı. Bunlar, bir nevi İslami dönemin hanifleri
veya ehl-i kitap bakiyyeleriydi. İsa Aleyhisselam sonrasında fetret devrinde
İbrahim Aleyhisselamın muakkipleri hunefa ve hanifler olarak anıldığı gibi
kilise içinde de vahdaniyetçi veya Ariuscu Barnaba akımı ehl-i kitabın
bakiyesiydi. Barnaba gibi tevhid havarisi olan Hakiki İseviler, tevhid mesajını
diyar diyar yayan alperenlerin 21. yüzyılı inananların Mesih yüzyılı yapacağına
inanmıştı. Ancak Mesihi olduğunu iddia etmesine rağmen dünyayı kana bulayan
fesat cephesi, kutsaliyet atfettikleri kıyamet teorileri ile kansız savaşsız
kalpleri fethetmek için yola çıkan gerçek Mesih ordusunu engellemek
isteyecekti. Hıristiyan ve İslam dünyasında yaygın kıyamet teorileri, Mesih’in
kan dökmeden barış getireceğini unutmuş gözüküyordu.13. Bölüm: Çılgın Kıyamet
Teorileri Çılgın kıyamet teorilerinin ilkini üreten Tanrı’yı güya kıyamete
zorlayan zorba ABD-İsrail ikilisinin fundamantelistleriydi. ABD, Ronald Reagan
döneminden başlayarak baba ve oğul Bushlar yönetimiyle `ikinci Avrupa` halini
aldı. Muhiddin Arabi’nin haber verdiği gibi, Yahudi fesatlarının etkisiyle
kıyametin en şerli topluluğu, zina devletine dönüştü. AB`nin demokrasi, hukukun
üstünlüğü, temel hak ve hürriyetler kriterlerine karşı, ABD sadece `tehdit,
güvenlik ve savaş` stratejilerini öneriyordu. İngiltere ile birlikte icad
ettiği `büyük Ortadoğu projesi` (BOP) çerçevesinde, İsrail`i bölgedeki
menfaatlerinin koruyucusu, merkez üssü ve jandarması yapmaya çalışıyordu.
Nil`den Fırat`a kadar `ikinci İsrail` işlevini görecek kukla bir devleti de
içine alan ve Türkiye`nin Güneydoğusunu, GAP bölgesini kapsayan `arz-ı mev`ud
(vaadedilmiş topraklar)` projesinin bekçiliği rolünü yükleniyordu. Türkiye`nin
kendisiyle birlikte `ön alma projesi`yle, bu `savaş ve işgal projesi`ne
katılmasını ve hatta bir Ortadoğu sultanlığı gibi uydusu olmasını öngörüyordu.
Bush, Amerikan askerlerinin Afganistan operasyonundan iki
ay sonra gizlice Irak`a savaş planı emri vermişti. Bush, `İşgal ABD`ye duyulan
nefreti arttırdı` uyarılarını dinlemiyor; BOP`un pratik uygulayıcıları `Cadı`
Coondolleezze Rice`i ve provokatörlerin başı Savunma Bakanı Donald Rumsfeld`i
kabinesinde tutuyordu. ABD`nin, koskoca Afganistan`ı ateşe verip, Irak`ın
işgaliyle yüzbini aşkın masumun katledilmesi, İran, Suriye ve Sudan`a saldırmak
için sudan bahaneler araması bunun göstergesiydi. İsrail`in Filistin`de
estirdiği terör ve yaptığı soykırım bunun işaretiydi.11 Eylül 2001`de İkiz kuleler
bir iç darbe sonucu yıkılmıştı. Fesat çetesi, `küresel terör` yaftasıyla bütün
İslam dünyasını itham edip zan altına bıraktırmaya çalışan ABD, İsrail`i de
bütün işgal ve zulüm politikalarında destekliyordu. `Büyük Ortadoğu projesi`
adıyla Fas`tan Hindikuş dağlarına kadar 22 İslam ülkesini kapsayan `demokrasi
ve özgürlük` maskeli `değişim` ve `dönüşüm` projesi BOP hesabına, baştan başa
bombaladığı Afganistan`dan sonra Irak`ı da kan gölüne dönüştürüyordu. Başta AB
ülkeleri olmak üzere bütün dünya buna tepki gösteriyordu. `Birinci Avrupa` ile
`ikinci Avrupa`, hadiselerin nezdinde gün geçtikçe daha da belirginleşiyordu.
Ve `ikinci Avrupa`dan arınıp `birinci Avrupa` manasına yakınlaşan `Avrupa
Birliği`nin anlamı daha açık okunuyordu.
ABD'nin Irak'a girmesi ve İsrail'in şiddeti arttırmasına
sessiz kalması, sahte 'Mesih' Planı'nı yeniden gündeme getirdi. Mesih'in
yeniden dünyaya gelme ve kıyamet savaşı Armagedon'un şartlarını oluşturma
süreci hız kazandı. Planı'nın aktörleriyse, Bush'un başkomutanlığındaki Evanjelistler
ve İsraildi. 11 Eylül saldırılarının ardından, henüz belirsizlikler sürerken
ABD Başkanı George Bush'un ağzından şu ilginç cümleler dökülmüştü: ''Bu Haçlı
Seferi. Terörizme karşı bu savaş zaman alacak''. Ama Beyaz Saray Başkan'ın
'Haçlı Seferi' gafından dolayı özür diledi ve Müslüman ülkelerin gönlü alındı!
Ancak, Bush'un özür dileyerek Haçlı Seferi benzetmesinden geri adım atması
genel görüntüyü değiştirmedi. Haçlı Seferi, yüzyıllardır Hıristiyan alemi için
önemli bir işaretti. Bu laf söylenince Hıristiyan alemi ne yapması gerektiğini
anlardı. Bush, dünyaya amacını dünyaya deşifre etmişti, çünkü zamanın geldiğini
düşünüyordu. Milyarlarca Hıristiyan fotoğrafın altyazısını iyi okumuş, mesajı
almıştı.
Peki zamanın geldiği düşünülen bu mesaj neydi? Kimilerine
göre o söz, Reagan'ında 1983'te bahsettiği ve dünyanın sonunu getirmeyi
hedefleyen kutsal bir senaryonun, kıyamet savaşı Armagedon'a kadar varacak
Mesih Planı'nın parolasıydı! Planı uygulayanlar Protestanlığın birkolu olan
Evajelistler, planın merkez üssüyse Ortadoğu ve özellikle de Kudüs idi.
Evanjelist Hıristiyan inancına göre, Ortadoğu'da hüküm
sürecek yedi yıllık kaosun ardından, Hz.
İsa kıyametten önce yeniden yeryüzüne inecekti. Bugünkü
İsrail'in Megido Vadisi'nde yaşanacak kıyamet savaşı Armagedon'da, Hz. İsa
inançlı iyilerden oluşan ordunun başına geçecek ve Deccal'ın komutanlığındaki
inançsızları yenecekti. Böylece kaos bitecek ve yeryüzünde İsa'nın krallığında
bin yıllık huzur çağı başlayacaktı.
Bazı Hıristiyanlar ve Yahudiler, İsa'nın dönüşünü
kendiliğinden gelişecek doğal bir süreç olarak görüyordu. Protestanlığın bir
kolu olan ve Scofield İncil'ini referans alan Evanjelik inancına göre ise,
Mesih'in gelmesi için öngörülen alametlerin gerçekleşmesine yardımcı olmak ve
şartları hazırlamak gerekiyordu. Büyük Ortadoğu Projesi Mesih Planı'nın bir
parçasıydı. Buna göre, Mesih'in üçüncü bin yılda (2000 yılıyla başlayan
süreçte) artık kesin olarak geleceğine inanan Evanjelist-Siyonist ittifak,
Ortadoğu'daki tansiyonu özellikle yükseltiyordu. 11 Eylülden sonra dünya siyasi
arenasında çıkarlarına aykırı her ülkeyi ve her idareyi `terörist` olarak
damgalayan ve saldıran ABD, gittikçe sapıtan `ikinci Avrupa`ya kayıyordu.
Çünkü, sözde `terörle mücadele` perdesinde hiçbir beynelmilel hukuk ve kuralı dinlemeyerek
saldırı, işgal ve zulümde kendine hak görüyordu. Dünün `hile ve fitne
kuvvetiyle ayakta duran`, `lain İngiliz siyaseti çoğu Yahudi lobileri elindeki
`Amerikan politikaları`na dönüşmüştü. Gerçekten bu `ikinci Amerika,` aynen
`İkinci bozuk Avrupa` gibi, `cebbardı`; lakin, hasis bir menfaat için şeytanın
ayağını öpüyordu. Menfaat-ı nefsini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye
çalışan bir dessastır` tarifine müstehak oluyordu. Menfaatinden başka hiçbir
şeyi sevmiyor ve herşeyi çıkarına feda ediyordu. Bu haliyle, şebekeleri ve
ifsad komitelerin telkin ettiği siyasetlerle, küresel şirketler ve dünyanın
kanını emen `dünyaperestler` elinde oyuncak oluyordu. `Kim güçlü ise o
haklıdır` prensibinden hareketle, İslam dünyasını bedevi ve sefalet içinde görüp,
`beyaz adam` olarak `zenci` ve `kızılderili` gördüğü Müslümanları terbiye etmek
ve `ehlileştirmek` adına her türlü propaganda, baskı ve dayatmada bulunuyordu.
'Evanjelist, inanca göre, Mesih'in inişi için bütün Yahudiler İsrail'de
toplanmalı, Filistinlilerin tümü sürülmeliydi. O zaman İsa yeryüzüne inecek,
iyilerin başına geçerek kötülere karşı savaşacaktı. Ortadoğu'daki çatışmalar
İsa'nın geleceğini gösteren işaretlerdi ve bunlar sürmeliydi.
Karışıklığı ilk durduracak liderin şeytan'ın ta kendisi
olduğuna inanıyorlardı. Köktendincilerin oylarına ihtiyaç duyan Bush,
propaganda yapıyordu. Bush'un başını çektiği Evanjelistler, Armagedon'u yaşayan
nesil olmak için ellerinden geleni yapacaktı. Dünyadaki pek çok insan Amerikan
politikalarını artık İncil'deki kehanetlerin şekillendirdiğine inanıyordu.
Bush'a seçimi kazandıran Evangelistler ise Ortadoğu'da kıyameti hızlandırmak
için çalışıyordu.
Tanrı ve Başkan bize İsa'yı Ortadoğu'ya getirme şansı
doğurdu. Bu bana verilen bir emir diyordu kan ve ateş altındaki Irak'ta
Evangelistler için çalışan misyonerler. Evangelistlerin Bağdat'ta yeni kurulan
9 kilisesi ve yüzlerce müridi vardı. Amaç Irak'ı Ortadoğu'da Evangelizm'in
merkezi yapmak ve tıpkı İncil'de sözü edildiği gibi dünyanın bütün kavimlerini
bu Kilisede toplamaktı.
Genel olarak liberal Protestanların ve Baptistlerin
dışında kalan tüm Protestanlar Evangelist adını alıyordu. Kökleri Yunanca'da
"Müjde" anlamına gelen "Evangelion"dan gelen bu isim
İncilci tanımına denk düşüyordu. Ancak kast edilen elbetteki "Eski
Ahit" ve Mesih inancıydı.
Protestanlığın bu yorumunda pek çok şey gizleniyordu.
Evangelistleri önemli hale getiren iyi ve kötü arasında kaçınılmaz olarak
gerçekleşecek o yıkıcı savaşa, yani Armageddon'a olan inançları ya da insan
eliyle yaratılacak kıyamet fikrini destekliyor olmaları ve dünyayı ele geçirmek
istemeleri değildi. 70 milyonluk nüfuslarıyla ABD seçimlerini etkilemeleri ve
bu fikre inanan güçlü politikacılarının Beyaz Saray'da etkili olmasıydı. Durum
böyle olunca ABD'nin Ortadoğu'daki etkinliği, İsrail sorunu ya da Büyük
Ortadoğu Projesi gibi kavramların izi politikanın dinamiklerinde değil, kutsal
kitapların satır aralarında sürülüyordu. Ve dünyabaşkentlerinde Amerikan
politikalarının, özellikle de Irak'ın işgalinin kaynağını "Eski Ahit"den
aldığı şüphesi hızla yayılıyordu. Bush 1985 yılından beri sık sık diz çöküp dua
eden ve "Yaradan" sözcüğünü ağzından düşürmeyen bir Evanjelist idi.
Evanjelistler, adım adım iktidara yürüyen 71 kişilik Neo-Con ekibinden farklı
olarak Bush'un adeta diğer yarısını oluşturuyordu.
Seçimlerde pek çok Amerikalı politik kaygılardan çok,
2004 ‘de Bush'un yeniden seçilip "İncil'deki kehaneti
gerçekleştirmesi" için oy verdi. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra
sık sık "Haçlı Seferi" ya da "İyi-Kötü" gibi kavramları
kullanan Bush'un bir politikacıdan çok dünyanın dört bir yanına yayılmış olan
Evanjelist vaizlerden biri gibi konuşması bu şüpheyi daha da
belirginleştiriyordu. Önceki Amerikan başkanları Carter ve Reagan da benzer
cümleler kullanıyor, İsrail devletinin kutsallığından ve kıyametten söz
ediyordu. Ancak Bush açık bir biçimde "Mesihçi" ve
"kıyametçi" bir başkan olarak hepsini geride bırakmıştı. 11 Eylül
saldırısı da Evanjelistlerin yükselişinde etkili oldu. ABD'de saldırıdan hemen
sonra yapılan kamuoyu araştırmalarına göre kendisini "Evanjelist"
olarak tanımlayanların oranı yüzde 46'ya yükseldi.
Irak'ın işgalinden sonra ise yüzde 50'nin altına düşmedi.
Irak'taki Amerikan tanklarının üzerlerine asılan haçlar, çarpışmadan önce
vaftiz olan askerler ve birbiri ardına açılan Evanjelist Kiliseler işte bu
gelişmelerin bir sonucuydu.
Bu Hıristiyanlık yolunun kökenleri Martin Luther'e ve
Protestanlığın kuruluşuna kadar gidiyordu.
Luther kendi kurduğu kiliseye "Evanjegelik Kilise
Hareketi" diyordu. Protestanlık faizi reddeden Katoliklere karşı faizi
serbest bırakıyor, "ahiretten" çok bu dünya ile ilgili düzenlemelere
vurgu yapıyor, çalışmayı, ticareti ve üretimi kutsuyordu. Protestanlığın bu
görece modern girişimleri bir reform hareketi olarak değerlendirildi. Ancak Protestanların
en önemli farkı ilk beş kitabını Tevrat'ın oluşturduğu 39 kitaptan oluşan Eski
Ahit'e inanmalarıydı. Eski Ahit, özellikle ABD'nin kuruluşunda farklı yorumlara
ve anlayışlara yol açtı. Bu, bakış açılarında "kıyamete" ve
"Mesihçiliğe" ayrı bir değer vermelerini sağlıyordu. Özgür iradenin
"Tanrı" tarafından çizilen kaderin dışına çıkamayacağını öngören
Evangelistler, bu kaderi hızlandırmak için Hıristiyanların ellerinden geleni
yapması gerektiğini savunuyordu. Ve Armageddon'la, yani "iyi" ile
"kötü" arasındaki o büyük savaşla gelecek olan kıyameti ve Mesih'i
hızlandırmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Seçilmiş insanlar olduklarına
inandıkları Yahudilerin, bir kıyamet koşulu olarak desteklenmesi gerektiğini
düşünüyorlardı. 70'li yıllardan itibaren yeniden dirilen ve muhafazakarlaşan
Evanjelizm aradan geçen otuz yıl içinde Hıristiyanlığın en hızlı büyüyen
"Kilisesi" oldu.
Fundamentalist olan bu Hıristiyan gruplar Yahudi
devletini destekliyordu. Destekleyişlerinin arkasındaki neden, onların kitab-ı
mukaddes'i yorumlayışlarıydı. Son kıyamet savaşı kitab-ı mukaddes'te İbranice
Armagedondu. Armagedon ancak ve ancak yahudiler'in bir millet olarak
"Eretz İsrail" de ( vaat edilmiş topraklar) yeniden bir araya
gelmelerinden sonra gerçekleştirilecekti. Bu Hıristiyan gruplar yahudilerin
Tanrı'nın tek seçilmiş kulları olduğuna ve onlara Tanrı'nın "dünyevi
iyilik", kendilerine ise "uhrevi saadet" vaat ettiklerine
inanmıştı. Tanrı kendilerine uhrevi saadet vaadettiği için, bu Hıristiyan siyonist
gruplara mensup olanlar kendilerinin "yeniden doğmuş Hıristiyan"
olarak tanımlamakta ve bu son savaş Armagedon'u görmeyeceklerini ve bu
dönemdeki acıların hiç birini çekmeyeceklerine inanmışlardı. Çünkü onlar
kendilerinin Tanrı tarafından gökyüzüne yükseltileceklerine inanıyordu.
"Rapture" (vecde damla, aşırı sevinç anlamına gelen ingilizce bir
kelime ) adını verdiklerini bu olay, ancak ve ancak "yeniden doğma"
Hıristiyanlar'ın başına gelecekti. Çeşitli kiliseler tarafından da kabul edilen
bu doktrine "milenyalist" denilmişti. Çünkü kitab-ı mukaddes'te bu
savaşın 2000'li yıllarda olacağına dair işaretler vardı. Diğer yandan İsa Mesih
bu savaşta gökyüzünden inecek ve Deccal'i bu arada öldürülecekti. Bundan sonra
krallığını kuracak ve yıllar süren bir barış dönemi başlayacaktı. İşte
Fundamentalist Hıristiyan Siyonistlerin İsrail'e yakın ilgileri Mesih'in
ikincigelişine yol açacak olan bu savaşın bir an önce yerine getirmek için
çalışmalarına dair inançlarında yatmaktaydı. İnançlarına göre bu yedi aşama
şunlardı: - Yahudilerin Filistine geri dönmeleri - Yahudi devletinin kurulması
- Dünyanın, İsrailoğulları dahil tüm uluslarına İncil'in vaaz edilmesi. -
Rapture ( Vecd ). Kiliseye iman edenlerin cennete yükseltilmesi. - Tribulasyon
(felaket dönemi). Yedi yıl sürecek olan felaket dönemi. Bu dönemde, yahudiler
ve diğer imanlılar zulüm görecekler. Ancak yine bu dönemde iyilerle Deccal
önderliğindeki kötüler savaşacak. - Armagedon savaşı. İsrail'deki Megiddo
Ovasında yapılacak olan savaş.
Batı dünyası Hıristiyanlığı terk etmeye, Hıristiyanlığı
kiliseye hapsetmeye başladığı yıllardan itibaren gelişmeye başlasa da,
azınlıkta bir kısım Hıristiyan bu dinden uzaklaşmaya karşı çıkmıştı. Dine karşı
bu hareket onları bâtıl dinlerine daha çok bağlamış, onları farklı noktada
teşkilatlanmaya yönlendirmişti. Hıristiyanlığın yavaş yavaş ortadan kalktığını,
gelişen dünyada Hıristiyanlığın yerinin olamayacağını anlayan bu azınlık,
değişik projeler geliştirdiler. Dinlerine olan bağlılıkları sebebiyle bazen
dinlerinin temel prensiplerinden bile taviz verdikleri görüldü. Bu akıma
köktendincilik mânasına gelen "Fundamentalizm" denilmişti. Bu akım
yirminci yüzyıl dünyasında daha çok ABD'de yankı bulmuş, taraftar toplamıştı.
Hıristiyan ilahiyatının şuur altında ezilmişlik, yanılgı ve sürekli mahcubiyet
vardı. Tarih boyunca Hıristiyan din âlimleri, ileri sürdükleri tezlerde sürekli
yanılmışlardı. Her yanılgı, Hıristiyanlık inancının, mensuplarının gözünden
düşmesine sebep olmuştu. İlk yanılgı, önemli din âlimlerinden, milâdî 2.
yüzyılda yaşamış olan Romalı Hippolytus ile yaşanmıştı. Bu zat, kesin bir ifade
ile kıyametin milâdî beşinci yüzyılda kopacağını söylemişti. Kıyamet kopmadan
önce de onların inancına göre İsa geri gelecekti. Bu beklenti olmadı,
Hıristiyan âleminde hüsran yaşandı. Bundan sonra birinci bin yılda kıyametin
kopacağı ve İsa'nın geleceği söylendi, bu da olmadı. Bundan sonra değişik
miladi tarihler ve hedefler gösterildi hiçbiri olmadı. En son 2000 yılını
söylemişlerdi, o da olmadı.
Hıristiyan "Fundamentalizm" ine göre, İsa geri
gelecek ve Hıristiyanlar dünyaya hâkim olacaktı.
Bunun için İsa'nın gelişi yaklaşmıştı ve bu sebeple ona
zemin hazırlanmalıydı. ABD'nin bugün bütün plan ve projeleri bu savaş ve
hâkimiyetin üzerine kurulmuştu.
ABD'de yaşanan ekonomik ve sosyal krizler de Evanjelizm'i
gündemde tuttu ve taraftar toplamasını sağladı. Özellikle de 1950'li yıllardan
sonra hızla gelişti ve ABD'de en aktif dinî grup durumuna geldi. Yetmişli
yıllardan sonra iş başına gelen ABD başkanları Evanjelizm taraftarı ve
mensubuydular. Aslında sadece yetmişli yıllardan sonrakiler değil bütün ABD
başkanları dine yakındı, hepsi denilmese de büyük çoğunluğu Fundamentalist
felsefeye bağlıydı.
Yahudilerin öteki tarihsel müttefiği olan masonlar son
kehanet için ortak çalışıyordu. Tüm ideolojisini, sembollerini ve ritüellerini
Süleyman Tapınağı'na dayandırmış olan masonluk açısından, Tapınak'ın yeniden
inşası, yeryüzündeki en büyük hedeflerden biriydi. Bu konu üzerinde masonik
kaynaklarda da zaman zaman durulur ve Tapınak'ın yeniden inşasının örgütün
temel amaçlarından biri olduğu vurgulanırdı. Gerçekte Tapınak Şövalyeleri'nin
devamından başka bir şey olmayan masonluğun daha farklı bir yaklaşım içinde
olması düşünülemezdi zaten.
Tapınakçılar bir dünya egemenliği hesabı yapmış ve bunun
için de 2000 yılını belirlemişti.
Kuşkusuz Tapınakçılar'ın söz konusu "yeryüzü
Kudüs'ü" planı, Kabalacılar'ın yürüttüğü Mesih Planı'ndan başka bir şey
değildi. Ve eğer Tapınakçılar ve de onların modern versiyonları olan masonlar
bu "yeryüzü Kudüs'ü"nün 2000 yılında başlayacağını hesaplıyorlarsa,
İsrail'in Mescid-i Aksa'yı yıkmasına da canla-başla destek olacaklardı. Çünkü
"yeryüzü Kudüs'ü"nün, yani Kudüs'ten yeryüzüne yayılacak Mesihi
Yahudi egemenliğinin anahtarı, Kudüs'teki Tapınağın yeniden
inşasıydı.Evanjeliklerin ve özellikle de masonluğun Tapınak'ın yeniden inşası
için Yahudilere vereceği destek ise bu işi başarmak için teknik yönden oldukça
yeterliydi. Evanjelik ya da mason çevrelerinin dışında, İslam'la bir
"medeniyetler çatışması" içine girecek olan Batı dünyası, genel
olarak, bu olaya sıcak bakacaktı. İsrailliler iyi bir zamanlama ve "biz
istemeden oldu" gibi bir açıklama ile Mescid-i Aksa'yı ortadan
kaldıracaklar ve yerine kısa sürede eski Tapınak'ın bir kopyasını inşa
edeceklerdi. Kudüs'teki Kabala tekkesi Ateret Cohanim'de Hz. Süleyman zamanında
Tapınak'ta yapıldığı öne sürülen tören ve ritüellerin provalarının yapılıyor
oluşu boşuna değildi. İsrail'in gerek Ortadoğu'da gerekse dünya ölçeğinde
İslami güçleri zayıflatmak, mümkünse yok etmek için giriştiği savaşın
arkasındaki mantıklardan birisi de Tapınak'ın yeniden inşası olabilirdi.
Kuşkusuz Yahudi Devleti Mescid-i Aksa'yı yıktığında Müslümanlarla karşı karşıya
geleceğini bilmekteydi ve yürüttüğü anti-İslami programın bir amacı da,
kaçınılmaz olarak savaşacağı bu gücü önceden mümkün olduğunca zayıflatmaktı.
İsrail'in bir şekilde Harem-i Şerif'teki İslam mabetlerini yıkıp, Tapınak'ı
inşa ederse Mesih için gerekli tüm kehanetler yerine getirilmiş ve 500 yıllık
Plan sona ermiş olacaktı. Bu son kehanet gerçekleşmediği sürece İsrailli
radikallerin Harem-i Şerif’e karşı saldırıları son bulmayacaktı.
ALTERNATİF TEORİ
Fundamentalistlerce “Mesih-Karşıtı” Hıristiyan olmayan
dünya olarak kabul edilirdi. Ancak Katolik ve Ortodokslar Siyon İnancı’nı tam
olarak paylaşmıyordu. Rusya daha doğrusu SSCB, Yecüc- Mecüc olarak
tanımlanmıştı. Evveller Moğollar, sonra Türkler Yecüc ve Mecüc ilan edilmişti.
Güya Mesih-Karşıtı Cephe’de kimi Hıristiyan ülkelerinde yer alacaktı. Eski
İncil’e göre Rusya, Türkiye, Habeşistan ve Mısır, Armagedon savaşında Yahudilere
karşı savaşacaktı. Mesih-Karşıtı ülkeler kabaca Afrika ve Asya ülkelerini
kapsayacak biçimde “Afrika-Asya Cephesi” olarak tanımlanabilirdi. Köktendinci
Amerikan Misyonerler örgütlerin Türkiye’ye karşı çok özel bir ilgisi vardı.
Bunun iki temel nedeni vardı. Birincisi, Türkiye’nin Mevcut Hıristiyanlığın
doğum yeri olarak kabul edilmesiydi. İlk Hıristiyan kiliseler Türkiye’deydi.
İlk 7 kilisenin hepsi Türkiye’deydi. Aziz Pavlus Türkiye’deydi. Tarsus’luydu.
Pavlus’un ilk misyonerlik seyahatleri hep Türkiye
içindeydi. Pavlus İç Anadolu’yu gezdi.
Galakyalılar kitabı Ankaralılar için yazıldı. Galakya
bölgesi, İç Anadolu bölgesiydi. Galakyalılar kitabı 2000 sene önce
Galakyalılar, yani Ankaralılar için yazılmıştı. Kutsal kitabın tarihi Türkiye
ile doluydu. Ortadoğu ile Avrupa arasında Türkiye bir anahtar ülkeydi.
Mesih ve Kıyamet ile ilgili inançların Türklerle olan
bağlantısı vardı. Kıyametin kopmasının an meselesi olduğuna inanan
Fundamentalist Hıristiyan gruplar, gözlerini Türkiye’ye dikmişti.
Protestanlığın kurucusu olan Martin Luther (1483-1546)
koyu bir Türk ve İslam düşmanıydı. M.
Luther; “Eğer Türkler düşmeye başlamışsa, kıyamet gelmiş
demektir” sözüyle bir taraftan Türklerin ortaçağdaki sarsılmaz gücünü teslim
ederken, bir taraftan da İsa’nın dünyaya gelişinin ancak Türklerin yıkılmasıyla
gerçekleşeceğine, dolayısıyla Türkleri yok etmek gerektiğine işaret etmişti.
Oysa gerçek tam tersiydi. Türkler güçlenince Mesih ve
Mehdi gelecek ve dünya sonlanacaktı.
Türkler Mesih’in ve Mehdi’nin gerçek askerleri olarak
sahte Mesih ordusunu dağıtacaktı. Daha önce İran ve Arap dünyasında sahte Mehdi
ve Mesihler çıkacaktı. Şimdi ünlü İslam alimi Muhyiddin Arabi’nin bin sene
öncesinden gözlemlediği sonlanış öngörüsünü kurgulayacağız.
Kıyamet alameti olarak, Kuran; Depremler çoğalacak,
buzullar eriyecek, mevsimler anormalleşecek, nüfus önlenemez şekilde artacak;
Tevrat; Kıyamet öncesi Anadolu'da Yahudi ve Müslümanlar arasında Üçüncü Dünya
savaşı çıkacak; İncil; Ruhsal hastalıklar,özürlü doğumlar ve düşükler olağan
sayılacak diyordu. Bunların hepsi kısmen gerçekleşti. 1999 yılında,yeryüzünde
20.832 deprem meydana gelmişti. Bu depremlerde yaklaşık olarak 22.000 insan
hayatını kaybetmişti. Sadece 2005-2006’da İran, Afganistan, Pakistan ve
Endonezya depremlerinde yaklaşık 600 bin kişi öldü. 1556 yılı ile 1975 yılı
arasındaki 400 yıllık dönemde meydana gelen deprem sayısı 110 iken (5.0'dan
büyük) 1980 yılı ile 2003 yılı arasındaki 23 yıllık dönemde meydana gelen
deprem sayısı 1685 olmuştu. (6.5'dan büyük) Mehdi için 2 alamet vardı ki, bunun
birincisi, Ramazan'ın birinci gecesi Ay'ın; ikincisi de, Ramazan'ın ortasında
Güneş'in tutulmasıydı. 1981 yılında (Hicri-1401'de) Ramazan Ayı'nın 15. günü
Ay, 29. günü de Güneş tutulmuştu. Yine "ikinci olarak", 1982 yılında
(Hicri-1402'de) Ramazan Ayının 14. günü Ay, 28. günü de Güneş tutulmuştu. Bu
olayların Hz. Mehdi'nin diğer çıkış alametleriyle aynı dönemde meydana gelmesi
ve Hicri 14. yüzyıl başlarında, üst üste iki yıl (1401-1402) mucizevi bir
tarzda tekrarlanması, Mehdi döneminin başladığına işaret ediyordu.
Mehdi'nin çıkışından evvel, (her tarafı) aydınlatan
kuyruklu bir yıldız doğacaktı. O yıldızın doğması, Güneş ve Ay tutulmasından
sonra olacaktı. 1986 yılında (Hicri 1406'da) yani 14. yüzyıl başlarında
"Halley" kuyruklu yıldızı Dünyamızın yakınından geçmişti. Bu kuyruklu
yıldız parlak, ışıklı bir yıldızdı. Hareket yönü doğudan batıya doğruydu.
Hadiste belirtildiği gibi 1981 ve 1982 (1401-1402) yıllarında meydana gelen Ay
ve Güneş tutulmaları olayından sonra ortaya çıkmıştı.
Ahir zamanda Bağdat alevlerle yok edilecekti. 2003 Irak
Savaşı'nda, savaşın ilk gününden itibaren Bağdat, en yoğun bombardımana tutulan
şehirlerden biri olmuştu. Ağır bombardıman, geceleri Bağdat'ın tıpkı hadiste
haber verildiği gibi alev alev yanmasına neden olmuştu. Irak halkı üç fırkaya
ayrıldı. Bir kısmı çapulculara katıldı. Bir kısmı ailelerini geride bırakıp
kaçtılar. Bir kısmı savaştı ve öldürüldüler. Hadis, bunları gördüğünüz vakit
kıyamete hazırlanın diyordu.
Irak ve Şam'a ambargo uygulanması kıyamet öncesinde
yaşanacağı bildirilen olaylardan, yani Hz. Mehdi'nin geliş alametlerinden
biriydi. 2003 senesinde Irak Savaşı başlamadan hemen önce onbinlerce
Iraklı'nın, Suriye başta olmak üzere çeşitli ülkelere göç etme çabaları, temiz
ve masum Irak halkı kuzeye kaçar haberiyle örtüşüyordu. Savaş sırasında Irak
ordusunun büyük bir kısmının neredeyse birdenbire ortadan yok olması savaşın en
dikkat çekici olaylarından biriydi.
Birçok gazete ve televizyonda, Cumhuriyet Muhafızları
olarak bilinen yaklaşık 60.000 kişilik ordunun ve Fedailer olarak bilinen
yaklaşık 15.000 Iraklı askerin kaybolması haber olarak yer aldı. Hz. İsa'nın ve
dolayısıyla Hz. Mehdi'nin geliş alametlerinden biri olan "bir ordunun
batması" olayı gerçekleşmişti.
Hadis’e göre, Irak'a saldırmadıkça kıyamet kopmazdı. Ve
Irak'taki masum insanlar Şam'a doğru sığınma yerleri arayacaktı. Şam ve Irak
yeniden yapılanacaktı. Öyle bela ve musibetler olacak ki, hiçbir kimse,
sığınabileceği bir makam bulamayacaktı. Bu belalar Şam'ın etrafında dolanacak,
Irak'ın üzerine çökecek. Arabistan yarımadasının elini ve ayağını bağlayacaktı.
Onlar belayı bir tarafta defetmeye çalışırlarken, diğer taraftan o yine ortaya
çıkacaktı.
Biri doğuda, biri batıda, bir diğeri de Arap
Yarımadası'nda meydana gelecek yere batma hadisesi, kıyametin habercisiydi.
2004 yılının son ayında Güney Asya'da gerçekleşen büyük tsunami felaketi bu
alametle çok büyük benzerlikler gösteriyordu. Tarih boyunca Asya'da,
Uzakdoğu'da çeşitli felaketler, depremler ve kasırgalar yaşanmıştı. Bu
felaketlerde çok büyük yıkımlar gerçekleşmiş, çok yüksek sayılarda insan
hayatını kaybetmişti. Ancak 26 Aralık 2004 tarihinde Güney Asya'da gerçekleşen
ve 400 bin kişiye yakın insanın ölümüyle sonuçlanan tsunami, bu felaketlerin en
büyüğü olmuştu. Bu büyük felaket sırasında, yeraltındaki büyük levhaların
hareketi sonucu oluşan 1000 kilometrekarelik kırılmalar ve kıtaların yer
değiştirmesinin yarattığı büyük enerji, okyanuslarda meydana gelen çok büyük
enerjiyle birleşip, Güney Asya ülkelerinden Endonezya, Sri Lanka, Hindistan,
Malezya, Tayland, Bangladeş, Myanmar, Maldiv Adaları ve Seyşel Adaları'nı hatta
5 bin km uzaklıktaki bir Afrika ülkesi olan Somali sahillerini dahi vurmuştu.
Bu tsunami felaketi, çok geniş bir alanı etkilemiş, şehirlerin deniz
sularınınaltında kalıp yok olmasına, dünya haritasının değişmesine neden
olmuştu. İşte bu nedenle de "doğudaki yere batış" ifadesi ile Güney
Asya'da gerçekleşmiş olan bu felakete işaret ediliyor olabilirdi.
ABD'nin Meksika Körfezi'nde yaşanan Katrina Kasırgası'nın
meydana getirdiği büyük yıkım, Hz.
Muhammed (sav)'in haber verdiği bir diğer kıyamet
alametini, "Batıdaki Yere Batış"ı akıllara getirmişti. Katrina
Kasırgası geçmişteki benzerlerinden çok daha büyük bir yıkım meydana
getirmişti.
İnsanlara ölüm gelip evler mezar olduğu zaman halimiz
nice olur denmişti. Katrina Kasırgası birçok şehirde çok büyük tahribat
oluştururken, New Orleans'ı 2005’de yaşanamayacak hale getirdi. ABD'nin turizm
ve kültür merkezlerinden biri olarak kabul edilen New Orleans'ın yüzde 80'i
sular altında kaldı. Bazı yerlerde suyun yüksekliği 6 metreyi aştı. Dolayısıyla
New Orleans suların altına gömülerek, adeta ortadan kalktı.. "Batıdaki
yere batma" hadisesi New Orleans şehrinin ortadan kalkışına bir işaret
olabilirdi.
Ahirzaman da müjdelenen kıyamet alametlerinden birisi de
İsa Aleyhisselam ile Mehdi’nin Beytü’l Makdis’de veya daha umumi bir ifade ile
diyar-ı Şam’da buluşmalarıydı. Müslümanlarla İsevi ruhanilerinin buluşması ve
İslamiyete inkilap etmesi gerçekleşmişti. 20. yüzyıl küfrün final yüzyılıydı.
21. yüzyıl ise imanın tomurcuklandığı imanın final yüzyılı olacaktı. Zeytin
Dağı’ndan yükseldiğine inanılan İsa Aleyhisselam keyfiyeti meçhul bir şekilde
Şam’da Beyaz Minare’ye veya Efik Dağı’na indikten sonra yeryüzü tek bir millet
ve dünyada bu milletin camisi haline gelmişti. Bu manevi bir işaretti.
Yüzyılların tefrikası sona ermişti. Teslis tevhide inkılap etmişti. 2011
yılında; 20 asrın 21. asra simetrik gölgesinde ve izdüşümünde Emevi Camii’nde
İmam-ı Gazali ve Bediüzzaman’ın ruhaniyetleri altında beklenen buluşma
gerçekleşmişti. Suriye ile Türkiye, stratejik olarak birleşmişti. Peki bu nasıl
olmuştu? Gerçek sonlanış nasıl olacaktı?
Sahte Mesihin borazanlığını yapan ABD'de Evanjelistler,
Bush yönetiminin Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde 2005 yılında yeni bir
kutsal kitap hazırladılar. 'Gerçek Furkan' adlı Texsas eyaletinde Omega 2001 ve
Wine Press yayınevleri tarafından yayımlanan kitapta tahrif edilmiş Kur'an
ayetleri ile İncil ve Tevrat'tan alıntılar vardı. Kitap, 20 dile çevrilip
dağıtıldı. 'Üç dinin kitabı' olarak tanıtılan kitap CIA tarafından
hazırlanmıştı. İslam coğrafyasının Hıristiyan-Yahudi toprağı olduğu ve Bush'un
demokratikleşme projesiyle bu coğrafyanın Hıristiyanlaşacağı ifade ediliyordu.
Kitap, Arapça ve İngilizce olarak basıldı. 366 sayfa ve 77 sureden oluşuyordu.
Kitapta geçen surelerden bazılarının adları şunlardı; Fatiha suresi, Sevgi
suresi, Mesih suresi, Barış suresi, Zina suresi, Kurban suresi, Evlilik suresi,
Cennet suresi, Münafıklar suresi, Cizye suresi, İman suresi, Hak suresi, Kadın
suresi, İncil suresi, Maide suresi, Peygamberler suresi. Kitaptaki surelerin
hepsi şu tür bir besmele ile başlıyordu: "Bismi'l Eb el-Kelimetu'r Ruh
el-İlahu'l Vahidu'l Uhed". "İbrahimi Dinler" vurgusunun
yapıldığı kitapta, genel'de Kur'an-ı Kerim olmak üzere, İncil'den ve Tevrat'tan
alıntılar bulunuyordu. Surelerin çoğunun adı Kur'an-ı Kerim surelerinden
alınmış. Ayetlerin de büyük çoğunluğu Kur'an'dan alınmış ancak tahrif edilerek,
kelimelerin hepsinin yerine başka kelimeler konularak alıntılanmıştı. 21.
yüzyılın kutsal kitabı olarak tanıtılan kitap, "Barış Kitabı" ve
"Üç Dinin kitabı" olarak da isimlendiriliyordu. Üçüncü Dünya
Savaşı'nın "İnsanlığa Hizmet için Dünyanın Birliği" adını taşıdığı
bildiriliyordu.
Ortadoğu'nun Yahudi ve Hıristiyanların diyarı olduğu
vurgulanıyordu. Kitap'ta Afganistan Fas'a İslam ülkelerinin olduğu bölgelerin
özellikle Yahudi-Hıristiyan medeniyetine ait olduğu vurgusu yapılıyordu. 20 yıl
içinde ABD'nin Ortadoğu'yu demokratikleştirme projesinin meyvesini vereceği
belirtilen kitabın bölümlerinde, bunun sonucunda İslam dünyasını
Hıristiyanlaştırılması bekleniyordu. Ancak beklenenin tam tersi oldu,
Hıristiyan dünyası müslümanlaşmaya başladı.
ÇILGIN SONLANIŞIN TEORİSİ2013 yılı sonlarında meydana
gelen Richter ölçeğine göre 7 şiddetindeki depremde Mescid-i Aksa'nın ve
çoğunluğu Filistinlilere ait binaların yıkılması ile tüm dünya şoke oldu.
İsrail'de binalar hasar almadı, zira depreme dayanıklıydı. Herkes mabedin
yıkılma nedenini bu depreme bağladı. Esasında Kudüs merkezli bu depremi yaptıran
Türkiye'de 17 Ağustos 1999 depremine yolaçan ABD-İsrail teknolojisiydi.
İsrail'in Süleyman Tapınağı'nı bulmak için sürdürdükleri kazma işlemleri
sonuçlanmıştı. Ancak tabi bir yıkımla dünyada masum rolu oynayabileceklerini
bilen Yahudiler, korkunç planının ikinci aşamasına geçti. Depremden sonra
Filistinlilerin barınacakları ev kalmadı, ancak İsrail Süleyman Tapınağı'nı
ortaya çıkardı, Mescid-i Aksa tarihe karıştı. Evsiz kalan Filistinli
depremzedeler, başta Kanada olmak üzere dünyanın dörtbir yanına dağıtıldı.
Artık yeni İsrail yerleşimcileri için yer açılmıştı. Filistin diye bir ülke
yoktu, zaten bu topraklarda yaşayan Filistinlide kalmamıştı. Filistin sorununa
çözüm bulunmuştu!
ABD'nin Afganistan ve Irak'ı işgaliyle geçen 2003-2006
yıllarının ardından, 11 Eylül konseptine karşı çıkan Rusya-Çin-Hindistan-İran-
Araplar, karşıt bir ittifak oluşturmuştu. Çünkü oyuncakları ‘ Kötü Kral’ Üsame
Bin Ladin’i kullanan ABD, tüm Asya ülkelerinde adeta sıkı yönetim ilan etmiş,
petrol yollarını tutmuştu. Bu arada Ortadoks ve Katolik Hıristiyan dünyası ABD
karşıtı cepheye katıldı. ABD'nin Ortadoğu'yu yeniden düzenleme çabaları, BOP
projelerini hayata geçirme girişimleri, İsrail'in güvenliği için dünya barışını
tehlikeye atması ve Armagedon kehanetleri artık herkesin canını sıkmıştı.
Siyonist planın nihai stratejik hedefinin İsrail'in meşruiyetini tanımayan ve
onun için tehdit oluşturan tüm dünya müslümanları olması, karşıt cepheyi
güçlendirdi. 13 milyonluk Yahudi milletinden ise 1 milyarı aşkın müslüman
dünyasını yanına almaya karar vermişlerdi. Daha fazla bekleyemeyen Siyonistler
2008 yılında, tasarlanan kıyamet savaşı için düğmeye bastı. İran’a karşı açılan
savaş ve kullanılan düşük yoğunlukta da olsa nükleer silahlar, Siyonist cepheyi
bir anda dünyada yalnız bıraktı. İran’da nükleer silah ürettiği varsayılan
Natanz’a nokta atışı yapılmıştı. Seçime giderken Bush’un açtığı savaş, Mesih
teorisine inanan Amerikalıların aklını tekrar çeldi. 2008 yılı yaşanıyordu.
2008' Kasım’ında yapılan devlet başkanlığı seçimlerini sandıkta yapılan
sahtekarlıkla tekrar Cumhuriyetçiler ve ABD Başkanlığını 3. Bush Florida Valisi
Jeb Bush kazandı. ABD, 2012 için savaşa bir trilyon dolar bütçe ayırdı.
Evanjelist-Yahudi-Şeytan ortaklığı, dünyayı kana buladıkları birinci ve ikinci
dönemlerin ardından üçüncü kanlı dönem paketini açma fırsatı yakaladı. Zaten
savaş başlamıştı. İran savaşının ardından Lübnan ve Suriye’ninde işgal edilmesi
gerekiyordu. Bu arada plan gereği, İsrail'in Suriye ve Lübnan'ı işgal projesi,
yapılan provakasyonlar ve yalan haberlerle 'legal' hale getirilmişti. Suriye ve
Lübnan,' terörist ülkeydi'; Hizbullah, İslami Cihat ve HAMAS gibi örgütleri
desteklediği için işgal edilme fetvası ABD Kongresinden çıktı ve Başkan Bush'a
savaş açma yetkisi verildi. Zaten bu sırada İsrail savaş açmıştı ve işgal
tamamlanmıştı. Geriye İsrail'in açtığı pislikleri temizleme kalmıştı.
ABD'nin dolarları İsrail'in korunması için akıtıldı.
İsrail korunurken, üç-beş ülke işgal edilmiş, milyonlarca insan mağdur olmuş
önemi yoktu. İsrail, vaadedilmiş topraklarına kavuşmaktaydı.
Irak'ta ABD'nin planı gereği birbirine gevşek bağlarla
bağlı üç bağımsız devlet kurulmuştu, adına Irak Federasyonu densede bu bal gibi
Kondefederasyondu. Irak parlamentosu ve hükümeti göstermelik bir bağlılık
arzediyordu. ABD, Irak'taki 5. valisini ( büyükelçisini) de değiştirmişti.
Ülkede bulunan 200 bin Amerikan askeri için her yıl
Kongre'den istenen 500 milyar dolarlık ek bütçeler tarihe karışmıştı, zira bu
para artık Irak petrolünün satışından elde ediliyordu. Güneyde Şiiler, Kuzeyde
Kürtler ve ortada Sünni Araplara kurdurulan üç devlet aslında Osmanlının Basra,
Musul ve Bağdat vilayetleri şeklinde bölgeyi yönettiği tecrübeden
esinlenilmişti. Tek farkla ki, Kerkük Kürdistan devletinin başkentiydi.
Türkiye, sünni bölgesinde asker bulundurma şartıyla Kerkük tavizini vermişti.
2007 yılında yapılan referandumda Kerkük’te Kürtler çoğunluk çıkmışve
Kürdistan’a katılmayı kabul etmişti. Ankara karışmış, son kırmızı çizgide
çiğnenmişti.
Ulusalcı akımlar Irak’a girilmesini istiyordu. Türkiye,
Washington’u ikna ederek asker sayısını 15 binden 30 bine çıkartmıştı, ancak
ABD yönetimi Kürtlerin bölgesine müdahele etmeme önşartını koşmuştu. PKK,
Kürdistan'da yönetim konseyinde üçte birlik pay almış ve terör faaliyetlerine
son vererek siyasileşmişti. İran ve Suriye'deki Kürtlerde Kürdistan'la
birleşmek istiyordu. Ancak aradaki tampon bölgede Türk askerinin varlığı buna
engel oluyordu. Bu nedenle PKK destekli Kürtler Türk askerlerine yönelik her
gün intihar saldırıları düzenliyordu.
Washington terörü kınasada, Türkiye’yi Irak’tan tamamen
atmak için fırsat kolluyordu. Türkiye Kürtlerinin Kürdistanla birleşme talebini
2008’de yazılı olarak taraflara bildirmesi Türk Genelkurmayı’nı çileden
çıkardı. 2006 yılından beri sınırdaki bölgede 250 bin asker bulunduran, Irak’ta
30 bin askeri bulunan TSK, İran ile işbirliği yaparak ABD-İsrail-İngiltere
şeytan üçgeninin Kürdistan oyununa engel olmaya çalışıyordu.
Bu arada İran savaşı ABD için sonun başlangıcı olmuştu.
2010’dan itibaren İran içine sızan operasyon birimleri rejim karşıtı ve etnik
gruplardan istihbarat çalışması yapmıştı. İran atom bombası için gerekli
uranyumu 2008’de elde etmişti. Asıl istihbarat ise İran’ın Kazakistan’dan 20
adet atom bombasını 2000 yılında satın almış olmasıydı. Bu bilgi savaşın sebebi
olarak ortaya atılmıştı. Nükleer bahane ile İran'a savaş açılması tüm İslam
Dünyası'nın tepkisini çekmişti, özellikle Lübnan'daki Hizbullah ve Irak'taki El
Kaide güçleri terörü daha fazla azdırmıştı.
İlk saldırıda sadece Natanz’a atılan bombalar İran
intihar saldırılarına başlayınca 260’a yakın nükleer çalışma yapılan tesise
doğru yönlendi. Nokta vuruşu yapılarak neredeyse ülkenin tüm coğrafyasında
hedefler vurulmuştu ve büyük sivil ölümler olmuştu. Kimyevi silah tesisleri
orta menzilli güdümlü füzelerle vurulmuştu. Nükleer tesisler için B61-11
denilen nükleer başlıklı roketler ilk defa denenmişti. Bu silah, yerin dibine
inerek nükleer patlama meydana getirmişti.
İran'ın yeraltındaki 20 tesisi yıkılmıştı, fakat yan etki
olarak deprem meydana gelmişti! Tahran'ın 150 km güneyindeki Natanz yeraltı
tesisi en fazla vurulan mekandı. İran'ın bombardıman ve füzeleri durdurabilme
kabiliyeti, Cyber-Attack denilen başka bir planla çökertilmiş, İran'ın savunma
sistemi felç edilmişti. İran'ın uydu haberleşmeleri ve elektriği kesilmişti.
İran, günde 4 milyon varil petrol üretiyordu. Çinle, 2006
yılında 30 yıllık 100 milyar doların üstünde petrol anlaşması imzalamıştı. Çin,
İran’ın vurulmasına çok sert tepki gösterdi. Petrol fiyatları varil başına 150
dolara fırlamıştı. ABD'nin 60 günlük stok yedek petrolü bulunuyordu.
Ancak OPEC üyeleri savaşı kullanarak petrol fiyatını
manipule etti ve Batı dünyası 1973'deki gibi bir petrol krizi ile karşı karşıya
kaldı. Batı'ya karşı gerçek cihat işte şimdi başlamıştı. İran'a karşı savaş
Lübnan'daki Hizbullah'ı ve Irak'taki Şiileri tetiklemişti. İsrail, Lübnan'a
girerek, Hizbullah' kamplarını vurmuştu. Bunun üzerine Hizbullah ve HAMAS,
İsrail'i kana bulayacaklarına yemin etti. Arkaya arkaya intihar saldırıları
düzenlendi. Pandora’nın kutusu açılmıştı. Suriye'nin arka bahçesine yönelik bu
saldırısı, Şam'ı da savaşın içine çekmişti. İran'daki Yüksek Dini Şura’ya
mensup 10 Şii molla Ayetullah, Irak Şiilerini başkaldırma fetvası verdi ve
sınırdaki ABD askeri yığınağına rağmen Basra'yı bir günde geri aldı. Irak'taki
Şiiler, İran'a karşı saldırıyı affetmemişti. ABD-İngiliz askerleri Irak'ı terk
edene kadar eylemlerine hız vereceklerini açıklamıştı. İran Cumhurbaşkanı
Ahmadinejad, Arap dünyasının daha güçlü ve güvenilir yeni Saddam Hüseyin'i olmuştu!
Bu güven sahte Mehdi’yi çıkarmalarına yol açtı.
İran, ABD’nin saldırısı nedeniyle planladığı
operasyonunun düğmesine bastı. İran istihbaratı son dönemde 8 dini fanatik
örgüte bu plan kapsamında büyük miktarlarda paralar aktarmıştı. Kıyamet Operasyonu
adı verilen operasyon, özellikle Ortadoğu’daki Amerikan ve İngiliz hedeflerine
yönelik saldırılar düzenlenmesini içeriyordu. Plan, Tuğgeneral Kasım Süleymani
komutası altındaki Devrim Muhafızları ile El Kuds Tugayları tarafından koordine
ediliyordu. İran istihbarat Bakanı Gulamhüseyin Mohseni Ezhei ile görüşen Irak,
Filistin ve Lübnan’daki militangrup temsilcileri ile Hizbullah liderliği bu
plana destek veriyordu. İran’da intihar saldırısı için adını yazdıran 70 bin
kişi, Kum ve İsfahan’daki kamplarda toplanmıştı. Devrim Muhafızlarına ait
kamplara katılanlara Mehdi Ordusu adı verildi. Başına sahte bir Mehdi olan Ebul
Kasım geçti.
Bu arada Irak’ta Mukteda El Sadr’a 20 milyon dolar yardım
yapıldı, Filistin’deki İslami Cihad örgütüne paralar akıtıldı ve örgüt üyeleri
eğitilmek için İsfahan’a çağrıldı.
Kıyamet Operasyonu şu aşamalardan oluşuyordu: 1- Basra
Körfezi’ndeki ve Irak’taki Amerikan hedeflerine direkt saldırıya geçilecek. 2-
Arap ve İslam ülkelerinde Amerikan elçiliklerine, Amerikan ve İngiliz şirketlerine
yönelik intihar saldırıları düzenlenecek. 3- Irak sınırından, özellikle
Şiilerin yoğun yaşadığı orta ve güney bölgelerden, buradaki Amerikan ve İngiliz
birliklerine saldırılar başlatılacak. 4- Hizbullah, Güney Lübnan’dan İsrail
içindeki hedeflere saldıracak.
Amerikan saldırıları sürdürülünce 50 kadar Şahab 3 füzesi
İsrail’e atılmıştı. Ayrıca Kanada, İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinde uyuyan
terör hücreleri faaliyete geçirilmişti. Artık ok yaydan çıkmıştı. 2012 yılına
kadar Irak petrollerinde üretim kapasitesini günlük 5 milyon varile çıkaran
ABD, artık 11 Eylül 2001 saldırısının gerçek faili olarak gördüğü, ancak günlük
1,5 milyon varil Suudi petrolüne bağımlı olduğu için ses çıkaramadığı Suudi
Arabistan'a dersini vermeye karar vermişti.
Irak, İran, Suriye ve Lübnan işgalleri sonrasında
gerçekleşen intihar saldırılarında bir kaç ay içinde 10 binden fazla Amerikan
askeri ölmüştü. Washington bu saldırıların Şiilerin yanısıra Vehhhabiler
tarafından organize edidiğini ve arkasında Suudi hükümetinin de olduğunu
açıkladı.
Bu ülke artık baş terörist ülkeydi. Amerikan kamuoyu,
ölen evlatlarının intikamının alınması konusunda dolduruşa getiriliyordu. CNN
bu konuda baş provokatörlüğü üstlenmeye devam etti.
Ve nihayet Bush, Suudi Arabistan'a da savaş açtı. Önce
Amerikan bankalarında yatan 4 trilyon dolara yakın Arap sermayesine el kondu.
ABD, Irak işgalinde olduğu gibi BM'yi ve dünya kamuoyundaki tepkileri
takmamıştı.
Kuvey, Katar ve Irak’taki Amerikan güçlerinin ortak hava
ve kara saldırısıyla Mekke işgal edildi ve Kabe yakıldı. Suud Kraliyeti
devrildi. Bu sırada savaşı ve Kabe’nin ateşe verilmesini canlı yayımlayan CNN
bu ülkeye demokrasi ve özgürlük getirecekleri masalını anlatmaktaydı.
Neticede Suud petrolüne ABD el koydu. İran petrolüne el
koymalarını Çin engellemişti. İran havadan vurulmuş, kara operasyonu
yapılmamıştı. Kabe'nin işgali ve kutsal toprakların ayaklar altında çiğnenmesi
tüm müslüman aleminde büyük infiale yol açtı. 2014 yılının son günleri İran,
Tel Aviv’e atom bombası atarak Kabe baskınını cezalandırdı. İsrail’de büyük
yıkım meydana geldi. 6 milyon Yahudi öldü. Geri kalanıda radyosyondan dolayı
10-20 yıl içinde ölecekti. Bu saldırıya cevap olarak havalanan, atom bombası
taşıyan İsrail uçakları önce 20 milyonluk Tahran'a doğru uçmaktaydı, ancak Washington'un
uyarısı ile bombalar Mehdi Ordusu’nun merkezleri Kum ve İsfahan'a atıldı. 5
milyon insan öldü. Bu gelişmeler üzerine toplanan ABD Kongresi, 2009 başında
İran'a resmen savaş açtıklarını ilan etti. Daha önce nokta atışları ile havadan
vurdukları İran’ı işgal planı açıklandı. Atom bombasından sonra direnmeye
mecali kalmayan Tahran teslim oldu. İran'da öğrenciler ayaklandı ve kanlı
biçimde molla iktidarına son verildi. İsrail, İran tehditinden böylelikle
kurtulurken, İran'ı işgal eden ABD güçleri, İran petrolüne el koydu ve petrol
ihracatının ABD dışındaki ülkelere dondurulduğunu açıkladı. Bu durum petrol
ihtiyacının yüzde 80'ini İran'dan karşılayan Japonya ve Çin ekonomisini krize
sürükledi. Japonya'da hükümet üyeleri harakiri yaparak intihar etti. Ancak Çin
pes etmeye niyetli değildi.
Oysa 2005'de Dünya Ticaret Örgütü üyesi olmuş Çin, son üç
yılda dünya piyasalarını allak bullak etmiş, ABD başta olmak üzere tüm dünya
ülkelerinde işşizlik oranı 1929 krizini sollayarak yüzde35-40'lara varmıştı.
Çin mallarının istilasını ve ekonomisinin büyümesini önlemek için ABD'nin
Çin'de çıkarttığı SARS ve yeni hastalıklara rağmen Çin, ABD için global bir
tehdit haline gelmişti. Çin'in yayılmacılığını durdurmak için yeni başkan 3.
Bush ve şeytanı külahını ters giydiren Yahudi danışmanları, dördüncü kanlı
paketlerini gösterdiler. Bush, bol kanlı bu paketi bol patlama sahneli bir
Hollywood filmi zannetti ve mucizevi kahraman rolünü seve seve kabul etti.
Bu devrede petrol fiyatlarının 200 dolara dayanması
üzerine ABD’de iç savaş çıkmak üzereydi.
Tek çare Suud veya İran petrollerini ele geçirmekti. Bu
nedenle Kabe baskını yapılmış, ancak İsrail kaybedilmişti. Kimsenin artık
Yahudileri düşünecek mecali kalmamıştı. ABD, gelmez ayın 15'inde seçim
yapılarak Riyad yönetimini devredeceklerini açıkladı, ama aşiret savaşları ve
intihar saldırılarından dolayı bunu hiç bir zaman yapamadı. İran işgali ise
uyuyan devi uyandırmıştı. Çin, ABD’ye savaş açtı. Rusya Çinle birlikte savaşa
girdi. Beyaz Saray, Küba’dan atılan nükleer bir füze ile havaya uçuruldu. ABD
başkanı 3. Bush öldürüldü ve 4. Dünya savaşı resmen başladı.
ABD Başkanı Bush'a Şahinler daha doğrusu şeytanlar korosu
olarak nitelenen Evanjelist-Yahudi danışmanları 4. kanlı paketlerini kabul
ettirirken, Amerikan kamuoyunda Antisemitik akımlar güçlenmiş, ' Jewishs Go
Home' slagonları Hitler'in 1932'de iktidara geldiği dönemi anımsatmaya
başlamıştı. ABD'nin dünya petrolünün yüzde 80'ini kontrol eder hale gelmesi,
sadece Çin, Japonya, Fransa ve Almanya’yı değil tüm dünyayı çileden
çıkartmaktaydı. Venezuella'da darbe yapan CIA, bir Amerikan vatandaşını bu
ülkenin başına oturtmuş, diğer petrol ülkesi Meksika ABD'den izinsiz petrol
ihracatı yapmayacağını teyit etmişti. Rusya'da dünyanın 4. büyük petrol şirketi
Yukos-Sibneft'in yarı hissesini Exxon-Mobil ve Chevron ortaklığına satmamak
için direnen Rus Lider Putin, OPEC ülkelerinin petrol üretimini kontrol eden
ABD ile birlikte petrol fiyatlarını 150 dolardan varilini 200 dolara
çıkartmıştı. Bunun sonucu petrol ithal eden ülkeler, 5 yıl öncesine göre dört
kat fazla fatura ödemek zorunda kaldıkları için ekonomileri çökmüştü. AB,
Locherbei eylemimde tazminat ödemeye ikna ettikleri Libya ve Norveç petrolü
sayesinde ayakta durmaktaydı. Ancak AB ekonomisi çökmüş, AB yeni üye kabul
etmeyerek 10 sene içinde dağılmaya karar vermişti.
ABD'ye direnen tek ülke Çindi. Şahinler, Çinde
sosyalizmin devrilerek yerine ABD güdümlü kapitalist bir yönetimin gelmesi
konusunda ABD Başkanı Bush’a Çin'in dört parçaya bölünmesi projesini sunmıştu.
Bush’un öldürülmesi bu plana Çin’in cevabıydı. Bu plana göre, Mandarince
konuşan Şankay, 1997'de devredilen Hong Kong, Uygurların yaşadığı Doğu
Türkistan, Tibet ve Aşağı Moğolistan'ın Çinden kopartılması için muhaliflere
destek verilecekti. Çin'in ucuz malları karşısında Yahudi sermayesi büyük zarar
görmekteydi. Ayrıca başta ABD ve AB ülkeleri olmak üzere Çin dünya pazarının
yüzde 60'ını eline geçirmişti. ABD'nin Orta Asya, Afganistan ve Uzak Doğu
üslerini tehdit eden Çin, bu bölgedeki ülkeleri işgal ederek ABD’ye açtığı
savaşta ciddi olduğunu gösterdi. 300 milyonluk Çin ordusu karşısında duracak
bir güç yoktu. Çin, bu plana karşı ikinci hamlesini yaparak ülkesindeki
Amerikan-Yahudi sermayesine el koyduğunu açıkladı.
Çin’in 500 milyar dolarlık yıllık ihracatının yarısını yapan
bu firmalara el konulması ABD’de şok meydana getirdi. Aynı zamanda ekonomiyi,
borsayı çökertti. Çin’e karşı savaş açılmasına ABD Kongresi karar verdi.
Stareteji olarak Hindistan’ın yanlarına çekilmesi planlandı.
Bu arada uslanmayan Şahinlerin diğer planı Türkiye
üzerineydi. 2008’de İsrail’in atom bombası ile ortadan kalkmasından sonra
tekrar vatansız kalan Yahudiler, Türkiye’nin GAP bölgesinin anavatanları
olduğunu resmen açıkladı ve Türkiye’den buraya yerleşmeleri için izin istendi.
Artık Büyük Kürdistan'ın kurulması için zemin hazırdı. Kürtlerin yaşadığı
ülkeler Türkiye dışında işgal altındaydı. ABD'nin Ortadoğu'da istediği gibi
kullabileceği, güven telkin eden ve Batı hedeflerine yönelik intihar saldırısı
yapmayan tek güç Kürtlerdi. Türkler, Kabe'nin işgal altında olmasınedeniyle
gittikce Arap dünyası ile daha fazla yakınlaşıyor ve ABD'yi bölgede
istemiyordu. Bu plan aslında vaadedilmiş topraklarının peşinde olan Büyük
İsrail delisi fanatik Yahudilerin, İsrail'in son dileğiydi. Türkiye'de
Alevi-Sünni provokasyonları çıkartılmış, aynı anda son 5 yıldır izlenen
Türk-Kürt milliyetçileri savaşı sonucu Kürtler ayaklanmıştı. Yunanistan'a
Kıbrıs'ta büyük bir ordu yerleştirme izni verilmesi ve bunun ABD üssü çatısı
altında olması Türk Genelkurmayı’nın çiğnenen son kırmızı çizgisiydi. ABD,
Kıbrıs’a karşılık Kürdistan pazarlığı yapıyor, Türkiye’de yaşayan Kürtlerin
kendi geleceklerini belirme hakkının olduğunu hatırlatıyordu. Diyarbakır-Van
hattı üzerinden Doğu bölgesi, Kuzey Irak’ta kurulan Kürdistan’a iltihak etmek
istiyordu. Talep edilen toprağın Kürtler için değil dünyada kalan son
Yahudilerin biraraya toplanması için istendiği açıktı. Bu sırada yaşadığı
liberal devrimden sonra ABD güdümünde olan İran'daki 25 milyon Azeri Türküne
Güney Azerbaycan devleti kurma izni verildi. İran'daki 5 milyon Kürt ise
Kürdistan ile birleşti.
Bu plan ABD için sonun başlangıcı olmuştu. 2003’den beri
süren 8 yıllık savaş ve ince ince işlenen eylem planları ters tepmişti. Çin,
Türkiye ve İran'da milliyetçi akımlar güçlenerek ABD'yi esir alan Yahudileri
teşhir etmeye başlamış, dünya kamuoyu ellerindeki medya gücünü kullanarak
kendilerini yıllardır uyutan Yahudilere karşı tek yumruk olmaya karar vermişti.
6 milyon Yahudinin yaşadığı ABD'de Amerikalılar, başlarına tüm felaketleri
Yahudilerin açtığını savunarak Yahudileri ülkeyi terkedip Türkiye’ye gitmeye
zorlamaktaydı. Binlerce Yahudi, Filistinlilerin yıkılan evleri, toprakları
üzerinde inşa edilen yerleşim yerlerine göç etmekteydi. BU bölgeler radyasyonlu
olduğu için Türkiye tercih ediliyordu. Bir kısmı ise 1964'de kovuldukları Irak,
Suriye ve Kuzey Irak'ı mesken seçmişti. Binlerce Yahudi Türkiye'nin GAP
bölgesinde büyük topraklar satın alarak Kürtlere komşu olmuştu. Yüzbine yakın
Yahudi, ABD’nin bastırmasıyla GAP bölgesine iskan edildi.
Bu arada İslam ordularını yöneten İranlı sahte Mehdi Ebul
Kasım, 2014 yılında Yunanistan ve Fransa arasına düşen kuyruklu yıldızı, kendi
lehine çevirmeye çalışarak Akdeniz Savaşı açtı.
Düşen yıldız sonrası Fransa, Almanya, Yunanistan ve
İspanya çok zayıflamıştı. Yunanistan nüfusunun yarısından çoğu kuyruklu yıldız
faciasında ölmüştü. Atina’yi işgal eden İran donanması, Kuzey Afrika’dan gelen
müslümanların katkısıyla İspanya’yı ele geçirdi. İspanya’nın büyük bir bölümü
yakılıp yıkıldıktan sonra istilacılar Pireneler’de fetihlerine devam etmeden
Ebro vadisinde toplandılar. Avrupa ordusu, güneyden sürüldü, Granada’dan sonra
Cordoba’da Mehdi ordusunun eline geçti. Fransız ve İtalyan askerleri Savona
çevresinde Mehdi ordusuna dirensede, kuzeyde Tuna’da yeni bir saldırı
başlamıştı. Sicilya ve Güney İtalya’ya artık istilacılar yerleşmişti. Roma ve
Venedik, sahte Mehdi’ye direnmeden teslim oldu. Vatikan yıkıldı, Papa kaçtı ve
Papalık sona erdi. Mehdi’nin komutanı Pers Aslanı lakaplı Şuayip Bin Salih
Ettemimi, Kuzeybatı İtalya ve İspanya’nın kalanını fethetti. Süveyşten geçerek
Akdenize gelen Foça’da demirleyen İran donanması, tüm Avrupa’yı kasıp
kavurmuştu. Mısır’ı işgal eden bu birlikler, kısa sürede Mısırlı, Sudanlı ve
Somalilerden oluşan büyük bir İslam ordusu kurmuştu. Afrika kıtası savaşmadan
teslim olmuştu. Floransa yakınlarında Fiesole’de yapılan son büyük savaşta
Avrupa yenilgiyi kabul etti.
Sakallı yıldızın ortaya çıkışından beri devam eden
Akdeniz savaşlarında üç koldan Avrupayı istila eden İran önderliğindeki Afrika
ordusu üç koldan üç komutanla sonuca gitmişti. İngiltere istila edilmişti.
İklimler değişmiş, İskandinav ülkeleri taşan nehirler nedeniyle tamamen sular
altında kalmıştı. Hollanda ve Belçika yok olmuştu. Arnavutluk üzerinden giren
ordu önce Yunanistan’ı, sonra İtalya ve İspanya’yı fethetmişti. Mehdi Ordusunun
rakiplerinin üzerine yağan şiddetli yağmurlar karşı koymalarını engellemişti.
Kuyruklu yıldız Fransa’ya büyük zarar vermiş, Yunanistan’ı ise tamamen yıkmıştı.
Atom bombasından binlerce defa etkili olan yıldızın düşmesi, depremler meydana
getirmiş, İstanbul’da 7.9 şiddetinde meydana gelen deprem kentin yarısınıyok
etmişti. İran ve Arapların ilerlemesine karşı İtalya, İspanya, Yunanistan,
Fransa ve Rusya ittifak kurdu. Savaş müslüman bloğun aleyhine dönmeye başladı.
Savaşa ABD de karıştı. Fakat kendi iç savaşıyla meşgul olduğu biçin liderlik
rolü üstlenemedi. Akdeniz ve Ege savaşları sırasında meydana gelen iki depremde
Yunanistan ve Türkiye’nin kıyı kentleri sular altında kaldı.
Katolik kilisesi çökmüştü. Bu olayla birlikte Batı
ittifakı güçlenerek karşı saldırıya geçti. Altı yıl içinde tüm kaybdedilen
topraklar geri alındı. Buna karşın bu sefer sahte İranlı Mesih, Yecüc ve
Mecüc’ü temsil eden Çinle anlaşma yaptı. Dört yıllık bir ateşkesten sonra savaş
2022 yılında yeniden başladı. Ortak ordu, Avrupa’yı yeniden istila etsede Batı
daha güçlü karşılık verdi.
Çinliler, önlerine geleni yakıp, yıktılar.
Bu devrede Çin boş durmamıştı. 2014 yılında Çin,
Afganistan üzerinden ABD'nin Uygurlara askeri yardım yaptıklarını iddia ederek
Afganistan'ı işgal etti. Kabil dışında Afganistan'da hiç bir bölgeye yıllardır
hakim olamamış ABD, bu beklenmeyen işgale nasıl cevap vereceğini bilemedi.
Bu zaten başlayan savaşın dehşetli olacağını
gösteriyordu. Dünya güvenlik sistemi ABD'nin 11 Eylül 2001 eyleminden sonra
başlattığı haksız işgaller ve içiboş olduğu anlaşılan BM'nin anlamsızlığı
nedeniyle tamamen çökmüştü. Kim güçlü ise o haklıydı. ABD'nin tepkisizliğinden
cesaret alan Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan'ı da
işgal etti. Dananın kuyruğu şimdi kopmuştu. Çin, Azerbaycan’a İranla birlikte
girdi. Hazar petrolü Çin’in eline geçti.
ABD-Çin arasında 9 yıl sürecek kanlı bir savaş
başlamıştı, kazananın olmadığı bu savaşta binlerce kişi ölecekti. Savaş, Güney
Kore, Vietnam'ı da içine alacaktı. Bu arada Hindistanla anlaşan ABD,
Hindistan'ın Pakistan, Endenozya, Filipinler ve Bangladeş'i işgal etmesi için
destek verdi ve Çin’in karşısına nüfusu bir milyarlık başka bir gücü çıkarmayı
denedi. Sonuçta ABD'nin Uzak Doğu karakolları yok edildi. ABD'ye İran işgaliyle
yol açtığı petrol krizi nedeniyle kızgınlık duyan Japonya, perde arkasında
Çin'in arkasında yer aldı. Rusya savaşa girmese bile Şankay anlaşması gereği
Çin'e tam destek veriyordu. Anlaşma gereği SSCB’den 1991’de ayrılan eski
cumhuriyetlerini Çin, Rusya’ya hediye etti. ABD- Çin savaşı, Uzak Doğu'yu kana
bulamaya başlamıştı. Çin, Yecüc-Mecüc kavminin ta kendisiydi.
Bu arada İran'da Turan-İran karışımı yeni bir devlet
kuruldu. Yeni İran hükümeti, Türkiye ve Rusya arasında kurulan güvenlik paktı,
Washington'u şok etti. Suriye bu pakta 2012 yılında katıldı. Irak ve Suriye,
1960'larda temeli atılan Pan-Arap devletini kurarak birleşti. ABD, Çin ile
savaşı sırasında bölgedeki askerlerini çekmek zorunda kalmıştı. Pan-Arap
devleti, içine Ürdün, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt ve Suudi
Arabistan'ı da alarak büyüdü. Sadece Mısır ABD'nin sadık müttefiki olarak bu
oluşumun dışında kaldı. Ancak 2012 yılında İhvani Müslim haraketi, Kahire'de
darbe yaparak birliğe katıldı. Çin’in yayılmacı siyasetine karşı İslam ülkeleri
savaş açtı. Sahte Mesih orduları yıllarca Avrupa’ya karşı savaşmış, Arapların
ve Farsların sayısı çok azalmıştı.
İsrail'in vaadedilmiş toprak hülyası gittikçe
çökmekteydi. Son 10 yılda Kürtler üzerinden Türkiye'de terör estiren İsrail,
TSK'nin Irak, Suriye ve İranla olan iyi diyaloğu ve bölge halkı ile yapıcı
yaklaşımları karşısında bocalamış ve bu arada Türkiye-İsrail stratejik
ortaklığı Yahudilerin hain planlarının ortaya çıkması ile bitmişti. İsrail ile
Türkiye'nin uzaklaşması Arap Birliği'ni Türkiye'ye yakınlaştırmıştı. Zaten
İsrail’in nükleer silahla yıkılması sonrası 500 sene öncesind eolduğu gibi
Yahudiler sığıntı gibi Türkiye’ye iltica etmişti. Yahudiler kontrol altına
alınmıştı.
Son 15 yılda Türkiye'ye akan Arap milyar dolarları ve
Arapların iş ve seyahat için Türkiye'yi tercih etmesi Türkleri super güce
çevirmişti. Türk ordusunun Irak ve Suriye'de halkın gönlünü kazanmasının bunda
payı büyüktü. ABD, Ortadoğu'dan yavaş yavaş çekilirken geçiş döneminde hep Türk
askeri Suudi Arabistan dahil işgal altındaki müslüman ülkelerde görev almış,
yılların önyargıları parçalanmıştı. Araplar, nihayet Türkleri müslüman olarak
görmeye başlamıştı. İslamülkeleri içinde yıllar süren anlamsız savaşlara
katılmayan tek güç Türk ordusuydu. Sahte Mesih ve Mehdiler, Müslüman-Hıristiyan
ve medeniyet savaşlarını körüklemişti. Türklerin AB’ye girmesiyle gerçek
İslamiyeti seven Avrupalılar silahla değil gönüllü olarak Türklerin dini
İslamiyet’i seçiyordu.
GERÇEK MESİH VE MEHDİ
Ve gerçek Mesih İstanbul’da ortaya çıktı. Yalancı İranlı
Mehdi ve Arap Mesih, İslam dünyasını savaştan savaşa dolaştırmış, dünyayı kana
bulamıştı. Gerçek Mehdi ise, bu zamana kadar İslam ve Hıristiyan dünyasını
eğitim ve diyalog çalışmalarıyla tevhid çatısı altında birleştirmiş, İslam
dünyasında birliği sağlamıştı. Bunları yaparken sadece gönülleri fethetmiş, bir
damla bile kan dökmemişti. 2022 yılında Avrupa büyük bir ekonomik krize girdi.
Çünkü İran-Arap ordusunun ikinci Avrupa istilasına ordusu olmadığı için engel
olamamıştı. Karşı koymak için kurulan ortak orduya milyar dolarlar aktılmıştı.
Ayrıca Almanya'da hortlayan ırkçılık akımları, AB kimliği adı altında
Almanların üstünlük kurma çabaları siyasi birliği parçalamıştı. ABD'nin Truva
atı İngilizler, son 20 yılda hep ABD ile haraket ederek petrol krizleri ve
savaşlar sırasında birliğe yüzünü dönmüştü. 2005'de üye olan 13 yeni üye ülkeye
akıtılan paralar halkın refah seviyesini düşürmüştü. Türkiye, tam üyelik
müzakerelerine 2013 yılında başlamış ve 2015’te üye olmuştu.Türkler vasıtasıyla
İslamiyeti yakından tanıtan Avrupalılar toplu halde müslüman olmaya başlamıştı
Bu arada 2020 yılının sonlarında AB ülkeleri biraraya gelerek birliğin
dağıldığını açıkladı. Avrupa bir İslam devleti doğurmuştu, AB’ne ihtiyaç
kalmamıştı.
Öte yandan 2008 yılından beri ABD Başkanlığını yürüten 2.
başkan Libby, yahudi olduğu için tepkiler gittikçe büyüyordu. 3. Bush’un
öldürülmesi ve çıkartılan savaşlar nedeniyle halk cumhuriyetçilere kızgındı.
2016 yılında yapılan başkanlık seçimini Çinle savaşın bitirilmesini isteyen
Demokrat aday kazandı. Şahinler, tam hezimete uğramıştı. Ancak savaş sona
ermedi.
Çin’in buna niyeti yoktu. 2016 yılında ise savaşın
gerçekten sona ermesini isteyen Demokrat aday Jery Bill başkan olsada savaşın
sona ermesi 2020 yılını bulmuştu. Bu yıllarda ABD, yurtdışındaki tüm
askerlerini geri çekerek büyük bir ricat yapmış, içeride ise ülkeyi terketmek
zorunda kalan Yahudilerin yol açtığı ekonomik yangınları sarmak ile meşguldü.
Yoksulluk seviyesinin çok altında yaşayan zenciler ve dışlanan Hispanikler
Latinler heryeri talan etmekte, ülke içi terör nedeniyle hergün binlerce insan
ölmekteydi. ABD, resmi bir açıklama yaparak İslamiyet’i ülkenin 1. dini olarak
tanıdı. Gerçek İseviler, ipleri eline aldı. 2020’de yapılan devlet başkanlığı
seçimini ilk defa bir İsevi bir müslüman olan Yusuf Salih kazandı. Dünyada
artık müslümanlar ve dinsiz Çin ordusundan başka kutup kalmamıştı. 2020-2026
arasında Ortadoğu'da dayısız kalmış İsrail, son gücü ile dünyadaki tüm
Yahudileri sermayeleri ile birlikte Türkiye, Irak ve İsrail'e taşımış ve nüfusu
büyük yıkımdan sonra ilk defa 13 milyona çıkmıştı. İsrail'in baş düşmanı artık
Amerikalılardı. Dünyanın süper gücünü 25 sene içinde haksız işgallerle
savaştırmış, öldürtmüş, nihayet ekonomisini çökertmiş ve dünyada yapayalnız
bırakmıştı. 2003'lerin gelişmiş ülkeleri yerlerine yeterli nüfus bulamamaları
ve işci gücü kalmaması nedeniyle çökerken, son 20 yılda Batı medeniyetini her
bakımdan yakalamış müslüman ülkelerin yüzünü dinamik nüfus yapıları ve aile
kurumları güldürmüştü. Ve 2027 yılında İsrail istihbaratı Mossad Habeşli bir
grubu finanse ederek, komandolarıyla yıkmak amacıyla Kabe'ye intihar saldırısı
düzenledi. İslam alemi, artık 2007'deki ABD Kabe baskınına boyun eğen
müslümanlardan oluşmuyordu. Üstelik İsrail'in dayısı ABD kendi iç meseleleri
ile uğraşmaktaydı. AB dağılmış, Çin ise dünyanın başına bela olmuş, yıllarca
kendisini sömüren Amerikalı Yahudi iş adamlarına kin biliyordu. Arap Birliği,
200 bin kişi ile dört bir koldan Irakve İsrail'e girdi ve bir hafta devam eden
savaşta canlı kimse kalmadı. Kürtlerle yahudilerin elbirliği vererek
Türkiye’den toprak koparmasına seyirci kalmayan Türk ordusu, yerleşimci
yahudileri silmiş süpürmüştü. Megiddo Ovası’nda yapılan savaşta Gargad ağaçları
dile gelerek arkasında saklanan Yahudi’yi öldürmeleri için gösterdi. Beklenen
kehanet gerçekleşmiş, gerçek Mesih ordusu olan Türk ordusu, müslümanların
tarafında yeryüzünün en fesat milletini temizlemişti.
Mesih geldiğinden beri pek çok memleket ve şehirler bir
bahane ile helak olmuştu. Habeşten çıkan Mossad’ın provoke ettiği grup Mekke’yi
tamamen yıkmış ve taşlarını birbirine sunarak Kızıldeniz’e savurmuşlardı.
Kıtlık ve açlıktan Medine harap olmuştu. Depremler ve sel baskınları içlerinde
Semerkant ve Buhara ve Batı ülkelerinin kentlerini yıkmıştı. Ayrıca harpler
kentleri tanınmaz hale getirmişti. Hemedan, Curcan, Taberistan zulümle, Şam
korkuyla, Bağdat, hırsızlıklarla harap olmuştu. Şam ateşe verilmiş, Basra’yı su
basmıştı. İstanbul depremde yıkılmış, Nil kurumuş, Kudüs nükleer facidan sonra
ateş ve susuzluktan haraptı. 7 yıl içinde 21 tane felaket yaşanmıştı. 21 tane
felaket peş peşe gelmişti. Son kehanet olan Armagedon savaşı Yahudiler aleyhine
gerçekleşmişti.
Ancak Çin ve Rusya henüz durdurulamamıştı. Fırat nehrinin
suları çekilmişti. Bu topraklarda çıkarılan savaşlarda her 10 kişiden 7’si
ölmüştü. Bu fırsatı değerlendiren Deccal’in askerleri kuru toprak üzerinden,
Fırat nehrinin kuru yerleri üzerinden geçmiş ve Bağdat’a doğru yürüyordu.
Bu devrede 2037’de Horasan’da ortaya çıkan ve kuzeyin
fesadını yöneten Deccal’in dinsiz ordusu, tüm dünyayı ideolojik olarak işgal
etmiş, nefisleri zevk ve sefa damarından ele geçirmişti. Deccal, direk şeytana
bağlı bir büyücüydü. Horasan’da orya çıkmış, İsfahan’da peşine 70 bin Yahudi
toplamıştı. Bunlardan 15 bini kadın, ikiyüzbini erkek askerdi. Bir gözü kördü.
Büyüsüyle etrafını cennet gibi gösteriyordu. Bu devrede
Mehdi, Deccal’in fethettiği tüm yerleri manevi alemde yürüttüğü kalp ve ruh
savaşıyla madden geri almıştı. Mesih’e son darbeyi vurmak kalmıştı.
Basra’da konaklayarak çılgınca bir eğlence düzenledi.
Deccal’ın komutasındaki bu ordu son hücumunu Bağdat’a yaptı. Mesih’in Hızır’ı
Barnaba,’ Ya Deccal yalancısın’ diye bağırdı. Deccal Hızır Barnaba’yı orada
öldürdü. Allah, onu tekrar diriltti. Hızır Barnaba,diri olarak gelerek şöyle
konuştu: Ya melun, O Halik*I Rabbü’l Alemin bana tekrar hayat verdi. Deccal
geri dönerek gerçek Mesih’in ordusu ile Şam’da karşılaştı. Deccal’in 200 bin,
Mesih’in yüzbinlik orduları karşılaştı. Deccal’in ordusu 30 bin kalarak çekildi
ve İstanbul’a sığındı. Burada gelen Mehdi ordusu, Deccal’i öldürerek İstanbul’a
girdi.
Avrupa’yla müslümanların tevhid dini İslamda buluşarak
kurduğu 17 yıllık ittifakına karşı savaş açan Çin 2045 yılında müslüman ülkeler
üzerine akın etti. 7 yıl devam eden Çin ile müslümanların savaşlarında
bahadırlıklarıyla meşhur Hindistan ve Kafkasya’nın müslüman evlatları büyük bir
direnç gösterdi. Mesih, Ruslarla işbirliği yaparak Çin’in gücünü azalttı.
Rusya’da tevhid dinine dönüş yaptı. Mesih ve Mehdi, 7 yıl
boyunca ortak haraket ederek bu belaya karşı koymuştu. Buna rağmen bu korkunç
savaşlar sonrasında müslümanlar yenilmiş, Tunus kıyılarına kadar kaçmıştı.
Mesih komutasındaki İslam orduları Tur-u Sina dağı eteklerine sığınmıştı. Yecüc
ve Mecüc, kısa boylu, küçük gözlü, kulakları sarkmış Çin ordusuydu.
Tarihlerinde ilk defa Çin seddini aşarak istilaya
kalkışıyorlardı. Önlerine çıkan insan ve hayvan demeden herşeyi yok etmişlerdi.
O kadar büyük bir orduydu ki kuşlar konacak yer bulamıyordu.
Büyük bir kıtlık ve açlık yaşanıyordu. Müminler Mesih’in
nasihatı ile eğleniyor, Allah’a zikirle doyuyorlardı. Mesih’ten bu kavmi helak
etmesi için dua etmesini istediler. Mesih dua etti.
Müminler amin dediler. Yecüc ve Mecüc ordusunu
boğazlarından başlayarak bir kurtçuk veba musallat oldu. Karait denen Allah’ın
askerleri onları mağlup etti. Allah’ın gönderdiği kuşlardanatılan kurtcuklar
sayesinde boyunları deve boynu gibi oldu. Bedenleri bir ağaca giren kurt gibi
kemirildi. Toplu halde ölmeye başladılar. Ölüleri denize döküldü. Ortalık
cesetden geçilmiyordu.
Mesih dua etti, 7 gün aralıksız yağmur yağdı ve cesetleri
temizledi. Tarihler 2053 yılını gösteriyordu. Allah yeryüzünü son kere inananlara
teslim ediyordu.
Barış ve bolluk dönemi başlamıştı. Mesih, Arap kızıyla
evlenerek çocuk çocuğa karıştı. Bir kızı oldu. 2070 yılında huzur içinde öldü.
Dünyada inançsız kimse kalmadı. Bu Altın Çağ, aralıksız 40 yıl sürdü. Dünyada
Yahudi kalmadığı için fesat üretecek bir toplulukta yoktu. Ancak 23. yüzyılın
başlarında aşırı bolluk ve zenginlik insanların başını döndürdü. Livata dahil
tüm günahlar işlenmeye başladı. İnançsızlık yayılmaya başladı. Kuzeyden çıkan
barbar bir grup kan dökerek, aşırı rahata alışmış milletleri öldürmeye, mamur
kentleri yakıp yıkmaya başladı. Moğol istilasından beri böyle katliam
görülmemişti. Bu inançsız topluluk 9 senede tüm dünyayı istila etti. Allah
adını almaya insanlar korkuyordu. Ve Allah diyen kalmadı. 2118 veya 2119 yılı
yaşanıyordu. Doğu taraftan, bazılarının Marduk gezegeni dediği, Swift-Tutle
adlı kuyruklu bir yıldız dünyaya yaklaşıyordu. Yedi gün boyunca ışıltısı
dünyayı sardı. Dünyaya yaklaştıkça ateşi insanları pişirdi, denizleri kaynattı,
dağları pamuk gibi savurdu. Son kıyamet alameti Duhan adlı tütün kuyruklu
yıldız dünyaya çarptıktan sonra belirdi. İnsan insanı görmeyecek kadar sis
yeryüzünü kapladı. Kırk gün, kırk gece kalkmadı. Müminlere dokununca canlarını
aldı, kafirleri ise sarhoş yaptı, ne yapacaklarını bilmez halde dolaşıyorlardı.
İnsanlar, cinler ve hayvanlar toplu halde ölüyorlardı. Kırk günden sonra duman
açıldı ve kıyametin koptuğunu ilan eden ilk Sur borusunu Mikail üfledi.
Sonra Yüce Mevla, Şam diyarından soğuk bir rüzgar
gönderdi. Kalbinde zerre miktar iman olan kimselerin ruhu alındı.Bir milletin
ciğerine (bir dağın ücra köşesine) girmiş olsa bile orada ruhu alındı. Arslan
rüyası ve kuş hafifliğinde insanların kötülükleri kaldı. İyiliği bilmezler,
kötülüğü inkar etmezlerin üzerüne kıyamet koptu. Şeytan onların önüne çıktı ve
siz davete icabet etmiyor musunuz?" dedi. Şeytan putlara ibadet etmelerini
emretti ve ibadet ettiler. Onlar bu durumda güzel hayat ve rızkı tekrar temin
edeceklerini sandılar. Sonra ikinci sur üfürüldü. Suru ilk duyan devesinin
havuzuna leke bulaştıran bir kimse ki o helak oldu ve insanlar da helak oldu.
Sonra Cenab-ı Hak hafif bir yağmur gönderdi. Bu yağmurla ölen insanların
cesedleri bitti. Sonra üçüncü Sur üfürüldü ve insanlar uyandılar ve sonra
"Ey insanlar, Rabbinize koşun" dendi, onlar suale çekileceklerinden
dolayı Rablerinin huzurunda dikildiler. Daha sonra "ateş ordusunu
çıkarın" denildi. Buna cevaben; bin dokuzyüz doksanmı, bu öyle bir gündür
ki gençleri yaşlandırır, bu öyle bir gündür ki o gün incikten açılır ve secdeye
davet edilir dedi insanlar. Kuyruk sokumunda bulunan kemikten insanlar
dirilmeye başladı. Mahşer alanı, dünyanın güneş etrafında döndüğü yörüngeydi ve
cehennemim sınırlarını çiziyordu. Cennet ise sonsuz genişlikteydi. Büyük
buluşma başladı.
Kıyametin ne zaman kopacağını elbette sadece Allah bilir;
O, işaretleriyle
kutsal kitaplarında anlatmış, alametlerini peygamberlerine söyletmiş,
evliyalarının kalbine ilham etmişti. Nihayet O büyük gün gelip çatmıştı. Bundan
sonra büyük buluşmada kitaplar saçılacak, terazide günahlar-sevaplar
tartılacak, Allah’ın rahmetine merhametine göre, iyiler cennete kötüler
cehennemine Sırat köprüsünden geçerek gidecekti.
Muhyiddin Arabi’nin kitaplarından derleyerek
oluşturduğumuz bu öngörü elbette doğru çıkmayabilir.
Kıyametin ne zaman kopacağını Hz. Muhammed (SAV) dahi
bilmez iken, bu satırların müellifi fakirin bilmesi düşünülemez.
Bu Aso tasarruf ve kredi kredi sirketidir. kisisel is için bir kredi gerekiyor, ya da tüm temizlemek için kredi ihtiyaciniz varsa
YanıtlaSilDaha fazla bilgi için evisloanfirm@gmail.com: fatura lütfen bizim bizim burada e-posta ile temasa geçin. Bilginiz için, firmamiz
Eger ilgileniyorsaniz lütfen bize geri almak hemen kredi ile halletmek için,% 2 faiz oraniyla kredi vermek
2z
Onay belgesine aktarmak.
Dolgu ve dönüs
(1) Tam adi: ………………..
(2) Kredi Tutari: ……………
(3) Kredi Süre: …………..
(4) Cinsiyet: …………………….
(5) Cinsiyet: ……………
(6) Ülke:
(7) Ev adresi: ………
(8) E-posta adresi:
(9) Telefon numarasi: ………..
Bay Evis Philip
Bu, hepiniz için dünyadaki en büyük organizasyonun bir parçası olmanız ve kariyerinizin zirvesine ulaşmanız için açık bir davettir. Bu yılki işe alım programcısı başladığında ve yıllık hasat partimiz neredeyse el altında. Grandmaster bize her zaman sizin gibi insanlara ulaşma yetkisi verdi, bu yüzden bu fırsatı yakalayın ve büyük Illuminati organizasyonuna katılın, küresel birimimize katılın. Yoksul, muhtaç ve yetenekli getirmek
YanıtlaSilŞöhret ve servetin önemini. Para kazan, şöhret, güç, güvenlik.
işinizde tanınan, siyasi kariyer, ne yaparsanız yapın, en yüksek seviyeye yükselin
Manevi ve fiziksel olarak korunmuş! Tüm bunları başaracaksınız
bir göz parıltısı
İlluminati'nin Satanizm, Luciferism veya herhangi bir din ile hiçbir ilişkisi yoktur. Bireysel üyelerimizin seçtikleri ilahları takip etmelerine izin verilirken, yalnızca insan türlerinin yararı ve korunması için çalışıyoruz.
Bu yeni Illuminati dünya düzenine üye olmayı kabul ediyor musunuz?
Ara ve WhatsApp +19735567426
Mac carlosmacdonald234@gmail.com