16 Eylül 2014 Salı

HASAN SABBAH: ALAMUT KALESİ VE CENNET FEDAİLERİ




Yazar : Enes Türkoğlu            Tutku Yayınevi

Moğollar tarafından 1256'da lanetli olduğu düşüncesiyle yıkılan Alamut Kalesi'

Tarihte terör, korku, dehşet ve suikasttan bahsedildiğinde akla gelen ilk isim Hasan Sabbah ve cennet fedaileridir... Mekânsa elbette ki şimdilik yeryüzünde var olmayan Alamut Kalesi...

Hasan Sabbah'ın liderliğinde tam 33 sene devam eden, ancak aradan geçen yüzyıllara rağmen dünyada milyonlarca insanın zihninde aynı korku atmosferini yayacağı endişesi yaşatan Haşhaşiler'in sırrı neydi?


Hz. Muhammed'in torunu İmam Cafer'us-Sadık'ın oğlu İsmail'i imam kabul etmiş gibi görünen ve İsmalîyye Mezhebi'ni yaymak için Alamut Kalesi'ni üs seçen Hasan Sabbah ve fedailerinin kazanmak için kullandıkları tek metod vardı: 

Süikast  ve Terör...



Selçuklu İmparatorluğu'nun meşhur veziri Nizamülmülk başta dönemin önde gelen pek çok devlet yöneticisi ve komutanını kanlı hançerleriyle öldüren Haşhaşiler'in motivesinde kullanılan yöntemler halen tartışılıyor...

Hasan Sabbah'ın 'müritlerini' terör ve suikast işlemeye ikna için kullandığı yöntem günümüzde terör örgütlerinin vazgeçemediği taktiklerinin başında geliyor; şehvetli bir kadın ve uyuşturucu...

Şeyhlerini memnun etmek için her türlü çılgınlığı bir an bile düşünmeden yapabilen, binlerce kişilik, yüzyıllardır faal bir ordu... Ölümden korkmadan hatta ona koşa koşa gidebilenlerin dehşet verici hikâyesi neidi ?


BU CİNAYETLERİ HEP SAHTE CENNET VAADİ İLE YAPTIRMAKTAYDI.

Hasan Sabbah'ın kurduğu 'sahte cennet bahçeleri' bu bahçeye gire-bilenlerin her türden ihtiyacına cevap vermeye hazır yüzlerce güzeller güzeli kadın... Hasan Sabbah'ın 'öldür' emrini bekleyen binlerce mürit bu sahte yeryüzü cennetini bir kere tatmış ve kendilerini hayatlarının geri kalanını burada geçirmeye adamıştı.

Fedai yapılmak istenenler hariç, bu bahçeye kimsenin girememesi için gizli bir geçit de yapılmıştı. Hasan Sabbah 12 ilâ 20 yaş arasındaki fedai adaylarına tıpkı peygamberlerinin anlattığı gibi Cennet'i önce tasvir ediyordu. Daha sonra anlattığı Cennet'in gerçekliğini ispatlamak için fedai adaylarına önce uyutucu bir ilaç içiriyor, daha sonra onları gizli geçitten bahçeye taşıyordu. Fedai adayları uyandıklarında, anlatılan Cennet'i gözleriyle görüyor ve Hasan Sabbah ne isterse onu yapmaya hazır bir kıvama geliyorlardı. Bir zaman sonra yeniden uyutulan fedai adayları Hasan Sabbah'ın yanına döndürülüyor ve ondan, istenileni yaptıkları halde Cennet'te sonsuza dek kalacaklarına dair vaadler duyuyorlardı (Lewis 6-7)."

Cennet'ten çıkarılan fedailer gördüklerini diğerlerine de anlatıyor ve Hasan'ın kale içerisindeki etkisini katlıyordu. Cennet'i görenler, Hasan Sabbah'ın emirlerini korkuyla değil, arzuyla yerine getirir hale geliyordu.

HASAN SABBAHLA İLGİLİ KONULAR :

1-HASAN SABAHIN KISA HİKAYESİ VE HASAN SABBAH'İN  YAPTİGİ O DEHSET AÇİKLAMA..
2-HASAN SABBAH NASIL BİR ADAMDI?SIRLARI NEİDİ?
3-3- HASAN SABBAH  DÖNEMİNDE   İNANIŞLAR  KARMATİ , İSMAİLİ HAREKETİ
4- HASAN SABBAH OLUŞUMU.
5-HASAN SABBAH IN MESHEP KURALLARI
6- HASAN SABBAH İNSANLARA BİR MÜSLÜMAN OLARAK SUNULDU VE GÖSTERİLDİ.
MEZHEP FAKTÖRÜ OLUŞTURULDU BİR TRUVA ATI GİBİ.
7-ALAMUT HASAN SABBAHIN DÜNYA DÜZENİ ve İMAM GAZALİ NİN ENGELLEMELERİ
GÜNÜMÜZE İZ DÜŞÜMLERİ
8-İSMAİLİLİK’İN TÜRK VE BATI DÜNYASI ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
9-HASAN SABBAH  İSMAİLİ MİSYONERLİĞİ
10- HASAN SABBAHIN SULTAN SELAHATTİN EYYUBİ  VE
TAPINAKÇILAR  ARASINDAKİ İLİŞKİLERİ
11- HAŞHAŞÎLER'İN SUİKAST YAPTIKLARI VE ÖLDÜRDÜKLERİ
ÖNEMLİ DEVLET ADAMLARI.
12-İSMAİLİYE İNANCI VE BU İNANCIN GETİRDİĞİ SONUÇLAR
13-HASAN SABBAH HAKKINDA BATININ VE DİĞERLERİN FİKİRLERİ.
14-TEMPLİYERLER  KİMDİR?MASONLARLA İRTİBATI , YAKINLIĞI NEDİR?
15-İSMAİL DÖNEMİNDEKİ HAÇLILAR  (TEMPLİYERLER ) VE  HASAN SABBAH ÖRGÜTLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİLERİ
16-ESKİNİN“HAŞHAŞÎ” DÜNYA DÜZENİ  , GÜNÜMÜZÜN YENİ DÜNYA DÜZENİ
17-KUDUS HAÇLI SEFERLERİ  ve  HASAN SABBAH.
18-İSMAİLİLER DÖNEMİNDEN SONRA ( BATINİLAR ) DÖNEMİNDE  BEKTAŞİLİK VE ALEVİLİĞİN GÜNÜMÜZE İZ DÜŞÜMLERİ
19- HASAN SABBAHIN GENÇLİK ARKADAŞI ,DOSTU ÖMER HAYYAM MÜSLÜMAN DEĞİLDİ.
20-HASAN SABBAHIN ÖLÜMÜ
21-KAYNAKÇA

HASAN SABBAH HAŞAŞİLERİN GERÇEK TARİHİ YÜZÜ :

1-HASAN SABAHIN KISA HİKAYESİ VE HASAN SABBAH'İN  YAPTİGİ O DEHSET AÇİKLAMA..

Hasan Sabbahın kısa hikayesi  hayatı :

Hasan Sabbah (1035 - 1124), Büyük Selçuklu Devleti zamanında yaşamış olan, tarihin eski ezoterik ve batıni örgütü Haşhaşileri kuran ve ölene kadar liderliğini yapan kendini gizlemiş İranlı Yahudilerindendir. İran tarihteki en gizemli insanlardan biri olarak adı geçer.

Hayatı:İran'da Kum kentinde dünyaya gelmiştir. Zamanın önde gelen okulllarında okuma şansı bulmuştur. Ailesiyle birlikte Rey şehrine gittiğinde burada Şii inancının önderleriyle temas etmiş ve Şiiliği benimsemiş-tir. Dini çalışmalarını geliştirmek için Fatimilerin hakim olduğu Kahire'ye gitmiştir. İran'a döndüğünde Sel-çuklu Türk sarayında yüksek bir memuriyetle işe başlayacaktır. Ünlü yönetici Nizamülmülk'ün emrinde ça-lışmaya başlayacaktır.Bu aşamadan sonra hayat hikayesinde belirsizlik başlar.

Devrinin yetiştirilmiş en büyük Şeytanîsi. Annesi Yahudi. Babası sonradan İslam’ı kabul eden bir tüccar. Tabii ki İslam’ı kabulü bir kılıf. Koyu bir Hıristiyan. Haçlı, tapınakçı.
Sabbah, daha bebekken 9’ların en büyük Şeytanîsi tarafından seçilir. Ondan sonra gözetilir, yetiştirilir. İhtisası büyücülük ve ilizyondur. Devrinin en büyük ilizyonistidir.

Yetişkin biri olduğunda kendisine biçilen her şey, Şeytanîlerin programlarınca uyarlandı. Alamut Kalesi kayalıkları seçildi. Ortadoğu’nun en büyük sihirbazı; ilizyon üstadı Şeytanî Mala himaye etti. Alamut Kalesi dekorlarla ilizyon mekanı hâline getirildi. O dönemin imkanlarıyla Sabbah, devrin en iyi bilginlerinin yanında farklı yetiştirildi.
İnsanlara bir Müslüman olarak sunuldu ve gösterildi. Peki gaye neydi?

Dönemde ünlü Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk'ün emrinde çalışmaya başlayan Hasan Sabbah.Kuzeyden İran'a göç eden Türkmenler'in nüfuslarının artması ve bu sebeple İran'da oluşan kapasite sorunun çözülmesi için Anadolu yarımadasına göç ettirilmesi projesinin engellenmesi ve böylece İslam'ın batıya yayılışının engellenmesi amacıyla dönemin gizli ve ezoterik özellik taşıyan dinsiz Yahudi örgütleri tarafından özel olarak yetiştirildiği ve el altından finanse edildiği, babasının bu örgütler adına çalışan Avrupalı bir Hristiyan olup Müslüman gibi yaşadığı annesinin ise bir Yahudi olduğuna göre, Hasan Sabbah'ın asıl amacı orduya ve eyaletlere hakim Türkler ile bürokraside görevli Farslılar arasında kalıcı bir etnik gerilim oluşturmak ve Türkmen aşiretlerinin batıya göçünü olabildiğince geciktirmek ve mümkünse engellemekti.


İsmaili tarikatını seçerek, kendi toplum ve düşünce sistemine göre Yahudi kabalası etrafında olan kişileri önderliğe getirmek , Haçlı seferlerini kolaylaştırmak ve islamiyetin daha fazla ve hızlı yayılmaması için buna etkin faydalı olan kişilere suikastler düzenlemiştir. Bu suikastleri işletmek için militanlarına haşhaş vererek onların zihinlerine avucuna aldığı bilinmektedir. Bu yüzden örgütün adı Haşhaşiler yani  assassin olmuştur.

Merkezleri, yüksek bir kayalığın tepesinde kurulu olan Alamut Kalesi'ydi. bu kalede 2000 mürit yaşıyordu.


HASAN SABBAH'İN  YAPTİGİ O DEHSET AÇİKLAMA..

“Oyleyse dinle. Bu senin son sansin. Ben taraftarlarima daima Arap asilli oldugumu anlattim. Rakiplerim ise aksini ispat etmeye calistilar. Hakli olan onlardi. Fakat neden boyle davrandim? Cunku siz Persler kendi irkiniza gereken onemi vermiyorsnuz. Peygamberin dogdugu ulkeden herhangi biri sefil bir dilenci bile olsa, sizin gözunuzde dunyanin en kiymetli adami oluveriyor.

 Oysa sizler Rustem’in ve Suhrab’in, Minuçehr’in ve Feridun’un torunlarisiniz.
Husrev’in, Ferhad’in, eski buyuk Pers krallarinin, Pers imparatorlugunun varislerisiniz! Fidevsi’inn,Ansari’nin ve daha nice sarisin sizin dilinizi konustugunu unuttunuz! Kendinizi Araplarin dinine ve kulturune tabi kildiniz! Simdide, bozkirlardan gelen at hirsizlarinin, turklerin onunde, karin ustu yerlerde surunuyorsunuz!Selcuklu kopeklerinin yarim asirdan beri size hukmetmerlerine musade ediyorsunuz! Oysa siz Zerdust’un torunlariniz.
Gencligimde iki arkadasim ile kutsal bir yemin ettik Omer Hayyam.

Bu taht hirsizlarini alt etmeye yemin etmistik.Çünkü onlar müslümanlığı koruyan çoklu ve büyük engellerdi.
 Planlarimizi gerceklestirmek icin toplumun en ust seviyelerine ulasmaya calisicak ve bu cabalarimiz sirasinda birbirmizi tum gucumuzle destekliyecektik. Ben araç olarak Ali taraftarlarini kullanmaya karar vermistim. Cunku bunlar Bagdat halifesine dolayisiyla da Turklere karsi idiler. Vezir ise Selcuklularin hizmetine girmeyi yeglemisti. Onceleri onun sectigi yolun emellerimizi gerceklestirmek icin gereginden uzun oldugunu dusunuyorum. Bu nedenle onunla konusmak istedim ama hala bu cocukca dusuncelere inandigimi isitince cok sasirdi. Her ne kadar saraya girmeme yardim ettiysede kisa sure sonra benim eski kararlarimiza bagli kaldigimi kabul etmek zorunda kaldi.


Nufuzumuzun giderek arttiginin farkina varinca, beni yok etmek icin elinden geleni yapmaya basladlar  ve bir sure sonra surgune gitmeye mecbur kaldim. Basima tam on bin altin odul koymustu! Genclik ruyamiz da boylece sona erdi. Bas vezir, canaginin yaninda oturuyor ve yabancilara sirin gozukmek icin her turlu soytariligi yapiyordu.
Omer Hayyam ise sarap iciyor, kadinlari seviyor, kaybettigi ozgurlugune yaniyor ve dunyadaki herseyle alay ediyordu.

Fakat ben halkin kayitsiz tembel oldugunun farkina vardim; onlar icin kendimi harcamaya degmezdi. Bos yere onlari uyandirmaya ve aydinlatmaya calismistim. Inasnlarin buyuk kisminin hakikatinin ne olduguna neye ilgi duyduguna inandıklarını farkettim.
Umurlarinda bile degil! Tek istediğim dinlerinin ve  rahatlarinin bozulmamasi ve hayal guclerini canli tutmak icin masallar anlatmak gerekti. Veya kimin hali kimin haksiz oldugunun onlar icin bir anlam ifade ettiginimi dusunuyorsun? Asla! Yeterki onlarin zavalli isteklerinin bir kismini tatmin et. Artik kendimi bos hayallere kaptirmak istemiyordum.

Madem ki insanlik bu sekilde, Artik bende ulvi amaclarima ulasmak icin onları kullanicaktim! Insanlarin aptallıklarını ve saflıklarinin kapılarını açmaya çalıştım .

 Onlarin her tur bencil isteklerinden ve zevklerinden kendi cikarima yararlanmaya basladim. Tum kapilarla hedefler onume acilmaya baslamisti! Bir sure sonra hedeflerimize ulaşacak saflarina katilmak üzere istedigim meshur bir peygamber olmustum!

 Artik ben kitlelere gitmiyorum onlar benim ayaklarima geliyorlar.
Ardimdaki tum gemileri yaktim. Simdi ileri gitme vakti. Selcuklulari yikana kadar da hic durmadan ilerlemeye devam edicegim.
Diğer bölünmüş mülüman gurupları beni kesinlikle çözemeyecekler beni anlamakta zorluk çekecekler.

Sakin bana fedailerin sozde cesaretlerinden bahsetmeye kalkma! Yaşamım  60 yılı boyunca devamli kelle koldukta gezdim.

Pers tahtinin yabanci despotlardan kurtulacagini bilseydim, emin ol gozumu kirpmadan bile seve seve herhangi bir cennete giderdim. Fakat burada da kendimi kullandirmak niyetinde degildim. Onlardan birisi tahttan dusurulse bile, yerine hemen baskasnin cikacagindan eminim. O zamanlar olumun hic kimseye kalici bir faydasi olmazdi. Baska turlu davranmaliydim.

Kendilerini kurban etmeye hazirli gonulluler yaratmali ve onlarin bağliliklarinin meyvelerini toplamaliydim. Benim icin yuksek mevkilerdeki insanlari vurucak ellerim olmaliydi. Fakat hicbir gonullu bulamadim. Kimse kendisini ulvi amaclar dogrultusunda feda etmeye niyetli degildi. Bunun uzerine baska bir yontem denemeye karar verdim. Bu yontem zaten biliyorsun : kayaliklarin obur tarafinda Deylem krallarinin bahcelerini, en ince detaylarina kadar isleyerek ,suni cennetler yarattim.

Insan yasaminda hayaller nerede baslar? Gercekler nerede sona erer? Buna cevap vermek cok guç. Bunlari anlamak icin henuz cok gençsin. Keske benim yaslarimda olsaydin! Ozaman herkesin kendisine ait bir cenneti oldugunu bilirdin. Ve bu cennetlerin sahsi arzulari birer hayali olduklarini kavrardin. Aldigi haz onun icin gercektir, baska birseye ihtiyaci yoktu. Eger numarami anlamis olsaydin son derece mutsuz ölecektin.. 

2-HASAN SABBAH NASIL BİR ADAMDI?SIRLARI NEİDİ?

Hasan Sabbah  Bâtınilere kendisini “Mehdi” (Şii’likte son imam) olduğuna inandırmıştı.

Wladimir bartol'un fedailerin kalesi alamut kitabında anlattığına göre, bu adam bir ateisttir. Dini sadece bir afyon olarak kullanmıştır. kendisine ölümü anında göze alacak kadar bağlı fedailerinin ise sırrı şudur:

Bunlar küçükken bir kısmı kandırılarak bir kısmı  rızalarıyla toplanarak alamut kalesi'ne getirilirler. bir kaç yıl, hem fiziksel, hem de zihinsel olarak çok sert bir eğitimden geçerler, böylece hem çok bilgili, hem de çok dayanıklı ve güçlü adamlar yaratılmış olur.

Bu eğitimlerde, eğitmenler hasan sabbah'ın cennetin anahtarlarına sahip olduğunu söylerler. her ne kadar buna tüm fedailer kesinlikle inanıyor gibi gözükse de, hepsinin içinde bir bit yeniği vardır, ve hasan sabbah da bunu bilmektedir. Bunu bilen hasan sabbah fedailerini 3'er 3'er yanına çağırtır, öncelikle kendilerine birer hap (haşhaş) verir, kafaları zaten güzel olan fedailer, o gece kalenin hiç görünmeyen bir tarafında senelerden beri uğraşılan cennet bahçeleri denilen yere götürülürler.

Bu bahçeler, kur-an'daki cennet tasvirlerine bir ebir bağlı olarak hazırlanmıştır, ve tabi ki bu bahçelerde bir sürü bakire hurî fedaileri bir gece eğlendirmek üzere görevlendirilmiştir.
Seçilmiş kişilere haşhaş içirerek, Alamut’ta Şah Rud Nehri’nin yanına kurduğu sahte cennete eğer suikastta başarılı olurlarsa bu cennette sonsuza kadar yaşayabilecekleri sözünü verirmiş.

Bu cennette; Kurandaki cennet mantığıyla hazırlanmış, meyve bahçeleri, göller ve akarsular, en önemlisi çok sayıda güzel kadın bulunurmuş. Fedaîlerin bu güzel kadınlardan en az birine sevdalanması sağlanır, böylece suikastı başarıp, bunun sonunda da ölerek cennete tabiî ki bu arada sevgilisine ulaşabileceği sanısı oluşturulurmuş. Bu yüzden fedaî, görevini ölmeyi amaçlayarak yerine getirmeye çalışırmış.

Haşhaşînleri tanıdıkça, bu insanların hepsi vaat edilmiş sahte cennetler peşinde olduğu anlaşılmaktadır.

O gece hayatında tatmadıkları mutlulukları tadan fedaîler, bir daha cennete gitmek için ölmeye bile razı duruma gelirler. Bir de üstüne verilen haşhaş da bağımlılık yaratınca ve fedailer hap bulamayınca, bu dünya onlar için çekilmez hale gelir ve hasan sabbah'ın onları cennete götürecek bir emrini, yani ölümü beklerler. işte böylece fedailerimiz gerçek birer canavara dönüşür, ve hasan sabbah bunları düşmanların arasına birer intihar komandosu olarak sokar.

Sahte cennetden günler geçiren bâtıni erkekleri bundan sonra hiç evlenmeyeceklerdir.
Bâtıni erkeklerinin hadım edildiklerini, bundan dolayı evlenemediklerini  kimse bilmezdi.Çünkü bu Bâtınilerin bir sırrıydı. Büyük dailerden başkası bu sırrı bilmezdi. Hadım edilen Bâtıni erkekleri asla nefislerine uymazlar, kendilerini verilen görev uğruna feda edilirlerdi.

Farklı amaçlarda kullanılan fedailer de vardır. Örneğin, kaleye savaş halinde oldukları bir devletin elçisi geldiğinde, onun önünde bir fedaisine kendini kulenin tepesinden aşağı atmasını emreder, ve gözü dönmüş fedai, dönmüş gözünü kırpmadan kaleden aşağı atlar. düşman saflarında da bu olay yayıldıkça abartılır ve isyanlar çıkmaya başlar.

Hasan Sabbah’ın önderliğini yaptığı ve fedailerine sahte bir cennet vadederek kendi Haşhaşilik öğretisini yaydığı mekândır. Öğretisini yaymak için fedailerine cennetin anahtarlarını elinde bulundurduğuna inandırmış ve bu sayede suikastçiler yetiştirmiştir. Bu kale dünya üzerinde suikast kavramının ilk ortaya çıktığı yerdir.

 İmparatorluklara dehşet salan kahpe cinayetlerle nam salmıştır Hasan’ın fedaileri. Fedai denilen bu suikastçilerin aralarından seçtikleri üyeleri kurbanlarını kalabalık bir grup içindeyken öldürür ve kendilerini ölüme teslim ederlerdi. İntihar etmezlerdi; ama işledikleri önemli cinayetlerden sonra sağ bırakılmayacaklarından kimsenin şüphesi yoktu.

Hasan’ın kabul odasının zemininde derin bir dar kuyu vardı. Müritlerinden biri bu kuyunun içinde yalnızca başı ve boynu görülebilecek şekilde dikilirdi. Boynunun etrafında, ortasından bir delik bulunan ve birbirine sabitlenmiş iki parçadan oluşan dairevi bir disk vardı. Bu sanki zemin üzerinde metal bir levhada kesik bir baş varmış izlenimi uyandırıyordu. Görüntüyü daha inandırıcı yapmak için, levha üzerindeki kellenin çevresine kan döktürülürdü. Kafası levhaya geçirilmiş mürit bu olaylardan önce haşhaş kullandıktan sonra Alamut Kalesi’nin gizli bahçelerine yine haşhaş tütsüleriyle donatılmış gizli koridorlardan bu tütsüleri içine çekerek giderdi. Gizli bahçede giderken  Hasan Sabbah’ın kendisinin seçip yetiştirdiği güzel kızları cennetden hûri zannederdi.

 Bu bahçeyi Hasan Sabbah cennet diye beyni haşhaştan uyuşmuş olan müritlere tanıtır ve “İşte size vaat ettiğim cennet budur!” diye beyinlerini yıkardı. Daha sonra acemiler (örgüte yeni alınan fedailer) içeri alınırdı. Bir köşeye oturtulurdu. Ardından sadece boynu görünen mürite neler gördüğü sorulurdu. Sahte cenneti görmüş mürit heyecanla gördüklerini anlatırdı. Daha sonra gerçekten adamın başı kesilir ve herkesin görebileceği bir yere koyulurdu. Ve acemilere “sizlere anlatması için onu canlandırdık.” denirdi.

Tarihteki en tehlikeli insanlardan biri olarak adı geçer. Tarihin ilk suikastçisi diye de bilinir. İsmâilî mezhebini seçerek, İslam dinini saptırmaya çalışan en büyük suç örgütünü devam ettirip Aleviliği  başlatanlardan biridir.

Acemiler bu aşkla kendilerinden geçerek bütün emirleri harfiyen yerine getirirlerdi. Yeryüzünün tanıklık etmiş olduğu, gelmiş geçmiş en büyük “terörist”tir Hasan Sabbah. Fedaileri cinayetlerini özellikle kalabalık yerlerde insanların gözü önünde, kurbanın ensesine zehirli hançerlerini saplamak suretiyle işlerlerdi. Genellikle tek darbeyle işi bitirirlerdi. Bu şekilde etraflarına büyük korku salmışlardır. Gerçekliği tartışılmakla beraber bazı görüşlere göre Hasan Sabbah’ın ateist olduğu belirtilir. Gerçi yaptıklarından dolayı Müslüman olmadığı su götürmez bir gerçektir ama her şeyi en ince ayrıntısına kadar bütün gerçekliğiyle tabiki Allah’u Teala bilir.

Müritlerinin ‘quaim’ adıyla hitap ettiği Sabbah’ın aslında ateist olduğu iddiası Ernst W. Heine’nin ‘Alamut’a Dönüş’ adlı eserinde yer almıştır. Hasan Sabbah’ın gerçek stratejisi şöyledir: İnsanların en güçlü silahı olan inançları ile oynamıştır.

Sabbah’ın ölümünün arkasından bu katı yapılanma çözülmüş sonunda da terk edilmiştir. Sabbah’ın örgütlenmesi direkt kaos yaratma stratejisidir. Öldürdükleri krallar, sultanlar, din adamları hep bu gözle seçilmişlerdir.

Hasan Sabbah, tarihte ve günümüze kadar nail olan kandırılmış bir Alevi önderi gibi aleviler tarafından benimsenir. Halbuki bu insanlarda kandırılmışlardır.

Hasan Sabbah üç yıl Mısır’da kaldı. Kahire ve İskenderiye’de dönemin ünlü bilginlerinden dersler aldı. Hasan Sabbah, 1081 yılında İsfahan’a dönerek, yetkinleşmiş bir şekilde mücadeleye başladı.
Hasan Sabbah, yaklaşık 9 yıl çeşitli kentleri gezerek, İsmailliliği yaymaya çalıştı. Bu çalışmaları sonucu var olan İsmaili tabanını daha da genişletti. 

Kısacası hasan sabbah, inanılmaz şeytanca bir planı 20 yıla yayarak uygulayacak kadar sabırlı, ve fazlasıyla acımasız bir adamdır.

Hasan Sabbah tus şehrinde doğmuştu...o zamanda herkesi içine çeken bilinmezlik Allah'ın mehdinin Alinin soyunda gelen biri olacağı müjdesinin peşi sıra sürüklenmişti hasan.mehdiyi nasıl tanıyacağına işaretler aradı ve kimse sorularına cevap veremiyordu,bu da o'nun zengin hayal gücünü harekete geçiriyordu.Tus şehrine zaman zaman bilgili dailer gelip halka bilgiler veriyorlardı ve hasan da tüm bu daileri soru yağmuruna tutuyordu ve herşeyi sorguluyordu.ismaili tarikatının temsilcisi bir daile konuşmuş bu görüşme o'nu bu merakında soğutmuş bir daha din kavgalarına bulaşmama kararı aldırmıştı.sonraları yine ismaili dailerinden ebu nedin zarac bir daile görüşmüş ve ismaililerin hedeflerini,öğretilerini dinlemişti.

Şu ana kadar öğrendiği herşey islam,peygamber,mehdi ile ilgili tüm bu öğretilerin ve sırların hepsi basit insanlardan oluşulan kitleleri uyutulmak için bir fırsattı

Süreki dolaştı ve insanlarla konuşup onlara fikirleri aktardı. Başlangıç olarak yeterince murit toplamayı başarınca , çok korunaklı  bir merkeze ihtiyacı vardı artık.Bu Alamut Kalesi idi, Elbruz dağlarında 1800 metre yükseklikte bir kartal yuvasıydı burası. Zaten ismi de kaleyi inşa eden Deylemliler'in dilinde "kartal yuvası" manasına geliyordu.Hileli bir oyunla bu kaleyi muritleri ile ele geçirir burayı.

Hasan Sabbah planının son aşaması için ona sonsuz itaat edecek bir orduya ihtiyacı vardı.Bunun için bu üç fedaiye cennetin kapılarını açtı.onlara kenevirden yapılmış küçük haplar vererek hayal görmelerini,uykuya dalmalarını sağladı.gözlerini açtıkların etraflarında daha önce hiç görmedikleri gözalıcı güzellikleri birçok nesne ve kızları gördüklerinde bulundukları yerin cennet olduğunu ve kızların huri olduklarını sandılar.alamut'a geri döndüklerinde seyduna'nın vaatlerinin gerçek olduğu söylentisi yayıldı ve seyduma amacına ulaşmış oldu.

Hasan istediği herşeyi hiç düşünmeden gerçekleştirecek bir orduya sahiptir bu da onu sultanın karşısında güçlü kılıyordu.çünkü hasan'ın fedaileri ölüm,den korkmuyor hatta şehit olmaları demek cennete bıraktıkları sevgililerine kavuşmaları anlamına geliyordu.mükafatlarını hak etmek adına son derece alıngan ve korkusuzca davranıyorlardı.

Şeyhten bu denli korkulmasının sebebi, gözüne kestirmiş olduğu kimseyi akla hayale sığmayacak yöntemlerle öldürtmesidir. Şeyh yüksek surlarl; çevrili saraylarında, küıçü k yaştan i-tibaren ailelerinden ayrı yetiştirmek üzere alı koyduğu çok sayıda köylü çocuğu barındırır. Aralıksız eğitimleri boyunca bu delikanlılara pek çok yabancı dil öğretilir. Şeyhlerine gözü kapalı itaat etmeleri, bu sayede Şeyhin kendilerine cennetin güzelliklerini bahşedeceği zihinlerine kazınır...

Okudukça beni hayretler içinde bırakan Haşan sabbah ve fedailerinin nasıl bir yapıda oldujklarını biraz irdeliyelim. Haşan sabbah keskin zekaya sahip bir insandı.

Haşan Sabbah fedailerine şunu öğretiyordu:" Düşmanlarımızı öldürmek yetmez, verilmiş bir hükmü yerine getiriyoruz, eylemlerimizi ibret olsun diye halka açık yerlerde gerçekleştirmeliyiz Bununla birlikte infaz edip dehşet saçmakta yetmez; ölmeyi bilmek gerekir ölmek, öldürmekten daha önemlidir, kendimizi savunmak için ölüyor ancak ikna etmek ve korkutmak için ölüyoruz.

Gerçekten de Haşan sabbah fedailerini öyle bir şekilde yetiştiriyordu ki fedai kurbanının öldürdükten sonra olay yerinden kaçmıyor ve kurbanının başında ölümü bekliyordu. Gerçekdışı gelen bu sahneler yüzünden Haşan sabbahın fedailerinin uyuşturucu kullandıkları aşikardı.

Haşan sabbahın en çok üstüne titrediği ve büyük önem verdiği gücünün simgesi "fedai"ler gelirdi. Haşan sabbah onları cahil ,  imanı çok sağlam olmayan, becerikli ve dayanıklı, ilme çok meraklı olmayanlar arasından seçerdi. Fedailerin eğitimi Haşan sabbahın tutkuyla ve incelikle uğraştiğı bir görevdi.. Hançerini gizlemeyi, hiç belli etmeden çıkarıp en doğru yerden kurbanının hançerlemeyi, şifreli alfabeleri ezberlemeyi, bir lehçeyi, bir ağızı öğrenmeyi, düşmana ve bir ortama sızmayı başarmak gibi eğitimler veriyordu.

Haşan sabbah Alamut civarına 3 tane küçük kale yaptırdı, bu kalelerin bahçelerine afrikadan evcilleştirilmiş aslan, kaplan gibi yabani hayvanlar koydurttu. Daha sonra kalelerin içine dünyanın değişik bölgelerinden getirilmiş birbirinden güzel cariye kızlar seçerek bu kalelere kapattı ve o kızlara tek bir görev vardı.Bu sahte cennete  gönderilen fedaileri Buranın gerçek cennet olduğuna inandırılması için eğitimden geçirilmişlerdi.Kalelerden çıkması mümkün olmayan bu  yerde verilen görevleri harfiyen yerine getiriyorlardı cariyeler.
Hasan Sabbah'ın tarikata yeni giren gençlere, öldükten sonra cennet vaadettiği söylenmektedir. Bu gençlere haşhaş verdikten sonra Alamut Kalesi'nin efsanedeki Cennet Bahçeleri'nde uyanmalarını sağlıyordu. Bu bahçelerde çok güzel kızlar, türlü türlü lezzetli meyveler ve yemeklerle karşılanan gençlere burasının cennet olduğu söyleniyor ve tekrar haşhaşla uyutulduktan sonra tekrar kaleye geri götürülüyordu

Fedailer ise Kendi liderlerinden başkabir islam liderini tanımazlar.Onlara inanmazlar ,tanımazlar... Dailer ve kale yöneticileri de kendi dinlerine aykırı olarak domuz eti yerler ve anne-kız kardeş ayrımı yapmaksızın tüm kadınları kullanırlar... Dağlarda müstahkem kalelerde oturdukları için dize getirilmeler imkânsızdır. Başlarında hem Arap emirlerinin hem de komşu Hıristiyanların yüreğine korku salan şeyhleri Hasan Sabbah  yer alır.





3- HASAN SABBAH  DÖNEMİNDE   İNANIŞLAR

Başta İslamiyet olmak üzere bütün semavi dinlerin intiharı yasaklamış olmasına rağmen bu eylemleri gerçekleştiren insan-ların nasıl olup da dini ger-ekçelerle yönlendirildikleri, İslam fıkhında belirtilen şartlara uymadığı halde cihad kavramının nasıl olup da bu şekile dönüştüğüi herkesin zihnindeki soru.

Osiris rahipliğinden geçiş
Dilerseniz Batıni düşüncenin İslam öncesi dönemine ait ayrıntıları başka bir yazıya bırakıp İslam tarihinde 'büyük kırılma'nın yaşandığı devirdeki durumuna bakalım. Yani hilafet kavgası, Hz. Ali ve oğullarının uğradığı saldırılarla bildiğimiz dönemine.
Hz. Ömer'in hilafeti sırasında İslam orduları tarafından fethe-dildiğinde Mısır'da çok dinli bir hayat vardı. Hıristiyanlar ve Ya-hudiler güçlüydüler, ama çoğun-luk pagan inancı benimsemişti. Müslümanlar putperest kâfirliğin kaynağı gördükleri Osiris Mabedi'ni yerle bir etti-kleri gibi İskenderiye Felsefe Okulu'nun kaynaklarının top-landığı İskenderiye Kütüphane-si'ni de yaktılar.
Osiris rahiplerinin baskı altında kendi inançlarını koruma şansları yoktu. Müslümanlığı kabullendiler ve Kudüs'e göçtüler. Bu rahipler görünüşte inançlı Müslümanlardı. Ama içlerindeki öfke dolayısıyla halife Ömer'e muhalefet eden Hz. Ali taraftarlarından yana tavır almakta gecikmediler. Bir yan-dan da Allah'a tapınma yerine 'Tanrı-Kâinat-İnsan' üçlemesine ibadete dayanan tasavvufi bir hareketi başlattılar.
Sünni Müslümanlara göre bu düşünce 'sapılık'tı, ama ellerin-den bir şey gelmedi. Zira karşı çıktıkları insanlar, Peygamber'in damadı Hz. Ali'nin safındaydılar. Bu inanış Arapların 'kılıç zoruyla' Müslümanlaştırdığı halklar arasında hızla yayıldı. Eski Osiris rahibi olan yeni Müslüman ule-ma 'Kur'an'da Allah'ın sıfatların-dan biri Alim'dir. Dolayısıyla Allah'a en yakın kişiler alimlerdir' diyerek kendilerine kalkan bulduktan sonra özellikle baskıcı Emevi siyasetinden yaka silken insanların tepkisini yönlendirerek İmam Cafer Sadık'ın oğlu İsmail'in imam-lığında Karamiler cemaatini oluşturdular. İsmailiye bu cemaate verilen ad oldu. Bu topluluk kendileri aynı zamanda Hz. Muhammed'in okuryazarlığı ve matematiğe merakıyla ünlenen kızı, Hz. Ali'nin eşi Fatma'yla özdeşleştirerek 'Fatımi' sanını kullanır oldu.


Karmati devleti ('Fatımiler' )

Açıkladıkları hedef 'Gerçek akıl devletini, kardeşliğe ve eşitliğe dayanan cumhuriyeti' kurmaktı. 760'ta İmam İsmail'in ölümün-den sonra 7 dereceli inisiasyona göre gizli bir örgüt haline geldi İsmailiye. İlk İsmailiye devleti 874'te Hamat Karmat tarafından İran Körfezi'nde kuruldu. 1.5 asır süren bu siyasi yapı bugünkü terminolojiyi kullanarak söyleyecek olursak 'laikti' ve Karmatiler adı verilen bir meclis tarafından yönetiliyordu.

İmam Cafer Sadık'ın oğlu İsmail'in imamlığını kabul eden karmatiler, peygamberin sünnilerce öldürülen kızı, Ali'nin karısı Fatma'ya kadar götürmeleri nedeniyle Mısırlı karmatilere 'Fatımiler' dendi.İsmaililerin hedefi, filozof Farabi'nin deyimiyle ''gerçek akıl devletini, kardeşliğe ve eşitliğe dayanan bir cumhuriyet kurmaktı.''.Neyse İsmaili hareketinin ilk devleti 874de Hamat karmat tarafından İran körfezinin güneyinde kuruldu ve tamamen laik bir devletti.Lasha'da oruç tutulmaz, namaz kılınmazdı ve bir tek bile cami yoktu.Bu devletin orduları 929 yılında Mekke'yi işgal ettiler ve Kabe'deki kutsal kara taş olan Haceri Esved'i Lasha'ya götürdüler.Bağdat ve tüm Mezopotamya'yı kontrol eder hale geldiler.Bağdattaki halife tam anlamıyla bir kuklaya dönüşmüştü.Sufiler her türlü konuyu tartışma olanağı buluyordu öyle ki, müslüman topraklarında Tanrı'nın varlığı ilk kez tartışılabildi.Bağdat hilafeti , yönetimi laikleştirmek zorunda kaldı ve pekçok ayrıcalıklar tanıdı:Sünnilerden öç alınıyordu.

929'da Mekke'yi işgal ettiler ve Kâbe'nin duvarına gömülü 'Hacerül esved'i söküp başkent-leri Lasha'ya götürdüler. Bağdat'ta halife onların kuklasıydı. Abbasi hilafeti cuma günleri adlarına hutbe okuması dahil birçok teokratik ayrıcalığından vazgeçti. Karma-tiler, namaz, oruç hac gibi ib-adetleri kaldırdıklarını açıklıyor, ama halife ağzını açıp bir şey söyleyemiyor, Hacer-ül Esved'in yerine konulmasını sağlamış olmayı başarı sayıyordu. 909'da Mısır'da da bu inancın uzantısı olarak Fatımi Devleti kuruldu. Fatımiler Mısır'da pramitleri yapan ustalara izafeten 'izciler' manasında Fütüvve teşkilatını kurdular. Bu organizasyon san-atkâr kişileri çatısı adlında top-lamanın ötesinde askeri güçtü. İsmailiye'de ketumiyet yani sır saklamak esastı. Yemin, işkence altında dahi bozulamazdı. İmam tanrının yer yüzündeki yansımasıydı ve Şeyh-el Cebel (tabiatın şeyhi)'di. Her şey 7'li bir sisteme göre şekillen-dirilmişti. Gökler 7 kat, dini yükseliş kademelenmesi 7 kattı. Ama sıradan İsmailiye mensupları ancak 6. seviyeye kadar yükselebilirlerdi.


İntihar cehennemden kaçış
İsmailiye inancına göre 6. de-receye yükselmiş kişiler ölümleri halinde ebedi ışık olan Allah'la bütünleşebiliyorlar, ama daha alt derecelerdeki müritler bu dereceye yükselene kadar birkaç defa daha bedenlenerek dünyaya gelmek zorunda kalıyor. Dolayısıyla daha iyi bir hayat için canından vazgeçmek bir İsmailiye inanlısı için ancak özenilecek bir şey. Bu inanca akıl erdirilemediği için Sünni Müslümanlar insanın ölüme gitmesi için ancak aklını başından alan bir uyuşturucu kullanmış olması gerektiği düşüncesiyle cemaat mensuplarının eylemden önce haşhaş içtiğine hükmettiler ve topluluğu Haşhaşin diye anmaya başladılar. Oysa İsmailiye öğre-tisinde ruhun gövdede bulunduğu süre içinde yapılan-lardan sorumlu olduğunu, bedenden kurtulmakla günahtan kurtuluş sağlandığı düşüncesi işlenmekteydi.
İsmailiye'nin yedi basamağı şöy-leydi: Mümin (İslamiyetin şeriat kurallarının öğretildiği kademe) Mükellef (İslam dışındaki dinlerin de öğretiye katıldığı, tüm dünlerin aslında aynı hedefe yöneldiğinin anlatıldığı kademe) Dai (Sır saklama ve ketumiyetin öğretilip sınamanın yapıldığı mertebe) Daii Ekber (Baba diye de anılan bu kade-medekilere tarikatın gerçek sırlarının verilmeye başladığı düşünülebilir) Zu Massa (Yudum emenler manasına gelen bu kademede tarikat sırrının özeti olan tüm dinlerin gerçeğe ulaşmakta yetersiz olduğu bilgisi verilirdi) Hüccet (Bir İsmailiye'n-in ulaşabileceği en yüksek kademe buydu ve bu kademeye gelen kişi dini bütün yükümlülüklerden kurtulmuş sayılırdı) Şeyh el Cebel (Bu kademe tanrısal özelliklerin kazanıldığı son noktaydı).
Özetle, 874'ten başlayarak 1256'ya kadar İsmailiye o denli güç sahibiydi ki 1164'te İsmailiye İmamı 2. Hasan 'Ramazan münasebetiyle şeriatı kaldırdığını' açıkladı.


Ve Hasan Sabbah
Selçuklu devletinin ortaya çıkmasıyla İsmailiye'nin haşmetli günleri sona erdi. Varlığını 1090 senesinde Kahire'de El Ezher'de aldığı eğitimin ardından İran'a dönen Hasan Sabbah lid-erliğinde Hazar Denizi'nin güneyine yakın Alamut Kalesi'ne sığınarak korudu.
'Assasins' adını ver-mesinin öyle sanıldığı gibi eylemden önce müritlerine haşhaş vermesi olmadığı. Çünkü bu kelime Arapçada 'Bekçiler' ya da 'Sır belçileri' anlamına geli-yor.
Sabah'ın 'bekçileri' ye-nidendoğuşa, bedenden bir an önce kurtulmak gerektiğine inanan, itaat anlayışıyla yetiştirilmiş kimselerdi.Sonuçta Hasan Sabah Kendisini önce kayıp Mehdi sonrada peygamber ilan etmişti.
Fedai denilen adamlarını ( fedakar ) cesaretlendirmek için haşhaş dedikleri ottan içirirlerdi. Bundan dolayı Hasan Sabbah, Alamut'a gelen Selçuklu Sultanı Me-likşah'ın elçisinin durumu kavraması için iki müridine uçuruma atlama emri verdiğinde adamlar tereddüt etmeden kendilerini boşluğa bıraktılar. Buna rağmen Melikşah kentlerde oturan ne kadar İsmailiye taraftarı varsa öldürttü.
Ünlü vezir Ni-zamülmülk komutasında Alamut kuşatıldı ama bir fedainin Nizamülmülk'ü öldürmesiyle kuşatma kaldırıldı. Yerine gelen Kaşani de İsmaililere aman ver-medi. Ama Sabbah'ın fedaileri Kaşani başta olmak üzere pek çok Selçuklu ileri geleninin canını aldı. Sonunda Sultan Sancar İsmailiye'yi mezhep olarak tanımak zorunda kaldı.


Templier'ler ve Sabbah
İsmailiye taraftarları 1119 yılında Haçlı seferi sırasında Kudüs Muhafızı olarak Papalık ordusu-na katılan ve Süleyman Ma-bedini koruma görevleri dolayısıyla 'Knights Templier' sıfatını taşıyan şövalyelerle te-masa geçtiler. Kendilerinin de Sunni Müslümanlara düşman olduğunu, şövalyelerin Süley-man Mabedi'nde görev yaparken temelde gömülü bazı Batıni sırları elde etmelerinin iyi olacağını hatırlattılar. Bu bilgiyi Kabalacı Yahudilerden doğrulayan Templier şövalye-lerinden bir heyet Şövalye Hughs De Payens önderliğinde Hasan Sabbah'ın bilgilerinden yararlanmak için Alamut'a gitti.
Burada İsmailiye inancı ko-nusunda ayrıntılı bilgi alan şövalyelerin Katolik inancından uzaklaştıklarının işareti Papalığın tarikatın mensuplarını 'Kâfir Müslümanlarla ilişki kurmak hatta Müslümanlaşmak'la suçlaması. Nitekim Templierler İsmaili teşkilat yapısını örnek alarak kendi organizasyonlarını yeniden düzenlediler.
Üç dereceli bir inisiasyon sistemini benimsediler, kursal ruhu sembolize ettiği için beyaz giyinip ellerini kirden korumak maksadıyla eldiven takmaya başladılar ve tıpkı İsmailiye gibi beyaz dışında kırmızı rengi kendilerini tanımlamak için kullandılar. Fark kırmızı şeritleri göğüslerine haç şeklinde işlemeleriydi .İslamiyetten ayırtılmış ve kandırılmış kişiler , toplumlar İleriki yıllarda bunlardan çoğalan tolumlara kızılbaş denecekti

Ayrıca İsmaili-ye'den tarikat mensuplarının şifreli sözcük ve işaretlerle biri-birini tanıması ilkesini de aldılar.





4- HASAN SABBAH OLUŞUMU

Günümüzde doruğa ulaşan terörizm ve suikast olgusunun temeli çok eskiçağlara dayanmasına rağmen terör ve suikast kavramlarını kendi doktrinleri ile yoğurarak hakim güce karşı yönelten ve bunu sistemleştiren Hasan Sabbah’tır. Hasan Sabbah o döneme kadar kimsenin yapmadığını yaparak suikast üzerine bir kurum yaratmış ve düzenli bir şekilde katil yetiştirmiştir. Bu sebepten terörün babası sayılabilir.

Hasan Sabbah’ın yaptıklarını anlatmaya geçmeden önce nasıl bir dünyaya doğmuş olduğunu açıklamak gereklidir.

Hz. Ömer’in hilafeti sırasında İslam orduları Mısır’ı hakimiyetleri altına almış, burada yaşayan Hıristiyan ve Yahudiler vergiye bağlanarak yaşamlarını devam ettirmişlerdir. Fakat bu dinlerin dışında pagan inancına sahip kitlelerde bulunmaktaydılar.

İslamiyet’in yasaklamış olduğu bu dinin mensupları kendi dinlerini koruma imkanı bulamayınca Müslümanlığı kabul ederek Kudüs ve çevresine yerleşmişlerdir. Özellikle Mısır’ın bilim ve pagan kültürünün mirasını taşıyan Osiris rahipleri Müslümanlığı benimsemelerine rağmen pagan inançlarını kendi içlerinde devam ettirmişlerdir. Hz. Ali ile Hz. Osman arasındaki ihtilaflı dönemde ise içlerindeki öfkeyi ortaya çıkarmaktan çekinmeyip Hz. Ali’nin yanında yer almış ve tek tanrı inancı yerine tanrı-kainat-insan üçlemesine dayanan bir tarikat kurmuşlardır.

Eski Osiris rahibi olan yeni Müslüman ulema “ Allah’ın sıfatlarından biri alimlerdir, bu sebepten dolayı Allah’a en yakın kişiler alimlerdir” diyerek kendilerini Emevi hakimiyetinden korumayı bilmişlerdir. Bu dönemde İmam Sadık Ahmet’in oğlu İsmail’in imamlığında Karamiler cemaatini oluşturdular. İlk İsmailiye devleti 874 yılında Hamat Karmat tarafından İran körfezinde kurulmuştur. Zaman içerisinde güçlenerek 929 yılında Mekke’yi işgal ettiler. Abbasi halifesi bu devletin kuklası haline dönüşmüş ayrıca tüm Müslüman dünyası üzerinde hakim bir konuma yükselmiştir.

İsmaili inancın bir uzantısı olarak Mısır’da Fatimi devleti kuruldu. Fatimiler Mısır’da piramitleri yapan ustalara izafeten izciler manasında Fütüvve teşkilatını kurdular. Bu organizasyon sanatkar kişileri çatısı altında toplamanın ötesinde askeri bir güç olarak örgütlendi. İmama bağlılık esastı ve teşkilat içersindeki üyeler sır saklama konusunda tam bir ketumiyet içerisindeydi, yemin işkence altında dahi bozulmazdı. Temel öğretilerinin hemen hepsi yedi derece usulüne göre düzenlenmişti. Gökler yedi kat, din içerisinde yükseliş kademesi yedi kat şeklinde sıralanıyordu. Fakat sırada mensuplar ancak 6. seviyeye kadar yükselebiliyordu.

İsmailiye inancına göre 6. dereceye yükselmiş kişiler ölümleri halinde ebedi ışık olan Allah’la bütünleşebiliyorlardı. Alt derecedeki müritler bu dereceye kadar yükselene kadar birkaç defa daha yeniden doğarak dünyaya geliyorlardı. Dolayısıyla daha iyi bir hayat için canından vazgeçmek bir mürit için hedef haline geliyordu. İmama tam bağlı olan bir mürit için ölmek bir son değil daha iyi bir başlangıç olarak görülüyordu. Bunu tam olarak idrak edemeyen Sünni Müslümanlar insanın ölüme gitmesi için ancak uyuşturucu gibi bir maddenin kişinin aklını başından alması gerektiğine inanmışlardır. Bu sebepten dolayı bu mezhep mensuplarına Haşhaşin denilmeye başlanmıştır.

M.S. 874'den, 1256'ya kadar ortadoğuda İsmailliler son derece etkin olmuşlardı. Güçleri o denli artmıştı ki, 1164 yılında, İsmailli İmamı 2.Hasan, Ramazan ayının ortasında şeriatı kaldırdığını açıklamıştı. Oruç tutmanın yanısıra, namaz kılma ve diğer ibadet zorunluluklarının da kalktığını duyurmuştu. Oğlu, İmam 2. Muhammed de onun sistemini devam ettirdi. İslam dininin öngördüğü zorunlu ibadetlere ancak, Selçuklu yönetiminin, Bağdat hilafeti üzerindeki İsmailli baskısını kaldırması ile geçilebildi.

İsmailiye inancı bu kadar güçlü bir dönem yaşadıktan sonra Selçuklu devleti Horasan’dan gelmiş ve İsmaili inancının kuklası olan Halifeyi kurtarmıştır. Böylece etkisini belirli bir ölçüde kaybeden İsmailiye mezhebi baskı altında kalmış ve silik bir halde etkisini devam ettirmeye çalışmıştır.

İşte Selçuklu devletinin en güçlü olduğu 1049 yılında Hasan Sabbah Rey şehrinde doğmuştur. On dört yaşına kadar babasının gözetimi altında din bilgileri edindikten sonra dönemin ünlü İslam bilginlerinden İmam Muvaffak Nişaburi’nin öğrencisi oldu.

Bulunduğu medresede gökbilim ve matematik eğitimi görmesine rağmen özellikle tasavvuf üzerine yoğunlaşarak Batinilik denen, yeni Platonculuk, Şiilik, çok tanrıcılık inançlarından oluşan yeni bir akım düzenlemeye ve medrese eğitimini tamamladıktan sonra da bu düşüncelerine siyasi bir nitelik kazandırmaya ve yaymaya çalışmıştır.

1090 yılında İran’ın Kazvin bölgesinde yüksek bir tepede sarp kayalıklar üzerinde kurulu olan Alamut kalesine çekilmiş ve kaleyi onartarak sağlamlaştırmıştır. Çevresinde toplananlara, insanları mutluluğa kavuşturmak, ölümsüzlüğe ulaştırmak, cenneti yeryüzünde kurmak için görevlendirildiğini, bu görev ile ilgili bütün yetkileri özel olarak tanrıdan aldığını, anlatmaya başladı. Hasan Sabbah’ın bu yolla kendisine bağladığı insanların sayısı her geçen gün biraz daha artmış, Kazvin, Rey yörelerini etki altına almayı başarınca da oluşturduğu gücü kullanmaya başlamıştır.
Hasan Sabbah örgütünün adını ilk olarak kişisel olarak nefret ettiği Nizamülmülk’ü öldürterek duyurdu. Örgütün hedef kitlesi bilim adamları, devlet adamları ve üst rütbeli subaylardı. Suikastların ardı arkası kesilmeyince tüm Müslüman dünyasında Hasan Sabbah ve onun fedaileri konuşulmaya başlandı.

Son derece katı bir disiplinle yetişen itaatkâr suikastçılar korkusuz bir ölüm makinesi haline geliyorlardı. Suikast için görevlendirilen fedailer, dilenci tüccar gibi kılıklara bürünüp halkın arasına karışıyorlardı. Herhangi bir çatışma durumunda, rahatlıkla başlarının çaresine bakabilecek olan fedailer hiçbir olaya karışmamaya ve dikkat çekmemeye özen gösteriyorlardı. Fedailer gidecekleri yere geldiklerinde kapsamlı bir araştırma yapıyor ve hedeflerinin peşlerine düşüyorlardı. Kurbanlarını avlamak için en uygun zamanı kollayan suikastçılar haftalar hatta aylarca bekliyorlardı.

Suikastlar çoğunlukla kalabalık bir grubun ortasında, genellikle Cuma namazlarında işleniyordu. Fedailer adeta bir gösteri havasında infazı gerçekleştiriyor, halka vaazlar verip, sonra kendisini askerlere teslim ediyorlardı. Eğer cinayete kimse tanık olmamış ise (gece yarısı uykuda işlenen cinayetlerde) birilerinin gelip diğerlerine haber vermesine kadar cesedin başında bekliyorlardı. Fedailerin kaçmak gibi bir dertlerinin olmaması başarı unsurunu artıran etkenlerden birdir.

Hasan Sabbah kendine has bir suikast tarzı yaratmıştır. Fedailerin ölümü göze almış olmaları, gözü peklikleri ve korkusuzlukları insanların yüreğine dehşet salıyor. Öldürülen bir kişinin yanında binlerce kişinin de sindirilmesine neden oluyordu. Fedailerin bu tutumları Hasan Sabbah’a tanrısal bir yücelik kazandırmış oluyor ve peygamber gözüyle bakanlar bile çıkıyordu. Geliştirdiği bu suikast tarzı ile Hasan Sabbah ilk intihar komandolarını yarattığı bile söylenebilir.




5- İSMAİLİLİĞİN KESKİN UCU  HASAN SABBAH IN MESHEP KURALLARI
Bu mezhep, İslâmiyet’ten önce yayılan ve halkın malını, sahip olduğu her şeyini, hattâ kadınlarını dahi ortak kabul eden, sözde eşitliği ve genel barışı uygulama iddiasında olan Mezdek isimli bir sapığın ortaya attığı fikirlerden çokça etkilenmiştir.

Kendi mezheplerinin imamlarını başkalarından ayrı olarak ilâhi feyze mazhar kabul ederler. Onlara göre, imamları masumdur, hata yapmaz, günah işlemez, yaptıklarından sorumlu tutulamaz. Zira, imamlar, başkalarının bilmediği şeyleri bilirler.

Esasen, İsmailiyye mezhebine yukarda sıraladığımız asılsız inançları sokan, 9. asır başlarında bu tarikata kasıtlı ve siyasî amaçlarla giren Yahudi dönmesi Abdullah İbn-i Meymun’dur. Onun İsmailiyye mezhebini seçmesi sebepsiz değildir. Diyebiliriz ki, Yahudi Hahambaşı Abdullah İbn-i Sebe’nin İslâmiyet’e vurduğu darbenin bir benzerini, bu, yani Abdullah İbn-i Meymun vurmuştur. Nasıl ki, İbn-i Sebe, Hz. Ali (ra.) ve oğullarını istismar ederek fitneyi ateşlendirmişse, İbn-i Meymun da, Evlâd-ı Resul olan Ca’fer-i Sâdık ve oğlu İsmail’i istismar ederek, maalesef, sapık fikirlerini çok değişik perdeler altında yayabilmiştir. Tarihte, kan dökücülükte eşine nadir rastlanan İbn-i Meymun, neticede nice Müslümanların dinden çıkmalarına da Sebep olmuştur.


      Madem Allah Resulünden sonra peygamber gelmeyecek,  o halde insanlara rehberlik edecek büyük zat’ların her devirde gelmesi gayet tabiidir.  Malum Peygamberimizin (s.a.v) dünyevi hayatının son bulmasının akabinde bir takım sapmalarla birlikte dinden dönme hareketleri görülmüştür.  Bunun üzerine Hz. Ebubekir (r.a) kemale ermiş bir dinin gereğini yerine getirip, fitne hareketlerin tutuşturduğu fitne yangını daha İslam toplumunu sarmadan,  yerinde müdahaleyle yangını söndürebilmiştir. 
“İlk kan” Hz. Ömer (R. A. ) in şehadetiyle döküldü dense yeridir. Daha önce de suikast düzenlenmişti Efendimize (S.A.V.) ama akim bıraktı Rabbimiz tüm bu faaliyetleri. Hz. Ömer (R.A.) bir kapıydı kötülerle iyiler arasında. Kötüler onu aşıp geçemiyorlardı bir türlü. Onu aşabilselerdi çok daha önce yapacaklardı yapacaklarını.
O hâlde aşılamayan bu kapının kırılması gerektiğini düşündüler ve kırma işini de mecusiliğini içten içe devam ettiren ama müslümanmış gibi görünen (takiyyenin ilk nüvesi) bir İran’lı köle olan Firuz isimli Ebu Lü’lü künyeli kem talihe sipariş ettiler. Ve ilk neticeye ulaşan suikast böylece gerçekleşmiş oldu.

 Daha sonra kırılan bu kapıdan “geçirilen” nice büyükler oldu. Ama artık bu kapı ardına kadar açılmış ve bütün eracif buradan yol bularak içimize girmişti. Hâlen de bu kapıyı kıranların günümüzde yaşayan torunları ecdadına taş çıkartırcasına gayet fedaice bu işleri devam ettiriyorlar.
Kırdıkları bu kapıyı tamir etmeye çalışan İmam Ali den Nizamulmülk’e pek çok müdebbir devlet reisi ve baş vezir ortaya çıksa da tam olarak ne mağlup edilebildiler ne de kökleri kazınabildi. Özellikle bunların içinde Hasan Sabbah vardır ki Nizamulmülk’ün medrese arkadaşı olduğu söylenmektedir. Bu adam kartal yuvası tabir edilen, yolu olmayan sarp ve dik kayalardan oluşmuş bir mevkide Alamut’ta kendisine bir kale yaptırır ve bütün melanetlerini buradan Âlem-i İslamın bağrına hem gerçekleştirdiği suikastlar ile hem de sapık batıni fikirlerini yaymak suretiyle kusmuş ve zerk etmiştir.

Bugünkü İran devletini içindeki kendini gizlemiş kısmen de olsa bunları anlamanın yolu bu melunu iyi tanımaktan geçer. Çünkü dertleri Ali’yi sevmek değil Ömer’e kızgınlıklarının bu şekilde örtbas edilmesi gerekmektedir.

Ömer’e kızmalarının sebebi de bugün Irak’ın kuzeyi tabir edilen yer aslında Pers İmparatorluğunun başkentinin bulunduğu târihte Medain diye bilinen şimdi ise yok olmuş bir şehrin Hz. Ömer (R.A.) tarafından fethedilmesi ve bir nebevi mucizenin onun eliyle gerçekleşerek imparatorluklarının hak ile yeksan olmasıdır.

 Hz. Osman (r.a) devrinde ne yazık ki, fitne odakları yine boş durmamıştır. Derken Yemenli bir Yahudi olan Müslüman kılığına girmiş Abdullah İbni Sebe adında bir münafığın ve daha birçok fitne odaklarının şeytanca planları sonucu, Hz. Osman (r.a) Kur’an okurken şehit edilmiştir. Keza Hz. Ali (k.v) döneminde ise Harici eylemlerin sebep olduğu kanlı olaylara şahit oluruz. Nitekim Peygamberimizin (s.a.v) Hz. Ali'ye (k.v); “Ben Kur’an’ın tenzili üzerine, sende tevili üzerine mücadele edeceksin” dediği mucizevî olay Halifeliği döneminde tüm çıplaklığı ile zuhur etmiştir. Yani bu dönemde tenzil ve tevil üzerine olan mücadele tüm hızıyla devam etmiştir.
               Dün nasıl ki Yahudiler Kab-el Ahbar adında haham,  Yahudi dönmesi Abdullah İbn-i Sebe, Hasan Sabbah gibi sapkınlar vasıtasıyla fitne kazanı kaynattıysalar,  bugünde değişik metotlarla masonluk ve Siyonist örgüt yapılanmayla karşımıza çıkıp kaynatıyorlar.

İbn-i Meymun, bu tarikatı gizli ve siyasî bir cemiyet ve komite haline getirdi. Zerdüşt Dininin yedi prensibini örnek olarak, kendi tarikatına giren sofileri yedi dereceye ayırdı. Tarikatın piri olarak kendisi de yedinci dereceye oturdu ki, bu mertebe-hâşâ-Allah’tan doğrudan doğruya emirler olan “İmamlık” makamıydı. Bu makamda bulunan imam, o kadar salâhiyetliydi ki, helâli haram, haramı da helâl yapabilirdi. Ona mubah olmayan hiçbir şey yoktu.

Bu tarikatta ileri gidenler zamanla kendileri ibadetten istinkâf ettikleri gibi, başkalarını da ibadetten uzaklaştırdılar ve sonunda onların dinden çıkmalarına Sebep oldular. Hattâ Cennet ve Cehennemin bu dünyada olduğunu, insanın zevk ü safa içinde, keyfince bir hayat yaşaması lâzım geldiğini ileri sürerek ahireti inkâr ettiler ve ettirdiler.

Şiâ itikadını taşıyan fırkalar içinde tarih boyunca en tahripkâr bu fırka olmuştur. Asya’nın başı dönmüş bu kanlı anarşistleri, fikirde, itikatta, ahlâk ve hayatta fesat çıkartmışlar; İslâm âleminde yıllarca sükûn ve huzuru bozmuşlardır. Bu anarşistlerin başında Şeyh-i Cebel diye anılan Hasan Sabbah ve onun cennet fedaileri gelmektedir.

Hasan Sabbah Şiâ’nın Bâtıniye koluna mensup olup, Şiâ hareketinin gelmiş geçmiş en büyük bozguncularından biridir. Asya’da ilk defa kelimenin tam anlamı ile anarşizmi o kurumsallaştırmıştır. Alamut Kalesi’nde sistematik bir biçimde her türlü terör hareketlerini plânlamış, uygulama sahasına koymuştur.

Hasan Sabbah, “Selçuklu İmparatorluğu”nun imansız bir düşmanı idi. Amacı, Selçuklu İmparatorluğu’nu yıkmak, Şiâ fikriyatının gelişmesine engel olan bu güçlü devleti ortadan kaldırmaktı. Bu gayesini gerçekleştirmek için “Cennet tasvirlerine uygun” bir bahçe inşâ ettirdi. Bu bahçede göz kamaştırıcı köşkler yaptırdı. Bu bahçede ve köşklerde özel yetiştirilmiş şarkıcılar, Cennet hûrilerini andırır genç kızlar vardı.

Hasan Sabbah’ın adamları değişik bölgelerden yaşlarında cesaretli, atılgan gençleri toplayarak Alamut Kalesi’ne getirirlerdi. Bu gençlere önce Cennet ve Cennet’in zevk ve eğlenceleri anlatılırdı. Sonra bu gençler uyuşturucu maddeler ile uyutulur “Cennet bahçesine” indirilirdi. Orada ayılan gençler, gözlerini açtıklarında karşılarında muhteşem köşkler, huri gibi kızlar, rengârenk çiçekler, meyve bahçeleri görünce, Hasan Sabbah’ın müjdelediği Cennete girdiklerine gerçekten inanırlardı. Günleri zevk ve safa ile geçerdi. Bir müddet sonra tekrar uyuşturucu ile uyutulur ve cennet bahçesinden çıkartılırlardı. Artık bu gençlerin en büyük arzuları, Hasan Sabbah’ın bu Cennet bahçesine tekrar girebilmek olurdu. Şeyhü’l-Cebel Hasan Sabah bu dessas plânı ile birtakım gençleri kendine bağlamış, onları kendisinin “intihar timleri” haline getirmişti.

Şiâ Şeyhi Hasan Sabbah bir kimseyi öldürtmek istediği zaman, bu gençlerden birisini çağırır, “Git filân kimseyi öldür, bu işi başarır gelirsen seni Cennete gönderirim. Eğer ölürsen meleklerimi gönderir seni Cennete aldırırım.” derdi. Böylece Cennet aşkı ile yanıp tutuşan bu gençler, şeyhin bu emrini mutlak bir teslimiyetle yerine getirir, istenen adamı ne pahasına olursa olsun öldürürlerdi. 

Hasan Sabbah savaşını özellikle, Selçuk­lu zamanında ve Selçuklu idaresine karşı verdiği için ise, islam tıoplumu onu tam olarak lanetlemektedir.

Bu bakımdan ama yalnızca bu bakımdan Haşhaşiler pekala günümüzün intihar komandolannın habercileri sa­yılabilir. Fakat intihar komandolan önemli bir açıdan, ön­ceki inanış ve uygulamalardan büyük farklılık gösterir.

 İslam dininde intihar her zaman büyük bir günah sayıl­mıştır. İntihar eden kimse ne kadar az günah sahibi olur­sa olsun cennete gitme hakkını kaybeder ve cehennemde, intiharı nasıl gerçekleştirdiyse onun sonsuz bir biçimde tekrarlanması suretiyle büyük bir azapla cezalandırılır.

Kendini başa çıkılamayacak kadar güçlü bir düşmanın el­lerinde kaçınılmaz bir ölüme atmakla, kendi canına kıy­mak arasında kesin bir ayrım yapılmıştır. Yetkili merci­lerce fetvası mücadelesi verilmiş bir cihad sırasında yapıldığı sürece ilk eylem cennete; İkincisi islama , müslümanlar karşı olursa  lanetlenmeye çıkarılmış olur.

birve adetlerini taklit ederek adeta nurdan meleklerin kılığı­na girerler; böylece büründükleri koyun postları üzerle­rinden düşer düşmez ölümü tadarlar.


Hasan Sabbah, tam 33 yıl Alamut Kalesi’nde, bu kanlı faaliyetlerini sürdürdü. İran Şiîlerinin bu anarşist şebekesi, yüzlerce, binlerce Müslüman’ın kanına girdiler. Sosyal huzuru kaçırdılar, terör estirdiler. Dirayetli bir devlet adamı olan, Selçukluların dünyaca meşhur veziri, Nizâmülmülk’ü şehit ettiler. Şiîlerin yayılmasına mani gördükleri âlim ve fakihler, Hasan Sabbah’ın fedaileri tarafından katledildiler.

Şiâ Şeyhi Hasan Sabbah’tan sonra, halefleri de aynı yoldan yürüdüler. Selçuklu veziri Ebû Nâsır, bunlar tarafından katledildi. Halife Müsterşid de bu anarşistler tarafından şehit edildi. Bâtınilerin tarih boyunca yapmış oldukları tahripler yalnız masum ve müdafaasız insanları öldürmekle kalmamış, bunlar, aynı zamanda şehirler basmış, kervanlar yağmalamış, mukaddes beldelerde bile kan dökmekten geri kalmamış, katliâm yapmışlardır. Meselâ, Şiâ’nın Bâtıniye koluna mensup Cennabi oğlu Ebû Tahir, etrafına topladığı birkaç bin çapulcuyla hicri 311 yılında hacca gitmekte olan hacıları pusuya düşürerek çoğunu kılıçtan geçirdi, mallarını yağmaladı.

Hicri 317 yılında da aynı çete yine Hac mevsiminde Arafat’tan Mekke’ye dönen hacılara saldırarak hepsini kılıçtan geçirdi. Bu toplu katliâmdan kurtulan bir kısım hacılar Kâbe-i Muazzama’ya sığındılarsa da bu anarşistler, Kâbe’ye girdiler ve onları da Beytullah’ın içinde şehit ettiler. Hattâ bir kısmının cesetlerini zemzem kuyusuna attılar. Kâbe’nin örtüsünü yağma ettiler. Ebû Tahir, Kâbe’nin kapısını ve Hacerü’l-Esved’i söküp götürdü. Hicri 339 yılına kadar tam 22 sene Hacer-ü’l Esved bunların elinde kaldı. O zamanki Bağdat hükümeti bu gözü dönmüşlerden Hacer-i Esved’i geri almak için 50.000 altın teklif etti. Bu teklifi reddettiler. Nihayet Afrika’daki Fâtımilerin “Mehdi”sinin şiddetli tehdidi üzerine Hacer-i Esved’i iade ettiler. 

6-HASAN  SABBAH  İNSANLARA BİR MÜSLÜMAN OLARAK SUNULDU
VE GÖSTERİLDİ. PEKİ GAYE NEYDİ?
Devrimizdeki “Hasan Sabbah”lara dikkat!”


“Hasan Sabbah: Devrinin yetiştirilmiş en büyük Şeytanîsi. Annesi Yahudi. Babası sonradan İslam’ı kabul eden bir tüccar. Tabii ki İslam’ı kabulü bir kılıf. Koyu bir Hıristiyan.
Haçlı, tapınakçı.

Sabbah, daha bebekken 9’ların en büyük Şeytanîsi tarafından seçilir. Ondan sonra gözetilir, yetiştirilir. İhtisası büyücülük ve ilizyondur. Devrinin en büyük ilizyonistidir.
Yetişkin biri olduğunda kendisine biçilen her şey, Şeytanîlerin programlarınca uyarlandı. Alamut Kalesi kayalıkları seçildi. Ortadoğu’nun en büyük sihirbazı; ilizyon üstadı Şeytanî Mala himaye etti. Alamut Kalesi dekorlarla ilizyon mekanı hâline getirildi. O dönemin imkanlarıyla Sabbah, devrin en iyi bilginlerinin yanında farklı yetiştirildi.

İnsanlara bir Müslüman olarak sunuldu ve gösterildi. Peki gaye neydi? Gaye, güçlenen Türk hakimiyetinin Anadolu’ya geçişini etkisiz kılmak, kalıcılığını güçleştirmek ve devrin Yahudi seçilmiş hükümdarını  Anadolu’ya egemen kılmaktı. Haşhaşilik yakıştırmaları gerçeği tam olarak yansıtmaz. Sabbah’ın yaptıkları sadece haşhaş; yani uyuşturucu kullanımı ile açıklanamayacak kadar komplike işlerdi. Yani Alamut dekorları, cennet bahçeleri (yalancı), cehennem dereleri (yalancı)… Sabbah, seçtiği insanlara buralarda ya mükafat yahut ceza veriyordu. Öyle bir ilizyondu ki cennetin ve cehennemin hüküm sahibi kendini kılmıştı. Tabii sözde…

MEZHEP FAKTÖRÜ BİR TRUVA ATIDIR.
Bu sistem tanıdık geliyor mu acaba birilerine?
Önemli olan hangi safta yerinizi alacağınızdır.

Hasan Sabbah İslam târihinde zalimlikte ve gaddarlıkta birisiyle kıyas edilecekse o ancak Yezid bin Muaviye’dir ki o hepimizin gözbebeği olan ve Allah Resulünün ümmetine emanet bıraktığı ve Kuran’da cibilli olarak sevilmeleri emredilen Ehli Beyti Mustafa’nın (SAV) katilidir.

Aslında bu Şia açısından çok büyük bir çelişkidir. Çünkü hem Yezide lânet etmekteler ki bunda yerden göğe haklıdırlar hem de kendi içlerinden çıkıp en az Yezid kadar zalim ve sinsi olan Hasan Sabbah için ağızlarından herhangi bir kınama dahi çıkmaz.
Bu adam öyle bir kötü miras bırakmıştır ki ardından, Dicle ve Fırat sonsuza kadar üstünden aksa bu pisliği yine de temizleyemez. Yani İslamın pak damenini lekelemiş ve tertemiz alnını kirletmiştir. Biraz etimolojik bilgisi olanın bilebileceği gibi İngilizcede suikast karşılığı olarak kullanılan “assassination” kelimesi bu habisin isminden türetilmiş ve siyasi sözlüğe bunun sâyesinde girmiştir.

Sisteminin en büyük özelliği TAKİYYE idi. Hiç bilemezdiniz sizden mi değil mi olduğunu. Daha doğrusu sizden olmadığını bilebilmeniz imkansızdı. Sinsice yanaşırlar, fedaice suikast işlerlerdi. Uğruna ölmek en büyük mertebeydi. Verilen görevi başaranlar esrar ve haşhaştan elde edilen Afyon ve kadın ile ödüllendirilerek güya cennete girerlerdi.

Sabbah Şii, İsmailiye, Batınî falan değildir. Bir kılıf, bir taktik olarak kullanmıştır. Alamut dekorları dört yılda tamamlandı. Kabalatik birçok şifre ve gizem kullanıldı.

Öyle inandırıcı bir sistem kurmuştu ki cennetinde huriler, meyve ağaçları vs… Beyni yıkanmış bir müridin oraya girdiğinde artık işi bitiyordu. Tam tersi, cehennem dekoru da öyleydi. Böylelikle Sabbah kişileri sıkıca kendine bağlamış, onların canlarını kendine sermaye yapmıştı. Bir kez yalancı cennete ilizyonla giren müridin, oraya bir daha girme umuduyla yapamayacağı şey yoktu. Sabbah bu gücü Ortadoğu’da birçok yerde kullandı. İşte Hasan Sabbah’ın sırrı bu idi.
Teşkilatının emeli belli idi. Hiç kimse bu saltanatı yıkamadı. Bugün de ilizyon dekorlara bir örnek olarak Hollywood benzeri filmlerdeki cennet, cehennem ve kıyamet sahnelerinin insanları nasıl etkilediğini düşünün. Bunlar modern dekorlar gibidir.

Örneğin:
Sabbah’ın yüz silüeti kamalara şekil olarak yapılmış. Işığa tutulduğunda gölgesi bu silüeti gösteriyordu. Böylelikle, dünyanın neresinde olsalar casusları birbirlerini tanıyorlardı.
 Hatırlanacağı gibi bir zamanlarda, Türk olan Hz. Mevlana’nın, İranlı olduğunu iddia etmişlerdi.

Ta ki Hülagû Han Alamut Kalesi’ni yok edene kadar...

Ölümünden sonra kurduğu mafya tamamen çökmese de eskisi gibi olmamış ama zaman zaman etkisini yine hissettirmiştir. Salahaddin Eyyubi Kudüs’ü kendine hedef olarak belirleyip bunun için her türlü maddi manevi tedbirleri almaya uğraşırken haçlılarla birlik olan ve sıklıkla Salahaddin’e suikast  tertip eden yine bu habis ruhlu mafyavari mezhep görüntülü sistemin fedaileriydi. Osmanlıyı yine bunların devamı sayılabilecek Şeyhul Cebel az uğraştırmadı.

7-ALAMUT HASAN SABBAHIN DÜNYA DÜZENİ ve İMAM GAZALİ NİN ENGELLEMELERİ GÜNÜMÜZE İZ DÜŞÜMLERİ

Bu büyük feda eylemlerini, hayatlarını ortaya koyarak gerçekleştirenlere karşı hep basit, adî ve haksızca bir sıfat yakıştırılıyor: “Haşhaşî”lerin lideri Hasan Sabbah müridleri” .

Kimdir Hasan Sabbah ve Haşhaşîler?
Hasan Sabbah, İmâm-ı Gazâlî ve Selçuklu Devletinin meşhur devlet adamı Nizam-ül Mülk devrinde yaşamış ve Selçuklu’ya karşı sarsıcı eylemlerde bulunmuş bir hareketin lideri. Hasan Sabbah, Şiâ’nın en sapık kollarından İsmaîlîye koluna mensub olup,  sapık Şiî tasavvuf (!)ekolünden Hurufîliğe tâbi bir şahıstır.  İsmaîliyenin Yahudi ezoterizmi ile olan münasebetleri sebebiyle de Sabbah, hem hahamlar ve hem de dönemin Haçlı ordusunun rahip-komutanları Tapınakçılar”la da çok yakın bir ilişki kurmuştur.

Şiîlerdeki ve özellikle de İsmaîliye mezhebindeki İmamiyet inancının; Şiî inancında, İmamın Allah katındaki mevkiînin; Yahudilikte Hahamlık, Hristiyanlıkta İsa Mesih müessesesi ile gösterdiği benzerlik, kayıp imam mevzuu ve sıfatının, dünyaya geri dönüşüne dair bir çok yorumun,  Şiiliğin özellikle bazı ezoterik kollarının; Yahudilik ve Hristiyanlığın ezoterik yorumlarına birebir benzemesidir ki, gerek Tapınakçılar ve gerekse Hahamlarla bir oluşum içine girmelerini kolaylaştırmıştır.

Hasan Sabbah’ın Ehl-i Sünnet temelli devletlerin hâkim olduğu bu dönemde, Kudüs’ işgal etmek için, Sünnî Selçuklu devleti ile savaşan Haçlılarla işbirliği yapıp, Selçukluyu arkadan vurması, bugünkü Hristiyan-Yahudi Siyonist“Yeni Dünya Düzeni” nin kimleri müttefik olarak gördüğünü göstermesi açısından da ilginçtir.

Hasan Sabbah,  bir devletin ordusunun bile ulaşmasının çok zor olduğu bir yerde, Alamut Kalesinde, kendi sapık dünya görüşü çerçevesinde bir dünya nizamı kurmuştur. Kadınların ve erkeklerin çırılçıplak gezdiği; eroin, esrar ve içki âlemlerinin gırla gittiği; ibnelikten, lezbiyenliğe her türlü sapıklığın alenen işlendiği ve teşvik edildiği; her çeşidinden büyücülük, sihirbazlık, falcılık denaetlerinin gerçekleştirildiği bu küçük “Satanist- şeytanî” düzenin önündeki en büyük engel olarak; bu sapıklığın İslâm dünyasına ve dünyanın diğer kesimlerine yayılmasını engelleyecek Sünnî bir devletin varolmasıydı. Bu Sünnî devletin, yani Selçuklu devletinin en büyük talihi ise, İmam-ı Gazâlî gibi bir “Müceddid”in o çağda yaşamış olmasıydı. Gazâlî gibi bir “ruh fatihi”nin muhatabının  Nizam-ül Mülk gibi feraset sahibi bir devlet adamının olması, bu sapık güruhun, sapık düzenlerini dünyaya yayılmasını engelledi.

Daha sonraları, Batı dillerine  “Assassin”(Katil) olarak geçecek “Haşhaşîler”, gerek fikrî sahada ve gerekse askerî sahada Selçuklu devletine oldukça zor anlar yaşattılar. Haşhaşîler,  kendi sapık nizamlarını, tıpkı bugün medyanın insanlara cilalayarak sunduğu gibi, gayet tabii ve İslâmî bir hayat tarzı olarak sunma cesaretinde bulunuyorlardı. Buna karşı çıkan fikir erbabına, her çeşit iftirayı atmaktan çekinmiyorlar, devlet nizamını sarsmak içinse, önemli devlet adamlarına karşı suikastler düzenliyorlardı. Nihayet, Nizam-ül Mülkü bile şehid ettiler. Toplumda bir kaos meydana getirerek iktidarı elegeçirmeye çalışan bu sapık Şiî-İsmaîliye fırkası, ilginçtir ki, fedailerine eroin içirtip, kale surlarından aşağıya atlamalarını sağlamakla güya cesaret örneği gösteriyordu. Hasan Sabbah, afyonlanmış kafası ile, bir adım ötesini bile göremeyen ve değil kendisine söylenen “uçurumdan atla”  sözünü anlayabilecek bir hâlde, adını bile söyleyemeyecek kadar kendinden geçmiş bir zavallıyı uçurumdan aşağıya yollayarak bunu bir fedakârlık, bir cesaret timsali olarak sunmakta pek mahirdi. Bu sapık ekol, aynı zamanda bugünkü, Masonlar, Kafatası ve Kemik, İlluminati, CFR vs. gibi modern büyü ile uğraşan oluşumların müessesleşmiş en ciddî numunelerinden birini teşkil etmekteydi. Zaten bu sebebledir ki, dün de bugünde araları hep iyi olagelmiştir.

Yeni Dünya Düzeni veya
“Haşhaşî”nci Dünya düzeni

Bugün, dünyaya hâkim olan ve insanlığa sapık “Yeni Dünya Düzen”lerini zorla kabul ettirmeye çalışan bu yapılanmaların en büyük düşmanı yine, dünkü Gazâlî-Nizam-ül Mülk çizgisini devam ettiren Sünnî Mücahidler- feda eylemcileridir. Fakat bugün roller değişmiş olup, “Şeytanî Yeni Dünya Düzen”cileri, elegeçirdikleri dünya hâkimiyetini tekrar kaybetmekle karşı karşıya kalırken, Dünya, İslâm-Ehl-î Sünnet Nizamcıları,  kaybettikleri dünya iktidarını tekrar elegeçirmek üzeredir. İşte bütün mesele de burada yatmaktadır. Hasan Sabbahçı şeytânî Yeni Dünya Düzencileri, “düzenlerinin” sapıklığını insanlardan ve özellikle de Müslümanlardan gizlemek için, yapıları gereği oldukça şeytanî bir yola başvurmakta ve bu şeytan düzenine karşı hayatlarını feda edecek kadar cesur Mücahidleri, “Haşhaşînci” olmakla suçlarken, kendisini de “insanlığa ahlâk, adalet ve huzur getirmiş olan Sünnî-İslâm medeniyeti yerine koymaktadır.

Her türlü sapıklığın hâkim olduğu ve sürekli yaygınlaştırıldığı; 5 yaşındaki çocukların bile cinayet işlemeye başladığı; her çeşit uyuşturucunun ve içkinin gırla gittiği; fuhşun uç noktalara varıp, ibneleşmemiş erkek ve lezbiyenleşmemiş kadın bulmanın neredeyse imkânsız hâle gelmek üzere olduğu, giyinik olmanın bir “sapıklıkmış” gibi algılandığı, iktidarı ellerinde tutan bir grup azgın azınlığın ilahlaşma(!) yolunda ilahçılık oynamaya çalıştığı,
topyekûn insanlığın denetim altına alınmaya çalışıldığı; hiçbir tabii ziraî ürünün kalmadığı; kısacası Şeytanın insana üflediği ve Allah’a isyan babında her türlü melânetin baş tacı edildiği Hristiyan- Yahudi Siyonist “Yeni Dünya Düzeni”nin; Hasan Sabbah’ın Alamut Kalesinde kurduğu sapık nizamdan, gerek gaye ve gerekse işleyiş yönünden en ufak bir farkı var mıdır acaba? 
Hattâ, bugünkü “sapık Dünya Düzeni”nin vardığı neticeyi belki, Hasan Sabbah bile hayal edememiştir. Peki, nasıl olur da, böylesine sapık bir dünya düzenine karşı, hayatlarını feda edebilen Mücahidler; İntihar bombacısı, Hasan Sabbah fedaîleri olarak vasıflandırılabilir. Birisinde hayattaki her türlü sapık zevki tatma gayesi ve afyonlanmış bir kafayla, uçurumdan aşağı yuvarlanarak cehenneme gidilirken, diğerinde her türlü zevki yaşamak imkânı varken, bunlar bir dava uğruna vazgeçiliyor ve onca sıkıntı içerisinde gayet şuurlu bir şekilde “ölüme-şehadete” gidiliyor. Birinde, kadın, içki, ibnelik gırla giderken; diğerinde, helâlî olan karısından veya olması muhtemel bir evlilikten, çocuklarından, helâl olan dünyalık her türlü zevkden fedakârlık ediliyor, işkenceye uğramak, cezaevlerine düşmek, vatanını terk etmek gibi büyük sıkıntı ve ezaya katlanılıyor; nihayetinde ise koşarcasına “ölüme” gidiliyor. Bunlar nasıl aynı seviyede tutulur. Biri sapıklık, diğeri ise büyük bir fedakârlık.

Haşhaşînci” sıfatları, ilginçtir ki,  daha çok kendilerine “Müslümanız”(!) diyen modern Hasan Sabbahçı “Yeni Dünya Düzeni”nin uşaklarından gelmiştir.

Yahudi locaların himayesinde İngilizlerin ABD desteklediği ve katkıda bulunduğu, “Dinlerarası diyalog” projesini bundan 1000 yıl önce İslâm adına başlatan ve Türklerden  sert bir karşılık gören sapık İsmaîliyet mezhebindeki yandaşlarıyla birlikte, dünya politikasına yönlendiren Hristiyan- Yahudi Siyonist gurupların emrine amâde sapık bir yapılanmadır.

 Bu yapılanmalar, “Cihadı reddediyor ve İslamiyeti içerden arkadan vuruyorlardı”, Bugün ise, yine Bunlar, İslâm’ın bir cihad dini değil bir hoşgörü dini olduğunu söylemekteler. Bunlara göre cihad ayetleri Kur’ân-ı Kerîm’e sonradan girmiştir deniliyor.

Kuranı ı Kerimi bozamayacaklarını anlayan bu satanist düşünceler , bunu hidisi şeriflerde aramaktadırlar.





8-İSMAİLİLİK’İN TÜRK VE BATI DÜNYASI ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ

İsmaililik nedir? İsmaililer, kimlerdir? İslamiyet’in ortodoks inanırları tarafından yüzyıllardır sapkın olmakla suçlanan İsmaili mezhebi, hangi görüşleri savunmaktadır? Nasıl ortaya çıkmış, hangi süreçte gelişmiştir?
“Haşhaş İçenler” olarak tanıtılan İslamiyet’e ve kurulu düzene baş kaldırdığı öne sürülen İsmaililer hakkındaki suçlamalar, hangi ölçütlerde doğrudur? İsmaili Fedailer örgütü, gerçekten eli kanlı katiller, teröristler örgütü müdür?
Bu çalışmamızda, tüm bu sorulara cevap arayacağız ve bunu yaparken, resmi tarih kaynaklarından daha çok, alternatif tarihe ve gizli kalması için çaba harcanan tarihi verilere dayanacağız.
İsmaililik, İslami muhalefet hareketi olan Ali yandaşlığının bir türevidir. Muhammed’in ölümünün akabinde, yeni dinin Batınilik yanlısı grubu olan Hanifler, halifeliğe damadı Ali’nin seçilmesini istemiş ancak Sünni çoğunluğun kabulü ile, Ebubekir halife seçilmiştir. Ali yandaşları, Ömer ve Osman’ın halifeliğini de kabul etmemiş, Ali’nin kısa süreli ve iç çatışmalarla geçen halifelik döneminden sonra oğullarının katledilmeleri ile, İslamiyet günümüze kadar süren bölünme ve çatışmalara sürüklenmiştir. İsmaililik de, Ali’nin katliamdan kurtulan torunu Zeynelabidin’in soyundan gelen Cafer Sadık’ın oğlu İsmail’in imamlığını kabul eden Batınilerin örgütü olmuştur. İsmaililik ve diğer Batıni ekoller, Ali yandaşlığı vasıtasıyla Müslümanlığı kabul etmiştir. Ancak bu ekollerin genel tutumu, Müslümanlığın ortodoks Sünni sistemini kabul etmeyen farklı inanç ve ideolojilerin Müslümanlık bünyesi içerisinde, kendi inançlarını sürdürme çabalarının ifadesidir. Nitekim, İsmaili öğretisinin felsefi ve örgütsel boyutu, kadim Babil ekolüne ve Pisagoryen öğretilere dayalı Saabi inançlarının, Maniciliğin, Neo Platonculuğun, Hermetizmin, kısaca o güne kadar var olan Batıni ekollerin bir devamı olduğunu açıkça göstermektedir.
İslamiyet’in, kendi bünyesinde var olan, Hanif dinin Batıni felsefesi ve kimi uygulamalarının dışında, Sünni yönetimin Batıni ekollerle ilk karşılaşması, Mısır’ın Müslüman güçlerce fethi sırasında meydana geldi. İslamiyet’in Arap yarımadasından çıkıp tüm Ortadoğu’ya yayılmaya başladığı sırada Mısır’da halkın bir bölümü Hıristiyan, bir miktarı Yahudi ama büyük çoğunluk eski çok tanrılı din taraftarıydı. Mısır’ın Batıni inanç sisteminin merkezi olan Osiris mabedi yıkılmış ve rahiplerin büyük bölümü Kudüs’e geçmişlerdi. Ancak Batıni doktrin, varlığını kuşaktan kuşağa sürdürüyordu. Doktrinin başlıca kaynağı, İskenderiye’deki Yeni Eflatuncu İskenderiye Okulu idi.
Uzun zamandır güçlü bir devlet yapısından uzak olan Mısır, muazzam İslam orduları karşısında fazlaca direnmeden teslim oldu. Onların, Hıristiyanlar ya da Yahudiler gibi kendi inanış biçimlerini koruma lüksleri yoktu. Çünkü Müslümanların gözünde Tanrı yoluna döndürülmesi gereken putperest kafirlerdi…Müslüman oldular.
Halife Ömer döneminde fethedilen Mısır’da, yeni yönetimin ilk işi, daha önceki çağlarda olduğu gibi İskenderiye okulunu dağıtmak ve bu okulda asırlar boyunca toplanmış olan ve hemen her fetihten sonra yakılan muhteşem İskenderiye kitaplığını, Romalılardan sonra bir kez daha yakmak oldu.Okulun üyesi filozofların yapabilecekleri tek şey vardı. Müslüman olmak ve öğretilerini İslam’i bir çerçeveye oturtmak. Bunun için filozoflar, İslamiyet’in içindeki Batıni muhalefetten yararlandılar. Hilafet iddiaları nedeniyle Ömer’in karşısında olan, Peygamberin damadı Ali’nin yanını tuttular. Bu filozoflar, Ali yandaşları olarak, İslamiyet’e bambaşka bir boyut getirdiler. Alevilik-Fatımilik olarak adlandırılan bu mezhebin bünyesinde, Sünnilerin önerdiği İslam dini anlayışı değişti. Yaratana tapınma olgusu yerini, Tanrı- evren-insan üçlemesinden oluşan varlık birliğine bıraktı. Sünni ortodoks Müslümanlar bu durumu derhal sapkınlık olarak nitelendirdi. Ama yapabilecekleri bir şey yoktu. Karşılarındakiler, Peygamberin damadının yandaşıydılar ve hepsi de Müslüman’dılar.
Bu inanış biçimi, Arapların Müslümanlaştırdığı halklar arasında öyle yayıldı ki, Şiilik-Alevilik adı altında, birbirine hiç benzemeyen Zerdüşti İranlılar, Mısır’lı Fatımiler, Şamanist Türkler, aynı çatı altına toplandılar. Hepsinin de Ali yanlısı görünmesine karşın Şiiliğin, Alevilikle, Batınilikle ve Dürzilikle benzeşmemesinin altında yatan gerçek budur. Zerdüşt yanlıları, kendi dinlerinin birçok normunu koruyarak Şii, Şamanist Türkler Alevi ve Mısır’lılar ile, Ali’yi savunan diğer bazı Arap kavimlerinin bugünlerdeki ardılları da, Dürzi ya da diğer bazı Batıni mezheplerin üyeleri olmuşlardır.
İslamiyet’i kabul eden İskenderiye okulu mensupları, derhal Yunanlı filozofların ve özellikle de Pisagor ve Eflatun’un eserlerini yaymaya başladılar. Kuran’daki bazı deyişlerden ilham alan filozoflar, “Tanrının sıfatlarından birisi de Alim’dir. Bu yüzden Tanrıya en yakın kişiler bilginlerdir” diyerek, kendilerine bir koruma kalkanı kurdular ve öğretilerini bu hüviyetleri çerçevesinde, daha da rahat yayma fırsatı buldular.
Yeni Eflatuncu filozofların etkileri kuşaktan kuşağa yayılarak sürdü. Filozoflar bu akıma Tasavvuf, kendilerine de Sufı adını verdiler. Onların görüşlerinden etkilenen birçok kişi ve mezhep oldu. Öyle ki, zaman içerisinde Sünni görüşlü mutasavvıflar dahi ortaya çıktı. Bazı kaynaklar Sufi kelimesinin, bu filozofların giydiği kıyafetten doğduğunu öne sürmektedir. Ancak bu, hem zamanın en güçlü bilginleri olan Batıni filozofları küçük düşürmek, hem de Batıni öğretiyi küçümsemek için, uydurulmuştur. Sufilerin isminin, Suf adı verilen giysiden geldiği iddiası tamamen geçersizdir. Bugüne kadar hangi felsefi ekol, yandaşlarının giydiği elbisenin adını almıştır?
Aksine Sufi kelimesi, bu düşünce akımının kaynağının Yunan felsefesi olduğunun, köklerinin Pisagor ve Eflatun’da bulunduğunun delilidir. Yunanca’da Sofos kelimesi, Akıl-Hikmet veya Bilgelik anlamına gelmektedir. Aynı kökten gelen sufi kelimesi de, İskenderiye okulu yandaşlarınca, bu anlamları nedeniyle seçilmiştir. Bu arada, filozof ve felsefe sözcükleri de aynı kökten türetilmiştir. Bu kelimeler, Yunanca’da sevgi ve güzellik anlamına gelen “Pilos” ile “Sofos”un birleşiminden doğmuştur. Diğer bir deyişle felsefe, akıl ve hikmetin önderliğindeki güzellik ve sevgidir.
Ayrıca Yunanistan’da, çok akıllı ve bilgili olduklarını göstermek için kendilerine “Sofistler” diyen bir grubun aslında çok tutucu ve hatta bağnaz kişiler olması, bir başka kelimenin, “Sofuluğun” doğmasına yol açmıştır. Sofu, hemen her dinde aşırı bağnazlara verilen ad olmuştur.
Sufiler, Mısır’ın yanı sıra Mezopotamya’da da son derece etkiliydiler. Basra’da çok güçlü bir sufi merkezi, “İhvan-ı Sefa” oluşmuştu. Gizli dernekler haline getirdikleri mekanlarda bir araya gelen sufıler Bağdat’ta da aynı merkezi kurdular. Abbasiler döneminde Bağdat’ın İslam dünyasının başkenti haline gelmesi, sufiliğin de tüm Müslüman dünyasında yaygınlaşmasına neden oldu. Sufi önde gelenlerinin üyesi bulunduğu Karamiler mezhebi, İskenderiye, Kahire, Bağdat, Basra’nın yanı sıra, Kudüs’te, Türkistan’ın birçok kentinde ve Gazze Sultanlığının hemen her köşesinde tekke kurdu. İslamiyet’in Sünni taraftarlarına karşı Sufiler, son derece akılcı ve gizli bir savaş sürdürürken, Sünnilerin karşısına açıkça çıkan Şii’ler bir süre sonra yenilmekten kurtulamadılar. Buna karşın, Emevilerin saltanatları sırasında uyguladıkları baskı ve zulüm, Batıni Müslümanların ortodoks Sünnilere karşı nefretlerinin içten içe sürmesine neden olmuştu. Bu nefret, İsmaili ve Fatimi ayaklanmaları ile doruk noktasına ulaştı.
Ali’nin iki oğlunun ve pek çok yandaşının Kerbela’da öldürülmelerinden sonra, sağ kalan tek torunu Zeynelabidin’in ve onun soyundan gelenlerin, Şii mezhebi inanırlarına İmam olmalarını Sünni yöneticiler kabul ettiler. Ancak bunu, Şiileri kontrol altında tutabilmek için yapıyorlardı ve İmamların hepsi, yönetimin elindeki birer kuklaydı. “İsmaililer”, İmam Cafer Sadık’ın oğlu İsmail’in imamlığını kabul eden Karamilere verilen ad oldu. Öte yandan köklerini, Peygamberin ortodoks Sünnilerce öldürülen kızı, Ali’nin karısı Fatma’ya kadar götürmeleri nedeniyle de Mısırlı Ali yandaşlarına, “Fatımiler” adı verildi.
İsmaililerin hedefi, filozof Farabi’nin deyimi ile, “gerçek akıl devletini, kardeşliğe ve eşitliğe dayanan bir cumhuriyeti kurmaktı”. İmam İsmail’in ölüm yılı M.S. 760 olduğuna göre, İsmaili mezhebinin de bu tarihlerde kurulduğu sanılıyor. Ancak, 7 dereceli inisiasyona dayanan İsmaili örgütlenmesine, İsmaili Şeyh El Cebel’i, Meymun oğlu Abdullah döneminde başlandığı biliniyor.
İlk İsmaili devleti M.S. 874′de Hamat Karmat tarafından, İran körfezinin güneyindeki Lasha’da kuruldu. Yaklaşık 150 yıl kadar varlığını sürdüren bu devlet tamamıyla laikti. Karmatiler adı verilen ve bir meclis tarafından yönetilen bu devletin orduları M.S. 929′da Mekke’yi işgal etti ve Kabe’deki kutsal kara taş “Haceri Esved”i alarak Lasha’ya götürdü. Bu arada mezhebin Ortadoğu’ya yayılmış diğer kolları da boş durmuyor, başta Bağdat olmak üzere tüm büyük İslam kentlerinde, gizli İhvan-ı Sefa dernekleri halinde örgütleniyorlardı. Karmatlar bir süre sonra Bağdat ve tüm Mezopotamya’yı kontrol eder hale geldiler. Bağdat’taki halife tam anlamıyla bir kuklaya dönüşmüştü ve ipleri de Lasha’daydı. Mütezile akımının Bağdat’ta ortaya çıkışı işte böyle bir ortamda gerçekleşti. Sünni İslami otoritenin yokluğundan faydalanan sufiler, her türlü dini ve siyasi fikri tartışır hale geldiler. 10. yüzyılda, Bağdat hilafeti, yönetimi laikleştirmek zorunda kaldı. Halifeler, teokratik birçok ayrıcalıklarının yanı sıra, örneğin Cuma namazında adlarına hutbe okutmaktan bile vazgeçtiler. Namaz kılma, oruç, haç gibi ibadet zorunlulukları kaldırıldı. Bu arada, kadınların da erkekler ile eşit olduğu kabul edildi.
Karmatlar, Bağdat hilafetinin ricası üzerine, Haceri Esved’i Kabe’deki eski yerine koymayı kabul ettiler. Bağdat’ta yönetim, “Umera” denilen, İhvan-ı Sefa derneklerine dayanan sufilerin elindeydi. İslamiyet’in başkentindeki bu ortam İran’dan Türkistan’a ve Endülüs’e kadar birçok yerde yankılarını buldu.
M.S. 909′da, İsmaili inançlı bir başka devlet, Fatimiler, Mısır’da kuruldu. Karmetiler gibi Fatimiler de, İsmaililiğin 6. derecesine sahip inisiyatik bir meclis tarafından yönetiliyordu. Bu meclislerin başında 7. dereceye sahip İsmaili şeyhleri, devlet başkanı konumunda yer alıyorlardı.
Fatımiler, piramitleri ve mabetleri inşa eden Mısırlı eski sanatkar loncalarını ihya ettiler ve yeni bir örgütlenme ile bu loncaları kalkındırdılar. “İzciler” anlamına gelen “Fütüvve” adı altında, genç İsmaili sanatkarlardan kurulu muazzam bir askeri güç oluşturuldu. Diğer tüm Batıni örgütlenmelerde olduğu gibi, Fütüvve’de de, derecelere dayalı bir sistem esastı. Toplam 9 dereceden oluşan Fütüvve teşkilatının ilk derecesi Nazil, ikincisi Tim Tarik, üçüncüsü Meyan Beste derecesi idi. 4. derece Nakip Vekili, 5. derece Nakip ve 6. derece de Baş Nakip dereceleriydi ki, bu derece müntesiplerinin en önemli görevleri askeri örgütlenmeyi düzenlemek ve her türlü töreni yürütmekti. 7. derece saliklerine kardeş anlamına gelen “Ahi” adı verilirdi.
Türkler arasında yaygınlaşan, Fütüvvenin yan kuruluşu Ahilik, adını bu kaynaktan aldı. Fütüvve içinde Ahi’lerin görevleri şeyh yardımcılığı mertebesindeydi. 8. derece, her biri kendi teşkilatının başında olan şeyhlerin derecesiydi. 9. derece ise, tıpkı İsmaili örgütlenmesinde olduğu gibi sadece bir tek kişiye, şeyhlerin şeyhine verilirdi. Tüm Fütüvve teşkilatının lideri olan ve sadece devlet başkanı konumundaki Şeyh el Cebel’e karşı sorumlu olan bu kişinin unvanı, “Şeyhüssüyun” idi. Fütüvvenin, o sıralarda giderek güçlenen Sünni inançlı Selçuklulara karşı koyabilecek bir kuvvet olması amaçlanmıştı. Bu kuruluş daha sonra, Selahattin Eyyubi döneminde Sünni Müslümanlarca da benimsendi ve aynı adlı örgütlenmeyi Sünniler de uyguladı. Yine bu örgüt, Ahilik adını alarak, Türkler arasında yaygınlaştı.
İsmaililik’te de, diğer Batıni inanç kurumları gibi ketumiyet esastı ve yemin işkence altında dahi bozulmazdı. İsmaililik’te, İmamın Tanrının yeryüzündeki tezahürü olduğuna inanılırdı. İmamlık soydan soya geçerdi ve İmamın söylediği her şey doğru, yaptığı her hareket haklıydı. Tarikatın lideri olan Şeyh el Cebel (Doğanın şeyhi) İmam soyundan gelmekteydi.
İsmaililik inancına göre gökler ve yerler yedi kattır. Bu nedenle tarikatta mükemmelliğe 7. ve sonuncu derece ile ulaşılır. Bu derecenin sadece Şeyh el Cebel’e verilmesi, onun mükemmelliğine ve Tanrı ile bir olduğu inancına dayanmaktadır. Diğer İsmaililer en çok 6. dereceye kadar ulaşabilirler. Yani, ancak mükemmelliğe yaklaşabilirler fakat hayattayken onu elde edemezlerdi.
İsmaililer, Tanrının salt ışık olan yüce bir varlık olduğuna, ondan çıkmış olan tüm ruhların yine ona döneceğine inanırlardı. Onlara göre, 6. dereceye malik olabilmiş kişilerin ruhları, ölümden sonra Tanrıya dönme mutluluğuna erişirken, daha düşük dereceli kardeşlerin ve sıradan insanların ruhları, gövdeden gövdeye geçerek, dünyada acı çekmeye devam ederlerdi. İsmaililer için, yeryüzü cehennemin ta kendisiydi. Bu nedenle de, şeyhlerinin emri üzerine kendilerini feda etmekten çekinmezlerdi, çünkü, daha iyi bir hayata doğacaklarına ya da Tanrıya ulaşacaklarına inanırlardı.
Hasan Sabbah dönemi ve sonrasında, İsmaili fedailerin, kendi ölümleri pahasına Sünni yöneticilere karşı gerçekleştirdikleri suikastların altında, bu düşünce yatmaktadır. Daha iyi bir yaşam için kendi canını feda etme düşüncesini anlamayan yöneticiler, bu tür eylemlerin ancak bilinci yerinde olmayan dimağların eseri olabileceğini var saymışlardır. Bu nedenle de fedailerin, eylemlerinden önce Haşhaş içtikleri ve sahte bir cennet ile kandırıldıkları söylentileri yayılmıştır.
İsmaili öğretisi, ruhun, gövdede bulunduğu süre içinde yaptıklarından sorumlu olduğunu savunmaktadır. İyi bir kişi olarak yaşanmışsa, bir sonraki hayatta daha üst düzey birisi olarak dünyaya gelinecek ve böylece tüm aşamaların tamamlanması mümkün olacaktır. Şeriatın iddia ettiği gibi bir öte dünya, cennet veya cehennem yoktur. Cennet de, cehennem de bu dünyadadır. Yaşamını mutlu geçirmiş kişi cennette, mutsuz kişi ise cehennemdedir.Ortodoks Sünni yönetimin baskısı nedeniyle gerçek inancın gizlenerek, Müslüman görünme adeti, “takkiye”nin ilk uygulayıcıları, Sünni topluluklar içinde yaşayan İsmaililer olmuştur.
İsmaililik, Pisagorculuğun bir nevi devamı gibidir. İsmaililer, 7 sayısının kutsallığının yanı sıra, birçok görüşlerini ve bu arada beyaz kıyafetlerini, Pisagorculuğun, Makedonyalı Büyük İskender’in Mezopotamya’yı işgal ettiği sırada, öğretisinden son derece etkilenen Saabilikten almışlardır.
İsmaililerin giysileri beyaz tunik üzerine takılan kırmızı kuşaktan ibarettir. Bu kıyafet, İsmaililer’den etkilenen Templier Şövalyelerine geçmiş, onlarda beyaz kıyafet üzerine ilave edilen kırmızı bir haça dönüşmüştür.
İsmaili öğretisi, 7 dereceli bir tekamül zincirini içermektedir. Örgüte üye olmak isteyen aday, bir yıl boyunca incelemeye alınmakta, uygun görülmesi halinde özel bir törenle, kabulü yapılmaktaydı. Örgüte kabul edilenlere beyaz elbise giydirilir ve sonsuz itaat ve ketumiyet yemini ettirilirdi.
Birinci derecenin adı “Müminler” derecesiydi. Bu derecede İslamiyet ve Kur’an öğretilirdi. İsmaililer için, semavi bir dini tam manasıyla tanımayan kişi, bu dinin ötesindeki öğretileri. anlayamazdı. Müminler derecesinden ikinci dereceye en erken iki yılda geçilebilirdi.
İkinci derece sahiplerine “Mükellefler” adı verilirdi. Mükelleflere, İslam dininin yanı sıra diğer dinler de öğretilir ve tek geçerli dinin İslamiyet olmadığı, aksine tüm dinlerin aynı hedefe yöneldikleri gösterilirdi. Mükelleflerden beklenen, dış dünyada aday olabilecek kişilerle temasa geçmeleri ve onları yanlarına çekmeleriydi. Bu derecede de yükselme süresi iki seneydi. Daha sonraki derecelerde müritler altıncı dereceye kadar en erken, birer sene arayla yükselirlerdi.
Üçüncü derece, “Dai’ler” derecesiydi. Sır saklama ve ketumiyetin öğretildiği bu derecede, müritlere Muhammed ve ondan önceki yedi peygamberin yaşam ve görüşlerinin yanı sıra, tarikatın sırları da yavaş yavaş verilmeye başlanırdı. Marifet kapısı denilen bu dereceye haiz Dai’ler, tarikata girmek isteyenler hakkında araştırma yapar, haklarında karar verirlerdi. Dai’lerin bir başka görevi de, mezhep hakkında propaganda yapmaktı




9-HASAN SABBAH  İSMAİLİ MİSYONERLİĞİ
Haşhaşin davasına üstlenmiş kişilere dai denir. Bu kelime esasında Nizari İsmaili misyonerlere verilirdi. Fedai kelimesi dai kelimesinden gelmektedir. 

Hasan Sabbah, İran'da Kum kentinde dünyaya geldi. Zamanın önde gelen okullarında okuma şansı buldu.Dini konuda bilgi sahibi olmak için dailerin önemli merkezlerinden Rey şehrine ailesiyle birlikte yerleşti. Burada tahsil gördü ve İmâmiyye Şiası'na bağlı kaldı. 17 yaşına geldiğinde, Emîre Zarrâb adlı bir Fâtımî dâisiyle karşılaştı ve onun konuşmalarından etkilenerek İsmaili ye mezhebini benimsedi.

1072'de Rey'e gelen Irak bölgesi başdâisi İbn Attâş, Hasan'ın kabiliyetli ve zeki biri olduğunu anladı ve ona Fâtımî halifesi Müstansır-Billah'ın yanına gitmesini tavsiye etti.Hasan Sabah, Müstansır-Billah'tan sonra hilafet makamına Nizar'ın geçmesini istiyordu. Ermeni asıllı vezir ve başkumandan Bedr el-Cemâlî ise küçük oğlu Ahmed el-Müsta'lî'nin geçmesinden yanaydı. Vezir, kendisine muhalefet eden Hasan Sabbah'ı önce hapse attı, sonra da ülkeden sürdü.

 1081'de İsfahan'a ulaşan Hasan Sabbah, 9 yıl boyunca bütün İran'da Batıniliğin propagandasını yaptı. İran'ın kuzeyinde Gilan, Mazenderan ve Deylem'in dağlık bölgelerinde hükümdarların itaat altına alamadığı insanları 3 yıllık çalışma sonunda kendine bağladı. Selçuklu Veziri Nizamülmülk'ün onu yakalamalarını emretmesi üzerine muhkem Alamut kalesine kaçarak, burayı karargah yaptı.  Kaleyi tahkim ettirdi. Surları yükseltti, içinde yeni bir dizayn gerçekleştirdi, etrafını korunaklı hâle getirdi. Yiyeceklerin, uzun süre bozulmadan saklanabileceği bir tür soğuk hava depoları kurdu. Dağlardan kale içine uzanan su kanalları yaptı. Kaleyi kuşatmalara dayanıklı, ele geçirilemez bir hâle getirdi. Eğitimli ve çevik bir askerî birlik oluşturdu. Böylece askerî karargâh ve idari merkez olarak kullandığı Alamut'tan, davet çabalarını ve düzenlediği operasyonları yönetmeye başladı. Kale, Elbruz Dağlarının üstündeydi. Bu dağlar, Demavend yanardağı ile 6 bin metrede en yüksek noktasına ulaşmakta ve Hazar kıyıları ile merkezî İran yaylası arasında aşılması zor bir engel oluşturmaktaydı. Tahran'dan çok uzak olmamasına karşın, gözlerden ırak kalan bu dağlık ve ıssız bölgeye ulaşmak güçtü.

Bu arada Müstansır'ın ölümüyle Mısır'da onun yerine Bedr el-Cemalî'nin desteklediği Müsta'li-Billah geçti (1094). Hasan Sabbah, onu tanımadı ve Nizar'ı destekledi, onun adına hutbe okuttu. Nizar'ı Alamut'a davet etti ve ardından Fâtımîlerle ilişkilerini kesti.

Hasan Sabbah, Nizari İsmaililer'in lideri olarak Alamut'ta faaliyet gösterirken, Nizari akidesini Fatimilerin akidesinden ayıran belirgin özellik, fırka düşmanlarının sadık fedailer tarafından öldürülmesi usulünün dinî bir vazife ve prensip olarak kabul edilmesidir.Sabbah, eğitim ve öğretimi yasaklamış, adamlarını cahil bırakmıştı. Ona göre Allah akıl ve düşünceyle değil imamın rehberliğiyle tanınabilirdi. Etrafındakilerin, Sabbah'ın bu düşüncelerinde derin hikmetler gizli olduğuna inandırdı

Fedailer hedef aldıkları kişiyi öldürme konusunda çok titiz ve başarılıydılar. Eylemlerinin başka kayıplara yol açmama, masum olarak gördükleri diğer bireylere zarar vermemesi konusunda çok dikkatli davranırken, etrafa saldıkları korkuyla elde ettikleri etkin nüfuzu koruyabilmek için cinayetleri genelde halka açık mekanlarda yapıyordu. Fedailer, kurbanlarına kurtulma olasılığı tanımamak için zehir, ok ve yay gibi araçlardan kaçınıp, hançer kullanmayı tercih ediyorlardı.

Haşhaşinler'in kurucusu olan Hasan Sabbah'ın da mensup olduğu İsmailiyye tarikatının inancına göre 12 imamdan yedincisi olan Cafer öldükten sonra oğlu İsmail'i imam tayin etmiştir. Ancak İsmail babasından önce ölmüştür. İsmailiye tarikatı ise İsmail'in ölmediğini ve gizlenmek için ortadan kaybolduğunu, zamanı gelince geri döneceğini savunur. Bunun haricinde Hasan Sabbah'ın bağlı bulunduğu Nizari kolu ise 18. imam Mustansır'dan sonra ise Musta'li değil Nizari'nin gelmesi gerektiğini savunmuştur.

Reşidüddin Sinan, Suriye bölgesindeki önemli bir başdâi olarak Lübnan dağlarında birkaç kaleyi kontrol altında tutuyordu. Bu kaleler, o sırada Filistin'e hakim olan Kudüs haçlı krallığının kalelerine yakındı. Haçlılar, Raşidüddin Sinan'a "Dağlı İhtiyar" (Şeyhü'l Cebel) adını takmışlardı. Sinan zamanında Haşhaşin tarikatı daha da gelişmişti.
Sinan mükemmel bir istihbarat ağı kurmuştu. Muhabere için binlerce güvercin besler ve aynı anda birkaç ayrı yerde birden eylem koyar. Mesajları şifreli yazar, adamlarına kod adı takar, parola ve işaret kullanırdı. Şeyh-ül Cebel, başlangıçta Alamut’a bağlı bir (naib) ise de zamanla kendini “İmam” olarak ilan eder.Eyyubilerin Masyaf'ı kuşatması ile
Durumun giderek kötüleştiğini fark eden ve şeyhinin yerine geçmek isteyen“Baş Dai”si tarafından öldürülür. Böylece Raşidüddin Sinan kendi adamı tarafından 1195 yılında öldürülür. Katiller tam bir profesyoneldir, cesedi yok eder, izini bile bırakmazlar.  Bu yüzden baş dai tarikatın üyelerine ''Şeyhimiz imamlara karışıp sır oldu” der, “Bundan böyle bana tabi olmanızı emr buyurdular.” Haşhaşiler itirazsız biat eder, tüm dediklerini uygulamaya başlarlar.

10- HASAN SABBAHIN SULTAN SELAHATTİN EYYUBİ  VE
TAPINAKÇILAR  ARASINDAKİ İLİŞKİLERİ


Haşhaşinler'in Eyyubilerle olan mücadelesi Selçuklular ile olanın bir benzerini teşkil etmekteydi. Suriye Nizarî İsmailîlerin başına geçen Raşidüddin Sinan Sünni Müslümanlarla büyük bir mücadele içine girdi. Selahaddin Eyyubi’ye karşı fedailerini kullanarak Eyyubiler'de birçok önemli ismin suikastına emir verdi. Eyyubilerle aralarında çetin mücadeleler geçti.

Selahaddin Eyyubi Akka’da Haçlılarla boğuştuğu günlerde fedailer ordugâha kadar sızar ve bir kaylule (öğle uykusu) vakti çadırına girerler. Birinci fedai aniden saldırmış, ancak ünlü hükümdarın başına isabet eden hançer darbesi, miğfer yüzünden netice vermemişti. Birinci fedai öldürüldükten sonra ikincisi, arkasından üçüncü saldırmış, fakat yine de bir netice alamadan ele geçirilmişlerdi.

Sultan Selahaddin Azaz’da da (Halep’in kuzeyinde) bir başka fedai tarafından saldırıya uğrar, ancak son anda Humartekin adlı mücahid tarafından tanınır, suikast boşa çıkar. Selahaddin örme zırhı sayesinde yara almaz.

Ancak Reşudiddin Sinan’in adamları rahat durmaz, önce vezir Malik el-Salih’i öldürür, ardından Halep çarşısını kundaklar, esnafı büyük zarara uğratırlar. Selahaddin Eyyubi, Şeyhü’l-Cebel unvanlı Sinan’ı tamamen ortadan kaldırmaya karar verdi. Akabinde, kumandanlarından Haldun, şeyhin bulunduğu Masyaf kalesini kuşattı. Bu sırada Sinan baş daisi tarafından öldürülür. Selahaddin Masyaf kalesini kuşatmasına rağmen bir sonuç alamadı. Bu olaylardan sonra Sabbah'ın takipçileriyle uğraşmaktan vazgeçmiş ve bir daha böyle bir işe yeltenmemiştir.

Tapınakçılar ile ilşkiler

Nizariler, Tapınakçılar ilişkilerinde de kendi çıkarlarını gözettiler. Yeri geldikçe iyi geçindiler, yeri gelince onları da korkutup sindirdiler. 1192'de Kudüs kralı Conrad de Montferrat'ı öldürmeleri, Haçlılar arasında büyük bir yankı uyandırdı.

 Haşhaşin tarikatına bağlı kaleler, o sırada Filistin'e hakim olan Kudüs haçlı krallığının kalelerine yakındı.  Tapınak şövalyeleri tarikati ise Kudüs Haçlı Krallığının belkemiğini oluşturuyordu. Bu ortam ve coğrafyada haşhaşin ve tapınakçıların karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdı. Dini ve askeri anlamda iki rakiptiler. Ancak sürekli savaş halinde değillerdi. Zaten Haşhaşiler, kıyametin geldiğini ilan edip İslami düzeni reddettikleri için tipik bir müslüman tarikatı da değillerdi. Tapınakçılar gibi açık savaşa girmeyen, suikast ve baskınlarla yetinen bir gruptular.
11- HAŞHAŞÎLER'İN SUİKAST YAPTIKLARI VE ÖLDÜRDÜKLERİ
ÖNEMLİ DEVLET ADAMLARI.

SÜYÜKASTLER    Haşşâşîn (assassin)

Haşşaşin kelimesi bugün ingilizcede kullanılan “Assassin” kelimesinin kökenini oluşturmaktadır. Assassin kelimesi suikastçi adam öldüren anlamına gelip etimolojisi şu şekilde açıklanmıştır. “Medieval Latin assassinus, Arabic hashshashIn, Suikastler..cinayetler..anlamına gelir.

Artık “masum imam adına davet eden dâiler” yerini esrarkeşlere bırakmıştır. Haşiş içtikleri için “haşîşî” olarak da anlandırılan müridlerine hasan sabbah cennet vaad etmiş ve onları bekleyen mutluluğu önceden tatmaları için esrar içirmiştir. Bu şekilde onlara her türlü emiri vermiş bir insanın yapmaya cesaret edemeyeceği şeyleri onların beyinlerini uyuşturarak yaptırmıştır. Buna müridlerin aşırı bağlılığı itikadı da denebilir. Bir düşünür bu konuda şöyle demektedir. “bu çok sağlam bir itikatla beraber korkunç bir inhiraf müthiş bir sapıklığın ifadesidr. O bakımdan evvela itikadın çok sağlam ilahi esas ve prensiplere bağlanması gerekmektedir.”

Haşhaşîler'in öldürdükleri devlet adamları saymakla bitmez
Haşhaşîler'in cinayetleri saymakla bitmez. Tarihin en kanlı katillerinin öldürdükleri bazı önemli devlet adamları şunlardır:

Batıl bir mezhep olan batiniyye Hasan Sabbah’ın liderliğinde çok zararlı faaliyetlerde bulunmuş, uyuşturucu ile kandırdığı fidâileri suikaslar yaptırmıştır.

Devletin zirvesini devirerek ülkeyi bir kaosa sürüklemek amacında olan Sabbah Taht kavgalarını, ve haçlı seferlerini fırsat bilen Hasan Sabbah, nüfuzunu artırarak cinayet faaliyetlerine hız vermiştir. Yeni yeni yerler alırken diğer taraftan propaganda faaliyetleriyle Selçuklu Devletini baskı altında tutmustur.Hemen hergün 5-10 insan fidâiler tarafından öldürülüyordu. Dehşet ve korku salma terör aslında tam anlamını amacı bulmuştur. Yollarda emniyet diye bişey kalmamıştı. Fidailer hiç çekinmeden cinayet işleyebiliyorlardı. Halk sürekli korku içindeydi.

Gizli bir Tarikat’ı – Örgüt’ü dünya tarihinde belkide bilinen en profesyonel suikastçilerden oluşan bir topluluk olan Haşhaşileri aradan geçen 1000 yıla rağmen bölgede aynı kaos ortamının devam etmesi de ilginçtir.

Haşhaşiler​ aynı zamanda Tapınak Şövalyeleri ile yakın ilişiki kurmuş olan bir topluluk olduğu için buda bizi şu düşünceye sevkediyor.Karşımızda binlerce yıldır devam eden ve uygulanan bir senaryo mevcut.Ve bu Senaryo sadece politik anlamda değil dini anlamda ve ekonomik anlamda Gizli Tarikatlerin çizdiği yönde ilerliyor.İşte bu sebeple suikastler dikkatle incelenmeli ve suikastler sonucu kimlerin bu durumdan istifade ettiği iyi analiz edilmelidir.

Hasan Sabbah’ın (1032-1124) kurduğu Alamut Devleti, 167 yıl hüküm sürmüştü. Alamut, Pamir’den güneydoğu Akdeniz kıyılarına ve Filistin’e kadar uzanan geniş Ortadoğu coğrafyası içinde, 300’e ulaştığı bilinen Baş Dai’lerin yönetiminde olan sistemleri vardı.Bu günki Ullimunati örgütünde olduğu gibi.13 ler tepede.300 ler onların altındaki bölge yöneticileri gibi.

Ulluminati nin o dönemlerdeki dinipaganlık , İslamiyet’in yasaklamış olduğu bu dinin mensupları kendi dinlerini koruma imkanı bulamayınca Müslümanlığı kabul ederek Kudüs ve çevresine yerleşmişlerdir. Özellikle Mısır’ın bilim ve pagan kültürünün mirasını taşıyan Osiris rahipleri Müslümanlığı benimsemelerine rağmen pagan inançlarını kendi içlerinde devam ettirmişlerdir. Hz. Ali ile Hz. Osman arasındaki ihtilaflı dönemde ise içlerindeki öfkeyi ortaya çıkarmaktan çekinmeyip Hz. Ali’nin yanında yer almış ve tek tanrı inancı yerine tanrı-kainat-insan üçlemesine dayanan bir tarikat kurmuşlardır.

Hasan Sabbah o döneme kadar kimsenin yapmadığını yaparak suikast üzerine bir kurum yaratmış ve düzenli bir şekilde katil yetiştirmiştir. Bu sebepten terörün babası sayılabilir.

Darbe öldürülecek kişiyle birlikte, onun temsil ettiği değerlere ve halkın duygularına yönelmeliydi. O yüzden, hedef belirlenirken, intikam duygusundan daha çok, mitsel tarafı ele alınıyordu. Ama bu amaç sadece hedefin niteliğiyle sağlanamazdı, buna uygun yöntem de geliştirilmeliydi. Buna göre, fedailer tek tek ya da ikili üçlü gruplar halinde görevlendiriliyor; tüccar, derviş, dilenci kılığına giren bu kişiler cinayetin işleneceği kente gönderiliyordu. Eylem gününe kadar, kentte herhangi bir olaya karışmamaya ve kuşku çekmemeye büyük özen gösteren fedailer, kurbanlarını izliyor, yaşadıkları yerleri, alışkanlıklarını belliyor ve büyük bir sabırla eylem anını bekliyorlardı. Tüm bu hazırlıklar inanılmaz bir gizlilik içinde yürütülüyordu.

 Ancak, icraatın, hazırlıktaki gizliliğin tersine açıkta, halkın gözü önünde gerçekleştirilmesi gerekiyordu. Cinayet yeri genellikle kentin en büyük camisi, tercih edilen gün de cumaydı. Sanki suikast yapmıyor, cuma namazı için toplanan kalabalığa asla unutamayacakları bir gösteri sunuyorlardı. Hedefteki kişi ne denli korunursa korunsun, bir yolunu bulup üzerine çullanıyor ve bıçak darbeleriyle öldürüyorlardı. Bazıları bıçağı bırakıp kalabalığa söylev çekiyor, bazıları da, soğukkanlılıkla muhafızların gelip kendisini parçalamasını bekliyordu. Neden? Çünkü Hasan Sabbah, nasıl keşfetti bilinmez, etkili bir eylemin sadece can almak, bir hasımdan kurtulmak değil, korku ve dehşet yaratmak olduğunu biliyordu. O yüzden de onun fedaileri sadece cinayet işlemiyor, aynı zamanda kendilerini de feda ediyorlardı.

Hasan Sabbahın Öldürttüğü Bazı Müslüman Liderler

1092- Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk.
Kendisine bir arzuhal vereceğini söyleyerek huzuruna çıkan bir batınî fedaisi tarafından hançerlenerek öldürülmüştür.

1092- Melikşa Türklere Anadolu’nun kapılarını açan Sultan Alp Arslan’ın oğludur
Melikşah’ın, bir söylentiye göre av etinden zehrilenip hummadan diğer bir söylentiye göre ise zehir içirilerek öldürülmesi akıllara suikast sorusunu getirdi. Suikasa kurban gittiği açıktı.. Bu hazin ölümünün ardında Hasan Sabbah ve adamlarının olduğu sanılıyordu. 

1103- Humus yöneticisi Cenahüddevle.
1108- İsfahan Kadısı Ubeydullah.
1113- Musul Valisi Mevdud.
1121- Fatımî Veziri Efdal.
1126- Musul Valisi Aksungur.
1127- Büyük Selçuklu Veziri Muineddin Kâşâni.
1130- Fatımî Halifesi el-Amir.
1131- Şam Atabeyi Böri.
1136- Abbasi Halifesi Müsterşid.
1137- Eski Abbasi Halifesi Raşid.
1177- Zengi Veziri Şehabeddin.
1192- Kudüs Kralı Conrad.
1200- Harezmşah Devleti Veziri Mesud.

.........-Musul ve Halep’in Türk Emiri El Porsuki
Bu kez derviş kılığındaydı fedailer. Musul Ulucamii’nde kimsenin kuşkusunu uyandırmadan, bir köşede cuma namazını kılıyorlardı. Musul ve Halep’in Türk Emiri El Porsuki de namaz kılanlar arasındaydı. Etrafı tepeden tırnağa silahlı adamlarla çevriliydi. Ne bir kılıcın, ne de bıçağın delebileceği örme bir zırh giyiyordu. Ama bunlar işe yaramadı. Derviş kılığındaki fedailer, zehirli bir bıçak ile emirin boğazını kestiler. Emirin muhafızları onları oracıkta parçaladı.

Sultan Berkyaruk  suikastlerden nasibini almıştır. Neyseki canlı kurtulabilmişti.





12-İSMAİLİYE İNANCI VE BU İNANCIN GETİRDİĞİ SONUÇLAR

Eski Osiris rahibi olan yeni Müslüman ulema “ Allah’ın sıfatlarından biri alimlerdir, bu sebepten dolayı Allah’a en yakın kişiler alimlerdir” diyerek kendilerini Emevi hakimiyetinden korumayı bilmişlerdir. Bu dönemde İmam Sadık Ahmet’in oğlu İsmail’in imamlığında Karamiler cemaatini oluşturdular. İlk İsmailiye devleti 874 yılında Hamat Karmat tarafından İran körfezinde kurulmuştur. Zaman içerisinde güçlenerek 929 yılında Mekke’yi işgal ettiler. Abbasi halifesi bu devletin kuklası haline dönüşmüş ayrıca tüm Müslüman dünyası üzerinde hakim bir konuma yükselmiştir.

M.S. 874'den, 1256'ya kadar ortadoğuda İsmailliler son derece etkin olmuşlardı. Güçleri o denli artmıştı ki, 1164 yılında, İsmailli İmamı 2. Hasan, Ramazan ayının ortasında şeriatı kaldırdığını açıklamıştı. Oruç tutmanın yanısıra, namaz kılma ve diğer ibadet zorunluluklarının da kalktığını duyurmuştu. Oğlu, İmam 2. Muhammed de onun sistemini devam ettirdi.

İsmaili inancın bir uzantısı olarak Mısır’da Fatimi devleti kuruldu. Fatimiler Mısır’da piramitleri yapan ustalara izafeten izciler manasında Fütüvve teşkilatını kurdular. Bu organizasyon sanatkar kişileri çatısı altında toplamanın ötesinde askeri bir güç olarak örgütlendi. İmama bağlılık esastı ve teşkilat içersindeki üyeler sır saklama konusunda tam bir ketumiyet içerisindeydi, yemin işkence altında dahi bozulmazdı. Temel öğretilerinin hemen hepsi yedi derece usulüne göre düzenlenmişti. Gökler yedi kat, din içerisinde yükseliş kademesi yedi kat şeklinde sıralanıyordu. Fakat sırada mensuplar ancak 6. seviyeye kadar yükselebiliyordu.

İsmailiye inancına göre 6. dereceye yükselmiş kişiler ölümleri halinde ebedi ışık olan Allah’la bütünleşebiliyorlardı. Alt derecedeki müritler bu dereceye kadar yükselene kadar birkaç defa daha yeniden doğarak dünyaya geliyorlardı. Dolayısıyla daha iyi bir hayat için canından vazgeçmek bir mürit için hedef haline geliyordu. İmama tam bağlı olan bir mürit için ölmek bir son değil daha iyi bir başlangıç olarak görülüyordu.Çevresinde toplananlara, insanları mutluluğa kavuşturmak, ölümsüzlüğe ulaştırmak, cenneti yeryüzünde kurmak için görevlendirildiğini, bu görev ile ilgili bütün yetkileri özel olarak tanrıdan aldığını, anlatmaya başladı.

13-HASAN SABBAH HAKKINDA BATININ VE DİĞERLERİN FİKİRLERİ.

Hasan Sabbah hakkında batıya ilk giden bil­gi, Alamut Kalesi’nin, Moğollar tarafından yakıldıktan sonra neredeyse 200 yıl sonra bölgeye gitmiş olan Marco Polo tarafından yazılmıştır .Yazdıkları duyduklarından ibarettir.

Halkın anlattıkları şu şekildeydi.


Mülhid'in din den çıkmış, sapkın anlamındadı.Mezhep Sünni İslam kaynaklannda aşağılama amacıyla çoğunlukla böyle anılıyor. İkinci sözcüğün, Arapça’da hint kenevirinden elde edilen uyuşturucunun Marco Polo’da Alam ut’un cennet bahçeleri "Şeyh ... iki dağ arasındaki vadinin girişlerini kapanırmış ve burayı her türlü meyvenin yetiştiği, eşi benzeri görülmemiş güzellikle bir bahçeye çevirtmiş-tir. İçerisine ... akla hayale gelmeyecek görkemli köşkler ve saraylar inşa ettirmiştir. Kanallardan şarap, süt ve bal akmaktadır. 

Dünya güzeli hurilerin ellerindeki çalgılardan en hoş tınılar, dudaklarından en hoş şarkılar dökülür, dansları izleyeni büyüler. Şeyhin gayesi, tebaasını buradan öte bir cennetin olmadığına inandırmaktır...

Haşişi/er olarak ayırdıklarının haricinde kimse bahçeye alınmıyordu. Bahçenin girişinde her türlü saldırıya karşı koyabilecek güçte bir kale vardı. Bizzat kendi maiyeti altına almak üzere sarayında barındırdığı on iki imamın yalan öğretilerini yirmi yaş arası gençlere, tıpkı Hz. Muhammed gibi cennet hikâyeleri anlatıyordu.

 Sarazin/er (Arap/ar) Muhammed'e nasıl inanıyorlarsa, gençler de aym inançla ona bağlıydılar. Önce kendilerine uyuşturucu bir iksir içirip, ardından dörderli, altışarh ya da onarlı gruplar halinde bahçesine götürüyordu. Böylece gözlerini açtıkları vakit gençler kendilerini dillere destan bahçede buluyorlardı...
Bizim İhtiyar dediğimiz Efendi, sarayını alabildiğe görkemli bir hale getirerek, basit dağlı halkı kendisinin yüce bir peygamber olduğuna inandırmıştı.

Haşi-şi/erden birini bir göreve yollamak istediği vakit, aym iksirle bu kez sarayına taşıtıyordu. . Şeyh'in huzuruna çıkarılıyordu ve genç adam gerçek bir peygamberin huzurunda olduğuna cam gönülden inanarak önünde hürmetle secde ediyordu. Şeyh nereden geldiğini sorduğunda, cennetten geldiğini ve burasının Muhammed’in Kuran da sözünü ettiğinin tıpatıp aynısı olduğunu söylüyordu. Bu da şüphesiz, yanında hazır bekleyen ve bahçeye henüz kabul edilmemiş olanların bir an için dahi olsa oraya gitme arzularını kamçılıyordu.

Şeyh bir hükümdarın kadini istediğinde bu gençlerden birine şöyle diyordu: Git ve şunu öldür, geri döndüğünde meleklerin seni cennete taşıyacaklar. Ol-sen dahi, meleklerini yollayıp seni cennete getirteceğim. ' Bu sözlerle, geri dönmek için can attığı cennetin anahtarına ilelebet sahip olduğuna inanan genç, sabırsızlıkla düşmanı katletmeye koşuyordu. Şeyh kimin ölümüne karar vermişse, müritleri hazır sırada bekliyordu. Uzak yakın bütün hükümdarların yüreğine saldığı korkuyla, onları kendisiyle iyi geçinmeye mecbur kılıyordu."



Ancak Hasan Sabbah hakkında, her dilde yazılmış sayısız araştır­ma çalışması, roman ve öykü bulunmaktadır.

Genelde araştırmacılar, Haşan Sabbah hakkın­da bir araştırma kitabı yazdığında kendi meşre­bi, mezhebi ve inandığı değerlerin penceresinden bakmaktadır. Haşhaşileri iyi gösterme iddiaların aksine, onlar yalnızca bölge halklarına zulmeden baskıcı yöneticilere suikastlar düzenlemişlerdi.

Hasan Sabbah savaşını özellikle, Selçuk­lu zamanında ve Selçuklu idaresine karşı verdiği için ise, islam toplumu onu tam olarak lanetlemektedir.

Brocardus'a göre Haşhaşiler son derece yetenekli ve tehlikeli türden kiralık katillerdi. Kendisi onları Doğu’nun tehlikeleri arasında saymış olsa da herhangi bir mekan, ta­rikat ya da milletle bağlantılı olduklarını açıkça ortaya koymadığı gibi, onlara herhangi bir dini inanış ya da siya­si amaç da atfetmemiştir. Haşhaşiler, merhametsiz ve işi­nin ehli katillerdi ve onlara karşı yapılacak savunma da acımasız ve zalimce  olmalıydı.

“Haşhaş” kelimesi Arapça’da “kuru ot” ve “hayvan yemi” anlamına gelir. Sonraları kelimenin anlamı uyuşturucu etkisiyle bilinen hint keneviri ile özdeşleştirilmiştir. Silvestre de Sacy, Haşhaşilere bu adın haşhaş kullanma alışkanlıkları yüzünden verildiği kanısını benimsememekle beraber bu adın, şeyhin fedailerine vaat ettiği cenneti tattırabilmek için onlara gizlice haşhaş içirmesiyle ilgili olabileceğini düşünmüştür

. Bunu da özellikle Marco Polo’nun seyahatnâmelerinde geçen cennet bahçeleri hikayesiyle temellendirmiştir. 1273 yılında İran’dan geçmiş olan Marco Polo’nun seyahatnâmesindeki hikaye kısaca şöyledir:


“ Kendi dillerinde şeyhlerine “dinin büyüğü” anlamına gelen Alaeddin diyorlardı. Şeyh iki dağ arasındaki vadiyi kapatmış ve burayı sütten, baldan ve şaraptan akan sular, güzel huriler ve çeşitli meyve bahçeleriyle donatmıştı. 

Dağın şeyhi müridlerinin gerçekten cennette olduklarını zannetmeleri için burayı Muhammed’in cennet tasvirine benzetmişti. Bizim yaşlı adam dediğimiz bu efendi fedailerine iksirinden içirerek onları dörderli, altışarlı gruplar halinde bahçeye taşıtıyordu. Gerçekten cennete gittiklerini zanneden müridlerini bir göreve göndereceği zaman şeyh “Gidip şunu şunu öldüresin. 

Meleklerim seni cennete götürecektir.” diyordu. Şeyh’in cennetine geri dönebilme arzusuyla fedailerin göze almayacağı hiçbir tehlike yoktu. ”









- ISPANYALI HAHAM VE GEZGİN TUDE-LALI BENJAMİN’İR SEYAHATNAMESİNDE (1167)

 Selçuklular, Haçlıları dize getirirken, küçük bir kaleye,Haçlıların kaleminden Nizariler Nizarilerle ilgili ilk yazılı bilgilere Ispanyalı haham ve gezgin Tude-lalı Benjamin’ir seyahatnamesinde (1167) rastlanmaktadır. Benjamin islam dinine inanmayan peygamber saydıkları önderlerine adanmışlık-la bağlı, hayatları pahasına krallar öldüren, Haşişin adıyla bilinen bir topluluktan bahseder. 


-KUTSAL ROMA GERMEN İMPARATORA FREDERİCK BARBAROSSA’NM 1175'TE SURİYE’YE GÖNDERDİĞ ELÇİSİ GERHARD HAŞHAŞİLERLE İLGİLİ .

"Şam, antakya ve halep civarındaki dağlarda yaşayan, kendi dillerinde heysessini diye anılan" topluluğu şöyle  anlatır.

Hak hukuk tanımazlar... kend dinlerine aykırı olarak domuz eti yerler ve anne-kız kardeş ayrımı yapmaksızın tün kadınları kullanırlar...

 Dağlarda müstahkem kalelerde oturdukları için dize getirilmeler imkânsızdır. Başlarında hem Arap emirlerinin hem de komşu Hıristiyanların yüreğine korku salan şeyhleri yer alır. 

Şeyhten bu denli korkulmasının sebebi, gözüne kestirmiş olduğu kimseyi akla hayale sığmayacak yöntemlerle öldürtmesidir. Şeyh yüksek surlarla çevrili saraylarında, küçük yaştan i-tibaren ailelerinden ayrı yetiştirmek üzere alıkoyduğı çok sayıda köylü çocuğu barındırır.

 Aralıksız eğitimleri boyunca bu delikanlılara pek çöl yabancı dil öğretilir. Şeyhlerine gözü kapalı itaat etmeleri, bu sayede Şeyhin kendilerine cennetin güzelliklerini bahşedeceği zihinlerine kazınır...

Sırası geldiğinde Şeyh, her birine altın bir hançer teslim eder ve sıradaki kurbanın üzerine gönderir."  Gerhard’ır bu raporunda Nizarilerle ilgili efsanenin birçok öğesi ilk defa der-li toplu ifade edilmiştir İslam’ın değerlerine referansla yapılan suçlamalar, bu bilgilerin kaynağının genelde Sünni kaynaklı anlatımlar olduğunu düşündürtmektedir.

-SUR BAŞPİSKOPOSU WİLLİAM DA, 1186' da   Haçlı Seferleri’ni ayrıntılarıyla aktardığ kayıtlarında Nizari-lerden söz eder. Daha önceki bilgilere ek olarak, mezhebir kendilerine bağlı köylerle birlikte on müstahkem kalede yaşayan yaklaşık altmış bir kişiden oluştuğunu, şeflerinin kan bağıyla değil liyakata bağlı bir seçimle başa geçtiğini hem Müslüman hem de Hıristiyanlarca Haşîşî / Assassini olarak adlandırdıklarını anlatır.


1192 yılında Kudüs Latin Kralı Conrad’ın Nizari fedailerince öldürülmesi Batıl kronikçilerin ilgisini artırmış, birçoğu tarafından mezhebin esrarengiz ve yiğit şeyhi ölümüne bağlı müritler, acımasız suikast yöntemleri uzun uzun anlatılmıştır.

 Bunlardan Lübeck’li Arnold, şeyhin bir tür uyuşturucuyla kendinden geçirdiği müritlerini rüyadayken gördükleri her şeyin, dava adına dökecekleri kanın mükâfatı olaral ölümlerinden sonra kendilerine bahşedileceği vaadiyle kendine bağladığından söz eder ilk kaynak olması bakımından dikkate değerdir. Arnold ayrıca “son derece mutebeı saydığı kimselerin tanıklıklarından" edindiğini söylediği bilgilere göre, müritlerin şeyh* bağlılıklarını göstermek için onun bir emri ile surlardan aşağı atladıklarım da- ilk hikâye eden kişidir.

Aynı yıllarda bu hikâyeden Kudüs Krallığı vekili Kont Henry de söz etmektedir.  Haçlıların İsmaillerle kurdukları ilişkilerin artmasıyla, bazı yeni bilgilere ulaşmalar mümkün olmuştur.  Haçlı Seferine katılan ve 1217'de Akka Piskoposu olan Vitry’I lames mezhebin gizli olarak desteklenmesini sağlamışlardır.


 Kral 7. Louis'nin 1250 yılında Is-maililerin Muhammed’e inanmayıp Ali’nin izinden gittiklerini öğrendiğini söyler. Breton’un Sünni-Şii ayrışmasına ilişkin anlattıklarının çoğu, doğrularla yanlışlar birbirine karışmış halde, Müslüman Doğu toplumuna karşı dinsel önyargıların ve bilgisizliğin izlerim taşımaktadır.

Buraya kadar anlatılanların tümü Nizari Ismaililerin Suriye kolu kaynaklıdır. Sonradan Haşan Sabbah'la özdeşleşecek olan dağın şeyhi” tasviri ise, aslında Suriyeli Nizarilerin en etkili oldukları dönemde önderliklerini üstlenmiş olan Raşi-deddin Sinan'dır.

 Batılıların mezhebin İran'daki varlığıyla ilgili bir fikri varsa da, yüzeyseldir ve tümüyle kulaktan dolmadır. Alamut’taki Ni-zariler ve İran’daki örgütlenmele-riyle ilgili doğrudan gözlemlere dayanan ilk bilgiler Fransa Kralı'nm 1253—1255 yıllarında Moğol Hakanı Cengiz'e elçi olarak gönderdiği Rahip Rubruck'lu VVilliam’dan gelir. Bu tarihlerde Haşan Sabbah'm ölümünün üzerinden kuşaklar geçmiş, Nizariler Moğol baskısı altında çökme noktasına gelmiştir.

 VVilliam, Hazar Denizi kıyısında yaşayan Nizarilerle temas eder. Ismaililer i-çin, Arapça'da ‘dinden çıkmış, dinsiz” anlamındaki mülhid sözcüğünden bozma mulidet' adını kullanır. Ayrıca o güne dek Suriye îsmailile-ri için kullanılan ‘Axasin’, “Hacca-sin” gibi adlan İran Ismailileri için ilk kullanan AvrupalIlardan biri de VVilliam olmuştur. Bu artık mezhebin Suriye ve İran kollan arasındaki bağın kesin olarak bilindiğini gösterir. VVilliam Karakurum'a gittiğinde Cengiz Han'ın kendisine suikast yapmak için kırk Nizari fedaisinin tebdili kıyafetle  şehre geldiği duyumuna karşı aldığı olağanüstü güvenlik önlemlerinden söz eder.




14-TEMPLİYERLER  KİMDİR?MASONLARLA İRTİBATI VE  YAKINLIĞI NEDİR?

De Molay ve 60 Templiyer Şövalyesi, Ekim 1307'de, Philip'in çağrısına uyarak Paris'e gittiler. Philip, onurlarına düzenlediği hir yemek sırasında De Molay ve Şövalyeleri tutuklatırken, Papalık da, halkı onlara karşı kışkırtmak için tüm kiliselerde Templiyerler aleyhine vaazlar verdirtti. Tüm Avrupa'da büyük bir Templicr avı başladı. Örgütün mal varlıklarına ve arazilerine krallıklar tarafından el konurken, taşınabilir hazinelerin bir kısmı. Şövalyelerin bazılarıyla birlikte Rochelle limanından 18 gemi ile hareket etti. Bu gemiler ve Şövalyeler hakkında daha sonra hiçbir bilgi alınamadı.

Papalığın bu tutumu, Templiyerler'le birlikte, onlarla sıkı ilişki içinde olan bir başka kuruluşun, Gildeler'in de sonunu getirdi. Gilde mensubu inşaatçı rahipler, ya rahiplik mesleğini sürdürmek ya da inşaatçılığı seçmek zorunda kaldılar. İnşaatçılığı seçenler Masonlar arasında katılırken, Gildeler de tarihin karanlık sayfalarına gömüldüler.

Takipten sağ kurtulan Şövalyelerin büyük kısmı İskoçya'ya sığındılar. İskoçya Kralı Robert Bruce, kendilerini çok iyi karşıladı. Bu Şövalyeler, artık bir örgüt olarak etkin olamayacaklarının farkındaydılar. Bu nedenle o sıralar kendilerinden sonraki en yaygın Ezoterik içerikli teşkilat olan Masonlara katıldılar. Yalııız İskoçya'da değil, tüm Avrupa'da Mason locaları Templiyer Şövalyelerine kapılarını açtılar. Bu katılma ile localara da büyük bir canlılık geldi. O günden itibaren Masonluk, bir mesleki kuruluş olmanın yanısıra, Ezoterik doktrinin Avrupa'daki uygulayıcısı ve yayıcısı konumuna yükseldi. Bu arada, Şövalyelerin ve Gilde mensubu rahiplerin katılımları neticesinde localarda mesleki çalışmaların yanısıra fikri çalışmalar da ön plana çıkmaya başladı.

Kral Ptıilip ve Papalık tarafından yakalanan Şövalyeler, bir din adamları kurulu tarafından yargılandılar. Onlara, ahlaka aykırı törenler uygulamak, Haç'a hakaret etmek ve Salibi ayaklar altına almak, İsa'nın Tanrılığını reddetmek, Müslümanlarla işbirliğinde bulunmak ve Müslamanlığa yakınlaşnıak, dini yasalardan sapnıak ve sihirbazlık yapmak gibi suçlamalar yöneltildi. Hepsi engizisyon işkencelerinden geçirildi ve itirafları zorla alındı. Örgüt 1312 yılında resmen lavedildi. Taşınmaz malları ve tüm imtiyazları, Katolik kilisesine daha yakın olarak tanınan Sen Jan Şövalyelerine verildi. 1530 yılında Malta Şövalyeleri adını alan bu Şövalyeler, Templiyerler'in mallarını, kendi öı varlıklarına katmaksızın bugüne kadar muhafaza ettiler. De Moley ve tutsak diğer Şövalyeler, yedi yıl süren hapis hayatından sonra, 1314 yılında direklere bağlanarak yakıldılar. Böylece Ezoterik-Batıni doktrinler Müslüman dünyasında Hallac-ı Mansur'dan sonra, aradan yüzyıllar geçmiş olmasına karşın, Hıristiyan dünyasından da yandaşlarını kurban vermiş oldu.

Templiyerler'in başına gelenler, Dante tarafından "İlahi Komedi" adı altında ölümsüzleştirildi. Viyana müzesinde bulunan bir Dante kabartmasının arkasında, "Kutsal Kadoş Tarikatinden İmparatorluk Prensi Templiye Kardeş" ibaresinin bulunması, aradan uzunca bir süre geçmiş olmasına rağmen Templiyer teşkilatının, başka örgütler bünyesinde de olsa, varlığını sürdürmekte olduğunu göstermektedir.

Dante'nin ünlü eserinin Ezoterik yorumuna kısaca bir göz atmak, Templiyerlerin inançları hakkında da bazı fikirler verecektir. Dante'nin İtalya'dan çıkmış olması bir tesadüf değildir. İtalya, Papalığın ve Katolik kilisenin yanısıra Pisagor Enstitüsü'nün, Roma Collegiaları'nın, Gildeler'in vatanıdır. Masonluğun ana kaynağının Collegialar olduğu düşünülürse, bu örgütün doğum yeri de İtalya olarak kabu) edilebilir. Dante'nin Templiyer Şövalyesi ünvanını Masonluk bünyesinde alması, Ezoterik doktrinin ve tarikatın varlığının Masonluk içinde sürdüğünü göstermektedir. 1265 yılında doğan Dante, 1295'de, 30 yaşındayken, doktor ve simyagerlerin çoğunlukta bulunduğu bir locaya üye olmuştur. Dante de, kendisinden önceki tüm Ezoterik inançlılar gibi laiklik taraftarı olmuş ve tüm yaşamını din ile devlet işlerinin ayrılmasına adamıştır. Dante'ye göre Papalık ruhani kudretin, imparatorluk da dünyevi kudretin sahipleridir ve her ikisi de tanı anlamıyla eşittir. Eşit iki kuvvet sahiplerinden kilise devlet işlerine imparator da din işlerine karışmamalıdır.

Dante'nin İlahi Komedi'de bir sembolizma dili kullandığı görülmektedir. Örneğin Cehennem tam Kudüs'ün altındadır. Bu noktadan Dünyanın merkezine uzatılan hatta Araf, Cehennemle tam hizada ancak yeraltında değil, tam tersine bir dağın tepesinde Cennet bulunur. Aynı çizgi gök yüzüne devam ettilirse, Tanrıya ulaşılır.

Dante'nin en çok kullandığı semboller sayısal sembollerdir. Tanrısal teslisi ifade eden 3, bunun karesi 9 ve Pisagor öğretisini hatırlatırcasına mükemmelliğin ifadesi olan 10 sayılarını kullanır üstad. Uhrevi alem, Cennet, Araf ve Cehennem olmak üzere üçe ayrılır. Komedya, bu üç kısımdan oluşur. Her kısımda 33 bölüm vardır. Kitap başlangıçtaki giriş bölümüyle birlikte 100 bölümden ibarettir. Dante, 10'un karesi olan 100. bölümde mükemmeli, yani Tanrıyı görür.

Dante, Cennet bölümünde yedikçe daha çok acıkan bir kurt'u anlatır. Bu kurt Katolik kilisesini remzetmektedir. Üstad, Templiyerlerin ölümüne neden olan Papa 5. Clement'i çoban kılığında bir aç kurt olarak nitelendirir.

Dante, düşüncelerini şöyle dile getirmektedir.: "Beni meydana getiren ilahi kudret, en yüce akıl, hikmet ve ilk aşktır"..Dante'nin gördüğü İlahi Nur bir üçgen şeklindedir. Diğer bir deyişle o, Nurlu Deltayı görmüştür. Deltanın ortasında Dante'nin kendi yansıması, yani insan durmaktadır. İnsan Tanrının bir paçasıdır ve Tanrı insanın içindedir.

Fransa katliamından sonra Templiyerler'in sağ kurtulan üyelerinin Mason localarına dahil olmalarına karşın, Papalık Masonluğa uzunca bir süre için dokunmadı. Onlara tanınan imtiyazları kaldırmadı çünkü, Hıristiyan aleminin kilise ve katedral yapan insanlara ihtiyacı vardı. Masonlar, inşaat yapımı sırlarını büyük bir titizlikle korumuşlardı ve bu sır saklama gelenekleri varlıklarının idamesi için de gerçek sebep oldu. Gildeler'in dağılması da Masonların yaşamaları için bir başka nedendi. Duvarcı ustaları, yaptıkları işin devamlı gezmelerini gerektiren türden bir iş olması nedeniyle her zaman özgür olmuşlardı. Bu gelenek binlerce yıldan bu yana süregelmekteydi ve onların bu özgürce dolaşabilme ve örgütlenme avantajları sayesinde birçok fikir akımı, Masonlar ile tüm Avrupa'ya yayıldı. Bu nedenle örgütün adı "Free Masons" (Hür Duvarcılar) örgütü idi.

Templiyerler, tıpkı İsmailliler Hasan Sabbah ın örgütçülerin den öğrendikleri birbirlerini tanıyabilmek için gizli işaret, parola ve semboller kullandılar. Bu gizlilik daha sonraki yıllarda Papalığın baskılarından kurtulmak için de işe yaradı.

Templiyerler'in etkisi sayesinde örgütlenmelerini, İsmailli zanaatkar örgütü Fütüvve'leri örnek alarak gerçekleştiren Mason locaları, sadece birer inşaatçı birliği değil, felsefi konuların da işlendiği birer eğitim ocağı durumundaydılar. Bu vasıtları, Şövalyelerin ve Gilde ınensuplarının aralaı-ına dahil olnıası ile daha da güçlendi. Simya bilmi hakkında ilk bilgilerini, bu bilgileri İsmailliler'den almış olan Templiyerler vasıtasıyla elde eden Masonlar, Kabbala ile de ilişkideydiler. Kabbala okulu mensupları ile kurulan ilişki sonucu Masonlar arasında Simya oldukça ön plana çıktı. Templiyerleı-'in dağılmasından sonra Masonluk, Avrupa'da örgütü bulunan yegane kuruluş olarak kaldı. Masonlaı-'ın o sırada, tüm Avrupa ülkelerinde yaklaşık 9 bin locasının bulunduğu tahmin edilmektedir. Mason localarının büründüğünü yeni hüviyet, asillerin ve entelektüel çevrenin de dikkatini çekti. Örneğin, 1442 yılında İngiltere kralı 5. Henry ve saraydaki pek çok asil, kardeşlik örgütüne üye oldular.

Localarda metafizik, teoloji ve felsefe konuşuluyordu. Ancak ortaçağ Masonları, öğretileri uyarınca Roma kilisesine oldukça uzak bir mesafedeydiler. Dönemin yoğun dini baskıları, Masonların gerçek inançlarını açıkça ortaya koymalarına engel oluyordu. Esasen duvarcı ustaları, kilise ile en yakın oldukları Gilde'ler döneminde dahi, Papalığın tahakkümü altına girmekten özenle kaçınmışlardı. Ortaçağ Masonları'nın gerçek düşüncelerini ortaya koyabilecekleri yegane yer, kendi yarattıkları eserlerdi. Masonlar eserlerinde daima Batıni semboller kullandılar. En büyük eserleri olan katedraller ve kiliselerde dahi, kendi sembollerinin yanısıra, simya sembollerini kullanmaktan çekinmediler. Hatta biraz daha ileri giderek katedralleri, Papalığın resmi tutumuyla alay edercesine, açık saçık denilebilecek türden heykellerle doldurdular.

Masonlar'ın katedrallerde kullandıkları Simya sembollerine bir örnek olarak "VİTRİOL" kelimesini verebiliriz. Vitriol, Latince'de "VisiCa İnteriora Tellus Rectifacando İnveniens Occultam Lapidem" kelimelerinin baş harflerinin birleşimi olan bir kelimedir. "Dünyanın merkezini ziyaret et. Orada gizli taşı (Felsefe Taşını) bulacaksın" anlanıına gelen bu kelimenin Ezoterik açılımı "her insanın hakikati kendi içinde bulacağı" şeklindedir. Kelime, günümüz Masonluğunca da bir sembol olarak kullanılmaktadır. Masonluğa özgü imkanlar, büyük mimarlar ve taş ustalarının yanı sıra, dönemin filozoflarının da çok işine yarıyordu. Yol üstündeki Localarda barınabilme, gerektiğinde ödünç para alınarak bir sonraki Locaya yolculuk etme, sağlıkla ilgili her türlü soruna çare bulma gibi imkanlar, o dönem için bulunamayacak nimetlerdir. Yaşlı ve hasta kardeşlere, dul kalan Mason eşlerine yardım eden bir sandığın bulunması, derneğin sosyal yönünün güçlülüğünü ve giderek Hümanizm akımının ortaya çıkmasında nasıl etkin rol oynadığını göstermektedir.




15-İSMAİL DÖNEMİNDEKİ  HAÇLILAR  (TEMPLİYERLER )  VE  HASAN SABBAH ÖRGÜTLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİLERİ

Templiyer Şövalyeleri 1118 yılında "İsa'nın Fakir Askerleri" adı altında, San Bernardo Di Chiaravalle adlı bir piskopos ve onun yeğeni Şövalye Hugs De Payens tarafından kuruldu. De Payens ve farklı ülkelerden seçilen sekiz Şövalye sözde Kutsal Toprakları kafirlerden korumak ve muhtaç kimselere yardım etmek amacıyla 1119 yılında Kudüs'e gittiler.
Kudüs Hıristiyanlar tarafından, Fatımilerin elinden alınmıştı. Ancak Fatımiler bunu büyük bir kayıp olarak görmediler. Aksine, Müslümanlığın, en az Katoliklik kadar tutucu kesimi olan Sünnilerle savaştıkları için, Hıristiyanlarla ittifaka girdiler. Kudüs'ü geri alabilmek için Haçlılarla savaşanlar Sünniler'di çünkü, Kudüs onlar için de kutsal bir şehirdi. Fatımilerin günümüzdeki ardılları olan Dürziler, Mezhebe ait ritüellerde Haçlılarla Batıni ( İsmailler ) Müslümanlar arasındaki dayanışmanın örneklerini göstermektedir. Bu mezhebin bünyesindeki Hıristiyan kökenli bazı inanışların altında da söz konusu işbirliği yatmaktadır.
Selahattin Eyyubi'nin 1171 yılında Fatımi devletine son vermesi, Sünni iktidarla sürekli mücadele içinde olan İsmailliler ile Haçlıların dayanışmasını daha da artırdı. İsmailliler'in en radikal kolu olan Hasan Sabbah fedaileri ile, Haçlıların önde gelenleri Şövalyeler arasında zaman içinde özel bir bağ oluştu.

Kudüs'e gelmelerinden sonra, Kral Baudouin II tarafından Süleyman Mabedini korumakla görevlendirilen ve mabedin yerinde M.S. 540'da Bizans İmparatoru Jüstinyanus tarafından inşa edilmiş bulunan kilisede kendilerine yer verilen "İsâ nın Fakir Askerleri", yeni görevleri nedeniyle isimlerini değiştirdiler ve "Knights Templar" (Mabet Şövalyeleri) adını aldılar. Bir süre sonra bu Şövalyelere ve örgütlerine kısaca "Templiyerler" denilmeye başlandı.

Şövalye De Payens ve beraberindekiler Kudüs'e geldikten kısa bir süre sonra İsmailliler ile karşılaştılar. Gilde mensubu rahiplerden Şövalyeler hakkında bilgi alan ve onların Hıristiyan camiası içindeki en etkili ve bilgili kişiler olduğunu öğrenen Hasan Sabbah, Mabet Şövalyeleri ile görüşmeyi özellikle istedi. Bu isteğin altında, Templiyerler'in eski bir Batıni doktrin mabedini koruma görevini üstlenmeleri ve mabet içinde bazı kaybolmuş sırları açığa çıkarmak için yaptıkları araştırrrıaların da etkisi vardı. Bazı araştırmacılar, De Payens'in amcası olan piskopos Chiaravalle'nin Avrupa'da yaşayan Kabbalacılardan, mabedin temellerinde gömülü olan bazı Ezoterik sırların yerlerini öğrendiğini ve tarikatı da sırf bu sırların bulunması için kurduğunu ve Kudüs'e gönderdiğini öne sürmektedirler. Kimi iddialara göre, aralarında kaybolan bir kutsal kelimenin yazılı olduğu taş levha da dahil olmak üzere, sırların büyük bölümü Şövalyeler tarafından mabedin temelleri arasında ortaya çıkarılmıştır.

Hugs De Payens ve diğer Şövalyeler, davet üzerine, Hasan Sabbah'ı Alamut kalesinde ziyaret ettiler. Burada Sabbah'ın kurduğu sistemi gözleriyle gören Şövalyeler, örgüt ve Batıni doktrin hakkında da ilk ağızdan bilgiler aldılar. Kudüs'e geldikleri sırada Katolik inancın en önde gelen savunucuları arasında yer alan Templiyerler, Hasan Sabbah ve Dailerini tanıdıktan, İsmailli öğretisini derinlemesine inceledikten sonra, Katolik inanç tarzından giderek uzaklaşırlar ve akılcılığı ön plana çıkaran Ezoterik doktrine bağlandılar. Templiyer'lerdeki bu inanç değişikliği, kurdukları güçlü örgüt sayesinde tüm Avrupa'ya yayılırken, Katolik kilisesinin de giderek zayıflamasına yol açtı. İsmaillilerle ilişkileri Templiyerler'in tüm felsefesini değiştirmişti ancak bu ilişki, örgütün sonunu getiren suçlamayı da bünyesinde barındırdı. Templiyerleri yok etmek için bahane ararken Papalık, tarikatı "Müslümanlarla ilişki kurmak ve hatta Müslümanlaşmakla" suçladı.

Templiyerler Hasan Sabbah'dan Ezoterik öğreti ile birlikte bir şeyi daha öğrendiler; gerçek inançlarını saklamayı ve iyi birer Hıristiyan gibi görünmeye devam etmeyi. O kadar ki, 1128 yılında Papa Honarius, gösterdikleri yararlılıklar nedeniyle tarikatın şubelerinin tüm Hıristiyan dünyasında açılmasına izin verdi. Yine Papa, 1139 yılında da Templiyerler'in herhangi bir dünyevi ve dini otoriteye tabi olamayacağını ve sadece Papanın kendisine karşı sorumlu olduklarını açıkladı. Bu izin ile Templiyerler'in üzerinden her türlü şüphe ve dini baskı kalkmış oldu.

Şövalyeler, Hıristiyan görünme zorunluluğu ile Ezoterik inançlarını bir arada tutabilmek için üzerine yemin etmek üzere, Ezoterik bir yapısı bulunan Yohanna İncili'ni seçtiler. Templiyerler'in bu seçimi diğer Şövalye örgütlerini de etkiledi. Her türlü girişimde Templiyerleı'i örnek alan diğer Şövalye örgütleri de aynı İncil üzerine and içmeye başladılar. Öyle ki, Şövalyelik kurumunun bir diğer ünlü mümessili olan ve savaşlarda yaralananlara yaptıkları yardımlardan dolayı kendilerine "Hospitalierler" denilen Şövalyelerin bir diğer adı da, "Sen Jan Şövalyeleri" idi. Daha önce belirtildiği gibi, İsa öğretisinin Ezoterik içeriğini anlatan İncil, Sen Jan tarafından kaleme alınmıştı.

Örgütlenmelerini İsmailli teşkilatı yapısını örnek alarak gerçekleştiren Templiyerler, disiplin, hiyerarşi, tarikatın başkanı olan "Büyük Üstada mutlak bağlılık ve itaat gibi gibi İsmailli uygulamalarını sürdürdüler. Üç dereceli bir inisiyasyon sistemi kurdular. "Mass" adı verilen ayinlerde, Kutsal Ruh'un sembolü olarak kabul ettikleri ekmeğe, kirli olabilecek elleriyle değmemek için eldiven giyen Templiyerlerin önlükleri de koyun postundan yapılmıştı ve beyazdı. Templiyer'lerin yalnızca önlükleri ve eldivenleri değil, tüm giysileri beyazdı. Bu geleneği de İsmailliler'den alan Templiyerler, tek fark olarak, göğüslerinin üzerine Haçlıların sembolü olan kırınızı bir Haç diktirirlerdi.

Tarikata üyeler ketumiyet yemini ederek alınırlardı ve yeminini bozanlar bunu hayatlarıyla öderdi. Şövalyeler birbirlerine "Kardeş" diye hitap ederlerdi. Üç dereceli örgütlenme yapılarında ilk derece sahiplerine, daha yukarı dereceli üyelere hizmet etme zorunluluğu nedeniyle "Serving Brothers" denilirdi. İkinci derecede birer "Chaplaini" olan tarikat üyeleri, Şövalye, "Knight" ünvanını ancak en üst derecede elde edebilirdi.

Templiyerler, tıpkı İsmailliler gibi birbirlerini tanıyabilmek için gizli işaret, parola ve semboller kullandılar. Bu gizlilik daha sonraki yıllarda Papalığın baskılarından kurtulmak için de işe yaradı. Templiyerler ayrıca İsa'nın çarmıha gerildikten sonra öldüğünü, yani onun bir fani olduğunu savunuyorlardı. Onlara göre göğe yükselen şey, İsa'nın tekamül etmiş ruhuydu. Yani Tanrı ile birleşen İlahi Kelamdı.

Templiyerler, Papadan tüm Avrupâ da teşkilatlanma iznini aldıktan sonra, bir çeşit bankerliğe başladılar. Kutsal savaş veya Hac için kutsal topraklara gitmek üzere yola çıkan asker ya da hacılardan paraları, ülkelerindeki Templiyer teşkilatı tarafından alınıyor ve buna karşılık alınan paranın miktarının belirtildiği bir belge veriliyordu. Asker veya hacı, gittiği ülkedeki Templiyer teşkilatına bu belgeyi gösterdiğinde, parasını eksiksiz alıyordu. Sistemin iyi çalışması ve dürüst Şövalyelerin elinde olması, zamanla Templiyerlei e olan güveni iyice artırdı. Bir süre sonra Templiyerler önemli miktarlarda parayı işletmeye başladılar. İşletmecilik, muazzam bir servetin birikmesine ve bu arada da, duvarcı ustalarının üye bulunduğu Masonluk ile diğer mesleki kuruluşların da Şövalyelerin emri altına girmelerine neden oldu.

Güçlü örgüt yapısı ve muazzam servet, büyük bir güçle birlikte endişeyi ve kıskançlığı da beraberinde getirdi. Selahattin Eyyubi'nin 1187 yılında Kudüs'ü ele geçirmesi ve Latin krallığına son vermesi üzerine Templiyerler, diğer Şövalye Tarikatları ile birlikte Kudüs'ü terk etmek zorunda kaldılar.

Templiyerler önce Akka'ya, buradan da Kıbrıs'a geçtiler. Bu sırada tarikatın Büyük Üstadı, soylu bir Fransız aileden gelen Jacques De Molay'dı. O sıralar, dönemin Fransa Kralı "Güzel Philip" güç günler yaşıyordu. Maddi sıkıntılarını atlatmak için Templiyerler'den büyük miktarlarda borç almıştı ve geri ödemekte zorlanıyordu. Karşısında maddi açıdan çok kuvvetli ve tüm Avrupa'ya yayılmış bir örgüt olması Kral Philip'i yalnız başına harekete geçmekten alıkoyuyordu. Daha önce de belirtildiği gibi Papalık da Templiyerler'in Katolik kilisesini giderek zayıflattığının farkına varmıştı ve teşkilatı yok etmek için bir fırsat kolluyordu.

Kıbrıs'tan sonra Templiyerler merkez olarak Londra'yı seçtiler. Yöneticilerin çoğunluğu Londra'da olmasına karşın, örgütün Paris kolu son derece güçlüydü. Kentin üçte biri Templiyerler'in kontrolü altındaydı ve Kral Philip'in yargılama yetkisinin dışındaydı. Kuruma bağlı tüm zanaatkarlar, Papalığın kendilerine verdiği haklar doğrultusunda özgür zanaatkarlardı ve krallığın tüm yükümlülüklerinden muaftılar.

Bu duruma bir son vermek isteyen ve bu arada Templiyerler'e olan borcundan da kurtulmak niyetinde bulunan Kral Philip, yoğun bir kulis faaliyeti sonucu 5. Clement'i Papalığa seçtirdi. Templiyerler'in uyguladığı laik sistemin Papalık için ne demek olduğunu iyi bilen ve ayrıca Kral Philip'e borcunu ödemek isteyen Papa Clement, cemiyetin tüm Avrupâ da lavını isteyen bir emirname yayınladı. Papa'nın bu emirnamesini yayınlamasından hemen önce Kral Philip, yeni bir Haçlı seferi düzenleneceği bahanesiyle Templiyerleı'in Büyük Üstadı De Molay'i ve örgütün diğer önde gelenlerini İngiltere'den Fransa'ya davet etti.





16-ESKİNİN“HAŞHAŞÎ”  DÜNYA DÜZENİ  , GÜNÜMÜZÜN YENİ DÜNYA DÜZENİ

"Kuzeyden İran'a göç eden Türkmenler'in nüfuslarının artması ve bu sebeple İran'da oluşan kapasite sorunun çözülmesi için Anadolu yarımadasına göç ettirilmesi projesinin engellenmesi ve böylece İslam'ın batıya yayılışının engellenmesi amacıyla dönemin gizli ve ezoterik özellik taşıyan dinsiz Yahudi örgütleri tarafından özel olarak yetişitirildiği ve el altından finanse edildiği, babasının bu örgütler adına çalışan Avrupalı bir Hristiyan olup Müslüman gibi yaşadığı annesinin ise bir Yahudi olduğudur.

Hasan Sabbah'ın asıl amacı orduya ve eyaletlere hakim Türkler ile bürokraside görevli Farslılar arasında kalıcı bir etnik gerilim oluşturmak ve Türkmen aşiretlerinin batıya göçünü olabildiğince geciktirmek ve mümkünse engellemekti ki Melikşah ve Nizamülmülk döneminde esas olarak ele alınan bu kapasie sorunu Melikşah'ın ölümünden sonra (Tuğrul ve Çağrı beyler zamanında) ancak fiili olarak çözülmeye başlamıştır."

Alamut Kalesinin, İsmaillerin Pamir’den güneydoğu Akdeniz kıyılarına ve Filistin’e kadar Ortadoğu coğrafyası içinde, Hasan Sabbahın 300’e  kadar ulaştığı bilinen Baş Dai’lerin yönetiminde ortaklaşa çalışarak, aynı kazandan yenilen, özel mülkiyetin olmadığı kale yerleşim birimleri “Darül Hicar”lardan (Göçmenevleri, Göçmenler yurdu) oluşan bir devletti.

Haşişi'lerin Gizli Öğretileri
(1) Düşünce Okulları
"Genel olarak İsmaili'lerin, özel olarak da Nizari İsmaili'lerin asıl sorunu, her dönemde resmi İslam tarafından sapkın kabul edilerek baskı altında tutulmak istenmeleridir (Mısır Fatımi halifelerinin yönetiminde İsmaili inancının resmi dinsel görüş olarak kabul edildiği dönem dışında). Bu baskının sonucu olarak, Haşişi inancının herkesce anlaşılabilir bir açıklaması hiç yapılmamıştır. Haşişi'ler kendi öğretilerini gizli tutmuşlar, düşmanları ise, sapkın oldukları gerekçesiyle, inceleme araştırma yapmadan onları neredeyse yok saymışlardır."
"Hasan Sabbah, sıradan kişilerin bilgi edinmesine engel olmuş, her kitabın tehlikesini ve her yazarın dağarcığını zaten bilenler dışında, bilginlerin eski kitapları incelemelerine izin vermemiştir. Yandaşları ile birlikte, teoloji alanında, "Allah'ımız Muhammedin Allah'ıdır" demekten öteye geçememiştir."
Şehrestani
"Mehdi" (Tanrısal Rehber) kavramı zamanla gelişmiştir. İsa'nın ortaya çıkmasıyla, "son yargı" dönemi başlayacaktır. İyiler cennete giderken, kötüler cehenneme atılacaklar; cennette ödüller, cehennemde ise cezalar olacaktır. Böylece öngörülen "Son"dan önceki dönem de oldukça karamsardır: Kabe yol olacak, Kur'an sayfaları boş kağıda dönüşecek, Kur'an'ın buyrukları belleklerden silinecek, Allah bile "Tanrısal Söz"ü (logos-kelam) terkedecektir. İşte o zaman kıyamet kopacaktır."
Bu öğretinin, İsmaili versiyonu iki ayrı düşünce okulu biçiminde ortaya çıkmıştır. İlki, İsmail"in kendisini doğrudan ölümsüz ve dolayısıyla Mehdi olarak kabul eder.

İkincisi, İsmail'in oğlu Muhammed'in Mehdi olduğunu ve tüm dünyayı fethetmeden önce ölmeyeceğini ileri sürer.

Dürzi'ler "yeniden doğuş"u kendi inançlarının temel ve ayırd edici bir ilkesi olarak benimserler. Dürzi'liğin kurucusu Hakim'in on ikinci imamın ruhuna sahip olduğuna inanırlar. Hakim'in tüm dinsel yetkisi de bu olgudan kaynaklanmaktadır. Haşişi'lere oranla daha fazla bilgi sahibi olduğumuz Dürzi'lerin öğretileri aslında hemen hemen Haşişi'lerin öğretisiyle eştir: "tüm ruhlar hep bir anda yaratılmışlardır, sayıları sınırlıdır. Her ruh bir dizi ruh göçü ile gelişir ve mükemmelliğe doğru yükselir."
 
(2) Haka'ik - İçrek Gerçekler
"İnsanlığın dinsel gelişiminin, her biri yedi yıl süren, yedi ayrı peygamber döneminde gerçekleştiği tasavvur edilmektedir. Bu yedi peygamberin ilk altısı: Adem, Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed'tir. Bu Tanrı habercilerinin her biri, sıradan insanların bile anlayıp yorumlayabileceği bir dinsel yasa ortaya koymuşlardır. Buna "zahir", yani dış görünüş denilebilir. Ancak, bu peygamberlerin verdiği her bir mesajın bir de, içrek, gizli gerçekleri vardır. Bu içrek gerçekleri ancak az sayıda aydınlanmış kişi anlayıp yorumlayabilir. Buna da "batın", ya da içrek gerçek adı verilir."
"Haka'ik (içrek gerçeklerin bütünü), bu yedi peygamberi izleyen birer "Vasi" (elçi) ya da "Samit"(suskun) tarafından açıklanabilir. Bu kişinin görevi kutsal yazılar ve kurallardaki batını izah etmektir. Her bir vasiden sonra, ayrıca yedi tane imam dünyaya gelir. Yedinci imam bu dizgedeki yeni peygamberdir ve böylece çember tamamlanır. Son döneme damgasını vuracak olan Mehdi, herkese tüm içrek gerçeklerin açıklamasını yapacak ve böylece Tanrısal bilgi dönemini başlatacaktır."
"İsmaili teolojisi, işte bu denli "vahiyci" (revelationary) bir nitelik taşır. İnsan aklından aşkın olup, insanın anlayamayacağı düşünülen haka'ik, aslında gnostik öğretiden türetilmiştir. Tümüyle Neoplatoncu değerlerden yola çıkarak, maddi ve manevi dünyanın ilkelerini açıklama iddiasındadır. Gnostikler, maddi dünyanın ikincil bir tanrı tarafından yaratıldığını düşünürler. Bu Eski Ahit'teki Yahova'dır. Yahova, gerçek Tanrının dünyayı yanlış inançlardan temizlemek için İsa'nın bedeninde oğlunu göndermesine kadar, belirli bir özgürlüğe sahip olabilmiştir. Muhammed'in gnostik bir görüş olan, çarhıhta ölen kişinin sadece bir hayal, Romalılarla Yahudilerin yaralayamadıkları bir görüntüden ibaret olduğunu İslam'a uyarlamasıyla, birçok gnostik ögenin İslam'a geçiş yolu açıldı.
"İsmaili haka'ikinin özü, "İlk Neden" olarak Tanrı'nın reddedilmesinde ve kendi içinde belirli bir akılcılığa yönelmesindedir. Bu öğreti aynı zamanda İsmaili'lerin sapkınlığının temelidir. Onlara göre "İlk Neden" evrensel akılla birleşen Tanrısal buyruk yani Tanrı Sözüdür (logos-kelam). Bu yüzden, İsmaili'lerin buyruk-düzen-yasa hakkındaki düşünceleri, içrek öğretilerinin çekirdeğini oluşturur ve Neoplatoncu felsefe ile İslam'ın sentezini gerçekleştirir. Hasan Sabbah'ın gücü ve fedailerinin bağlılığı, Tanrı'nın aşkın doğası hakkında İsmaili öğretisinin kategorik ısrarından kaynaklanır. Böylesi mutlak bir Tanrı ve mutlak bir imam, mutlak bir inanç ve itaat gerektirir."

1-İmam (sözde Ali ve Nizar'ın soyundan)
Tam Aydınlanmışlar:
2-Dai'd-D'uat (Baş Dai)
3-Dai'l-Kebir (Büyük Dai)
4-Dai
Yarı Aydınlanmışlar:
5-Refik
6-Lasik
7-Fedai
"Her ne kadar, aydınlanma derecelenmelerinin ayrıntıları, 1332 yılında Dürzi'ler hakkında kaleme alınmış tarihi bir belgeden aktarılmışsa da, Haşişi'ler ile asıl fark, derece sayısının Dürzi'lerde, belki de dokuz göksel cisimle uyum sağlamak için, dokuza yükseltilmiş olmasındadır."

(3) Dokuz Derece
Adaylar, yaşam boyu kendilerini de öğretmenleri kadar önemli kılacak olan, ebedi bilgelik ve gizli güç sahibi olacaklarına inanarak örgüte katılırlar ve dokuz dereceden oluşan bir aydınlanma sürecinden geçirilirler.
İlk Derece
İlk derecede, öğretmenler adayları, tüm önceden öğrenip kabul ettikleri dinsel ve siyasal düşünce ve yargılardan kuşku duyma durumuna düşürürler. Daha önce kendilerine öğretilen her türlü bilginin önyargılı ve sarsılabilir olduğuna, olası her çeşit tartışma tekniği kullanılarak, inandırılırlar. Arap tarihçi Makrızi'nin aktardığına göre; bunun sonucu, öğrencilerin her sorunun en doğru yorumunu yapabilen tek gerçek bilgi kaynağının öğretmenleri olduğuna inanmaları ve öğretmenlerinin kişiliklerine bağımlı duruma gelmeleridir. Öğretmenler, aynı zamanda, formel bilginin aslında, hazır duruma geldiklerinde öğrenecekleri, gerçek, gizli ve güçlü sırrın sadece bir örtüsü olduğu hakkında sürekli ipuçları verirler. Bu akıl bulandırma tekniği, öğrencinin bir öğretmene körü körüne bağlılık andı içecek hale gelmesine kadar sürdürülür.
İkinci Derece
Öğrencilere bu derecede, korunması İmama teslim edilmiş olan içrek bilgiler olmadıkça, bu içrek öğretinin basit birer simgesi durumunda olan dinsel kurallar izlenerek Allah'ın rızasına ulaşmanın imkansız olduğu öğretilir.
Üçüncü Derece
Bu derecede, gelmiş geçmiş imamların sayısı ve kişilikleri, yedi sayısının maddi ve manevi dünyadaki anlamı aktarılır. Artık, kesinlikle "Onikiimamcı" inanç ve görüşlerden uzaklaşılarak, son altı imamın saygı duyulmaya gerek olmayan, manevi bilgilerden yoksun, sıradan insanlar oldukları öğretilir.
Dördüncü Derece
Öğrenciye, yedi "Natık" (bildiren-peygamber) dönemleri, onları izleyen altı "Samit" (suskun imamlar) ve her yeni natığın kendinden önce gelenlerin dinsel öğretisini nasıl değiştirdiği öğretilir. Bu eğitim, Muhammed'in son peygamber ve Kur'an'ın da Allah'ın son vahyi olamadığının kabul ettirilmesini içerir ki, tüm bunlar öğrenciyi İslam dininden çıkarır. Bu derecede ayrıca, yedinci ve son natık, "Sahib-ul-Amr" (varlıkların sahibi) İsmail'in oğlu Muhammed'in "Eskilerin Bilimi"ni (Ulum-ul Evvelin) tamamlayıp, içrek öğretinin bilimi olan "Tevil" bilimini (Allegorik yorum) kurduğu aktarılır.
Beşinci Derece
Bu derecede, geleneklerin tümü terkedilerek, "Sayılar Bilimi" ve "Tevil" uygulamalarının öğretimine başlanır. Sürekli konuşulan konu dindir. Kur'an'ın sözcük anlamına giderek daha az önem verilirken, İslam dininin tüm kural ve koşulları ortadan kaldırılmak istenir. On iki sayısının anlamı ve on iki "hucca" (kanıt) öğretilir. Bu "hucca"lar, imamların propagandasına temel oluşturan ve onların kişisel öğretilerini yönlendiren kanıtlardır. Aynı zamanda, "hucca" sözcüğü, her imam tarafından, baş dai olarak atanan kişilere de ad olarak verilmiştir. Sonradan, oniki "hücce" insan omurgasındaki oniki sırt omuru ile bağdaştırılır; yedi kafa omuru (cervical) ise yedi peygamberi ya da yedi imamı simgeler.
Altıncı Derece
İslam dininin koşulları (namaz, oruç, hac, zekat, kelime-i şehadet) ve tüm diğer ritlerinin allegorik anlamları bu derecede öğrenciye aktarılır. Görünümde uygulanan bu koşul ve ritlerin temelde önemsiz olduğu ve bilgiye ulaşmış kişilerin bunlardan vazgeçebileceği öğretilir. Çünkü bu uygulamalar, kurnaz yasa koyucular tarafından, cahil ve kaba halkı yönetmek için konulmuştur.
Yedinci Derece
Bu ve bundan sonraki derecelere, öğretinin gerçek yapısı ve amaçlarını kavrayabilen önde gelen kişiler kabul edilir. "Önceden varolan" (Pre-existent) ve "Sonradan ortaya çıkan" (Subsequent) kavramları ve bunların dualist yapısı bu derecede öğretilir ve böylece, kişinin Tek Tanrı öğretisine olan inancının yıkılması amaçlanır.
Sekizinci Derece
"Önceden var olan"-"Sonradan ortaya çıkan" ikili öğretisi geliştirilir, öğrenci tarafından derinlemesine kavranmasına çalışılır. Ayrıca, en önemlisi, bu iki kavramın da üzerinde, ne adı, ne nitelikleri bilinebilen, hakkında hiç bir bilgi bulunmayan, tapınmak bile mümkün olmayan bir yüce Varlık olduğu hakkında ilk bilgiler verilmeye başlanır. Bu isimsiz Varlık, Zerdüşt inancındaki,

"Zervan Akanana"yı (Sonsuz Zaman) andırmaktadır. Ancak, öğretinin bu noktasında, İsmaili'ler arasında farklı anlayışlar, çatışma ve karışıklıklar ortaya çıkmıştır. Yine de, Nuveyri "bu fikirleri kabul edenlerin yeri, dualistlerin ya da maddecilerin yanından başka bir yer olamaz" diyerek tümünü aynı sepete yerleştirmiştir. Bu derecede, öğrenciye peygamber olmak için, mucizeler yaratmaktansa politik, sosyal, dini ve felsefi bir sistem yaratıp uygulamak kabiliyetini göstermek gerektiği öğretilir. Ayrıca, dünyanın sonu, yeniden doğuş, cennet-cehennem gibi allegorik kavramların yanısıra çeşitli "kıyamet" doktrinleri de aktarılır.

 
Dokuzuncu Derece
Aydınlanma'nın bu en son derecesinde, tüm dogmatik din kurumlarından sıyrılan kişi artık, en saf ve basit anlamıyla, bir filozof olmuştur. Kendi arzusuna ve keyfine uygun düşen, düşünce sistem veya karışımını istediği gibi kabul etme özgürlüğüne kavuşmuştur.
        Edward Granville, St Bard's Hospital Journal (Mart 1897)
"Yedinci derece Büyük Giz'in açıklamasını getirir; tüm insanlar ve evrendeki tüm varlıklar aslında bir bütündür, en basit şey bile bu bütünün bir parçasıdır ve bu bütünün yaratma/yoketme gücü vardır. Bir İsmaili olarak birey, kendinde uyanmaya hazır olan bu gücü kullanma şansına sahiptir. Bu nedenle, gücün bir parçası olduğunu kavrayan kişi, insanlığın bu muazzam potansiyelinden habersiz olan diğer bilgisizleri yönetebilir. Bu güç, "Zamanın Tanrısı" (Lord of Time) adı verilen esrarlı varlık sayesinde edinilmiştir."
"Sekizinci dereceye hak kazanabilmek için, kişi tüm dinlerin bir sahtekarlık olduğuna inanmalıdır. Önemli olan yalnızca birey ve bireysel akıldır; o da ancak, en büyük güç olan imama hizmet ederek mükemmelliğe erişebilir."
"Dokuzuncu derece, inanç diye bir kavramın mevcut olmadığı, aslında herşeyin "eylem"den ibaret olduğu sırrının açıklandığı son derecedir. Her hangi bir eylemi düşünüp uygulamak da, tüm akıl ve mantığın yegane sahibi olan imamın elindedir.


(4) Okült Gelenek
Şeyh-ül Cebel Sinan'a duyulan büyük saygının hatırı sayılır bir bölümü, herkesçe bilinen telepati ve durugörü gücünden kaynaklanmaktadır. Ebu Firaz tarafından aktarılan öyküde, bahçede bulunan bir kişinin düşüncelerini okuyarak, aklından geçirdiği sorulara cevap verebildiği anlatılmıştır. Hasan Sabbah da döneminin tanınmış bir simya ustasıdır. Haşişi'lerin günümüzde okült uygulamalar olarak bilinen, karanlık konularla uğraştıkları su götürmez. Zaten, o zamanlar, simya ve astroloji felsefe eğitiminin ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilirdi.
Edward Burman, The Assassins-Holy Killers of Islam

Hasan Sabbahın , İsmaillerin Günümüze İz Düşümleri
Avrupa'da dinsel ya da din dışı, tüm gizli örgütlerin oluşmasına yol açan temel kavramlar Haçlılar tarafından İsmaili'lerden alınmıştır. Tampliye ve Hospitalye şövalyeleri, Loyola tarafından kurulan Cizvit'ler gibi örgütlerin tümü davalarına kendilerini adayış biçimleri günümüzde asla görülemeyen özveri sahibi kişilerden oluşmuştur. Haşin Dominiken'ler, ılımlı Fransisken'ler ve tüm kardeşlik örgütleri, ya Kahire'ye ya da Alamut'a ulaşacak biçimde geriye bağlanabilirler. Özellikle Tampliye Şövalyeleri, Büyük Üstad'ları, Prior'ları, dinsel adanmışlıkları ve hiyerarşik yapıları ile Doğu'daki İsmaili'lerle en güçlü benzeşmeyi gösterirler. S. Ameer Ali

Günümüzdeki masoniarın yöneticileri  1100  yıllarındaki sistemlerini bu 2000 yılların da
illuminatinin geleneksel yapısında 13 ler konseyi  ve  dünyayı 300 ler meclisi yönetiyor.
Yıllar geçiyor , İnsanlar değişiyor ama onların zihniyeti ve amaçları değişmemektedir.

Kısaca kendileri düşmanları tarafından çok isimle adlandırılmışlardır. Bunlar evrenin mimarı, her şeyi gören , yapılan çalışmalar dünya iktidarının sağlanmasına yöneliktir. İşte  bu düzene  günümüzde yeni dünya düzeni’ deniyor.
 
BUNLARDA ÜST KONTROL NOKTASI
3 kabalistten oluşur. Bu 3 kabalist şeytan ın veziri deccaldan aldıkları emirleri 13 ler konseyine iletilir.


13’ LER KONSEYİ: en zengin ve genlikle Musevi kökenli ailelerden oluşur. Bu aileler:
çeşitli ülkelerde siyasi,politik.medya.finansda güç sahibidirlerdir.Bu 13 ler konseyin altında 300ler komitesi vardır.

 300’LER KOMİTESİ:
13 ler komitesimde karar alınan emirlerin son ve nihai şeklinin verildiği komisyon 300 ler komitesidir. Burada alınan kararlar gerekli alt komitelerce  ve düşünce kuruluşları tarafınfan proje haline getirilir ve yöntemi belirlenir. Örneğin medeniyetler çatışması ve büyük Ortadoğu projesi gibi. 300’ ler komitesini yine büyük aileler oluşturur.

Bunlar 13’ler ve  300’ler komitesinde alınan kararları proje haline getirir ve yöntemleri belirlenir. Bu kuruluşlar:
A) Cfr   B) Bilderberg     C) Trileteral Komisyon  D) Club Roma   E) GLADYO

Yukardaki saydığımız bütün yapıya iç çember örgütleri denir. Ve bu örgütlenmeye ‘monarch projesi ‘ denir. 13’ler ve 300’ler gibi yapılanmayada sanhedrin meclisi denir.

Tam bir tanrılık iddaları vardır. Biz dünyanın efendileriyiz düşüncesindedirler.
Bilinenin aksine hepsi Yahudi değiller. Hristiyan da değiller, Müslüman da…

300’ler meclisinin dini yok. Tam tersine her türlü dine, her türlü peygambere, İsa’ya, Musa’ya, Muhammed’e ya da kısaca Allah’a karşılar.

Her ülkede üst düzey cellatları var. Herhangi bir nedenle ihanet edenleri mason ritüellerine göre öldürmek için hazır bir düzeneğe sahipler.Dünyayı sömürme teknikleri normal insanın aklının alamayacağı düzeydedir.

Üstün bir ırk olarak yaratıldık.Diğer insanlar bize hizmetkâr olarak yaratılmıştır.
Bizim üstünlüğümüz mutlaka gerçekleşecek.

“İşte bu inanç nedeni ile asırlardır dünyanın çeşitli yerlerinde sürgün olan Yahudilerin kendilerini gizleyerek.Bulundukları toplumların içerden inançlarını bozarak yaşamlarına devam ederler.

                   
Hasan Sabbah, İmâm-ı Gazâlî ve Selçuklu Devletinin meşhur devlet adamı Nizam-ül Mülk devrinde yaşamış ve Selçuklu’ya karşı sarsıcı eylemlerde bulunmuş bir hareketin lideri. Hasan Sabbah, Şiâ’nın en sapık kollarından İsmaîlîye koluna mensub olup,  sapık Şiî tasavvuf (!)ekolünden Hurufîliğe tâbi bir şahıstır.  İsmaîliyenin Yahudi ezoterizmi ile olan münasebetleri sebebiyle de Sabbah, hem hahamlar ve hem de dönemin Haçlı ordusunun rahip-komutanları Tapınakçılar”la da çok yakın bir ilişki kurmuştur.

İsmaîliye mezhebindeki İmamiyet inancının İmamın Allah katındaki mevkiînin; Yahudilikte Hahamlık, Hristiyanlıkta İsa Mesih müessesesi ile gösterdiği benzerlik, kayıp imam mevzuu ve sıfatının, dünyaya geri dönüşüne dair bir çok yorumun,  Şiiliğin özellikle bazı ezoterik kollarının; Yahudilik ve Hristiyanlığın ezoterik yorumlarına birebir benzemesidir ki, gerek Tapınakçılar ve gerekse Hahamlarla bir oluşum içine girmeleri ile genişlemiştir.

Hasan Sabbah’ın Ehl-i Sünnet temelli devletlerin hâkim olduğu bu dönemde, Kudüs’ işgal etmek için, Sünnî Selçuklu devleti ile savaşan Haçlılarla işbirliği yapıp, Selçukluyu arkadan vurması, bugünkü Hristiyan-Yahudi Siyonist“Yeni Dünya Düzeni” nin kimleri müttefik olarak gördüğünü göstermesi açısından da ilginçtir.

Hasan Sabbah,  bir devletin ordusunun bile ulaşmasının çok zor olduğu bir yerde, Alamut Kalesinde, kendi sapık dünya görüşü çerçevesinde bir dünya nizamı kurmuştur. Kadınların ve erkeklerin çırılçıplak gezdiği; eroin, esrar ve içki âlemlerinin gırla gittiği; ibnelikten, lezbiyenliğe her türlü sapıklığın alenen işlendiği ve teşvik edildiği; her çeşidinden büyücülük, sihirbazlık, falcılık denaetlerinin gerçekleştirildiği bu küçük “Satanist- şeytanî” düzenin önündeki en büyük engel olarak; bu sapıklığın İslâm dünyasına ve dünyanın diğer kesimlerine yayılmasını engelleyecek Sünnî bir devletin varolmasıydı.

 Bu Sünnî devletin, yani Selçuklu devletinin en büyük talihi ise, İMAM-I GAZÂLΠ gibi bir “Müceddid”in o çağda yaşamış olmasıydı. Gazâlî gibi bir “ruh fatihi”nin muhatabının  Nizam-ül Mülk gibi feraset sahibi bir devlet adamının olması, bu sapık güruhun, sapık düzenlerini dünyaya yayılmasını engelledi.

Bugün, dünyaya hâkim olan ve insanlığa sapık “Yeni Dünya Düzen”lerini zorla kabul ettirmeye çalışan bu yapılanmaların en büyük düşmanı yine, dünkü Gazâlî-Nizam-ül Mülk çizgisini devam ettiren Sünnî Mücahidler- feda eylemcileridir. Fakat bugün roller değişmiş olup, “Şeytanî Yeni Dünya Düzen”cileri, elegeçirdikleri dünya hâkimiyetini tekrar kaybetmekle karşı karşıya kalırken, Dünya, İslâm-Ehl-î Sünnet Nizamcıları,  kaybettikleri dünya iktidarını tekrar elegeçirmek üzeredir. İşte bütün mesele de burada yatmaktadır. Hasan Sabbahçı şeytânî Yeni Dünya Düzencileri, “düzenlerinin” sapıklığını insanlardan ve özellikle de Müslümanlardan gizlemek için, yapıları gereği oldukça şeytanî bir yola başvurmakta ve bu şeytan düzenine karşı hayatlarını feda edecek kadar cesur Mücahidleri, “Haşhaşînci” olmakla suçlarken, kendisini de “insanlığa ahlâk, adalet ve huzur getirmiş olan Sünnî-İslâm medeniyeti yerine koymaktadır.


Haşhaşînci” sıfatları, ilginçtir ki,  daha çok kendilerine “Müslümanız” diyen modern Hasan Sabbahçı “Yeni Dünya Düzeni” diyenlerin benzer metodlarını ,
Günümüzün kıripto sahte mehdilerini ve dinler arası diyalok safsataları ile milliyeçi din adamların organize etmeye başlamıştır.

Bu şahsiyetsiz şahsiyetler İslam birliği diyeceklerine , Türk İslam Birliği demekle müslümanları baştan bölücülük tohumları atmaya başlamıştır.Bunlardan en önemli bölücü ırkçılık sözlerinden olan da  '' Ne Mutlu Türküm Diyene '' sözüdür.

Gelecekte, düşman gizli zihniyetlerini normalmiş gibi gösterecek  giderek“bu saldırılar hayat tarzımıza karşı “ yapılacak.Kendi iç kamuoyunun desteğini alarak , İslam için İslâm’da yerinin olmadığı propagandasını yaymaya çalışmaktadırlar.

Hiç kimsenin aklına da şu soru gelmez: Şetan yolunda giden, şeytanî bir dünya düzeni kurmak gayesi uğruna İslâm toprağına savaşlar açmaktan çekinmediği dünya âlem herkes tarafından bilinen ülkemizdeki siyasetten , medaya üniversite den adliye iş adamları siyonist masonların aralarındaki bu ittifakları nasıl birleşiyor?

İngiliz başkanı Blair Hrıstiyan- Yahudi Siyonizminin tatbikçisi, Evanjelist Bush, defalarca “bu bir Haçlı savaşıdır”, Siyonizm “düzenini her yere hâkim kılcağız”, “İslâm bir şer düzenidir” der, buradaki münafık-kâfir takımı “ hiç bir tavır sergilemez.

Her ne kadar bu Fettoşçu münafık-kâfir takımı, kraldan fazla kralcı gitse de efendileri, “kendilerini feda eden mücahidleri” anlamaya çalışmakta ve diyalog aramaktadır.





17-KUDUS HAÇLI SEFERLERİNDE HASAN SABBAH.

İhanet Mektubu”

Tüm Müslümanlar, Anadolu ve kutsal toprakların Hıristiyanların eline geçmemesi için seferberken, Şiiler çıkar derdine düşmüştü. Haçlı seferlerinin yıprattığı Selçuklulara karşı güçlenmeyi ve Selçuklu topraklarını işgal etmeyi planlıyorlardı. Öyle ki, Şii Fatımiler, Kudüs’te Müslümanları görmektense Haçlıları görmeyi tercih ediyorlardı.
Haçlıların Anadolu’da ilerlemeleri hakkında haberler, Mısır’daki Fatımilere Bizanslılar kanalıyla geliyordu. Şii El-Efdal, Antakya Kuşatması’nda da değerli hediyelerle bir Fatımi elçisi gönderip Haçlılara zafer dilemişti.
Haçlılara yazdıkları mektupla işbirliği teklif ederek, Suriye’nin iki taraf arasında bölünmesini, Beyrut’un kuzeyindeki Köpek Nehri’nin Fatımi Devleti’nin yeni kuzey sınırı olarak tayin edilmesini önerdiler. Ancak Haçlılar bile bu onursuz ihanet teklifine olumlu yanıt vermediler.
Selçuklular Arkadan Hançerlendi
Kudüs ve Suriye’deki Müslüman birliklerin neredeyse tamamı, Antakya’yı Haçlıların elinden kurtarmak yola çıkmıştı. Bu sırada, Fatımiler beklenmedik bir anda Selçuklular elinde bulunan Kudüs’e saldırdılar. Uzun bir muhasaradan sonra 1098’de Kudüs’ü ele geçirdiler; binlerce insanı öldürdüler.Müslüman katledildi.

Selçukluların yıllarca savaşmaları, Antakya’da yenilmeleri, Kudüs ve Lübnan’da bulunan birliklerin Haçlı akınlarını durdurmak için kuzeye kaydırılması ve Haçlılara karşı savaşmayan Şiilerin yıpranmamış olması, Fatımilerin Kudüs zaferini kolaylaştırdı.
Fatımiler, Kudüs’ün ardından Filistin, Lübnan ve Akdeniz kıyı boylarındaki şehir ve kalelerin idarelerini de ele aldılar ve buralarda küçük birer kuvvet bırakarak Mısır’a geri döndüler.
Fatımilerin Kudüs’ü Haçlılara Teslim Etti

Doğu Akdeniz’i ele geçiren Fatımilerin, gerek Lübnan, gerek Filistin’de birlik bırakmamaları, Haçlılar için adeta güvenli bir koridor oluşturdu. Şii Fatımilerin yaptığı bu hareket, Kudüs’ü Haçlılara vermek için planlanmış bir hareketti.

Haçlılar Anadolu’da ağır zayiat vermelerine ve zorlukla ilerlemelerine rağmen, Kudüs’te ciddi bir direnişle karşılaşmadılar. Haçlılar için Kudüs’ü ele geçirmek İznik’i ve Antakya’yı ele geçirmekten çok daha kolay oldu. Tarihçi Ali ibn-i Esir, Birinci Haçlı Seferi’nin başarısını ve sonunda Doğu Akdeniz’in Müslümanların elinden çıkmasını Şiilerin ihanetine bağlar.
Şiiler Sayesinde Kudüs Kan Gölüne Döndü
Kudüs’ü hiçbir direnişle karşılaşmadan ele geçiren Haçlılar, Kudüs’ü adeta kan gölüne çevirdi. 15 Temmuz 1099 günü, Haçlı ordusu Kudüs’te bulunan bütün Müslümanları öldürmeye başlayıp dünya tarihinde eşine az rastlanır bir vahşet gerçekleştirdi. Haçlılar Kudüs’te yetmiş bin Müslümanı kılıçtan geçirdi. Hem Hıristiyan, hem Müslüman tarihçiler Kudüs’te cereyan eden hadiseleri şöyle anlatıyor:

“Haçlıların en merhametlileri Müslümanların kafalarını kesiyordu. Bir kısmı Müslümanları oklarla vuruyor; bazıları ise Müslümanları canlı canlı ateşe atarak ateşine karşısında âlem yapıyordu. Bir kaç gün içerisinde Kudüs, Müslümanların kesilmiş kafası, elleri ve ayaklarıyla dolup taşmıştı. Bunlara takılmadan yürünemez bir hale gelmişti. Akan kanların yüksekliği ayak bileklerimizi aşıyordu.”

Haçlılara Bir Diğer Yardım Eli, Şii Haşhaşilerden Geldi
Tarihin gördüğü en kanlı terör örgütü Haşhaşilik ve lideri Hasan Sabbah da, Haçlı Seferleri boyunca Haçlıların yanında yer almış; Türklerin karşısında olmuştur. Şii İsmailiye tarikatından olan Hasan Sabbah, dini misyonerlik çalışmalarını Fatımiler’in hâkim olduğu Kahire’de yürütmüştü.

Haşhaşiler, Haçlılara karşı önemli başarılar elde etmiş Müslüman liderlere karşı bir suikast timi oluşturdu; Ak Sankar, İbn-il Haşşab, Mevdud ve Zenki gibi önemli Müslüman önderlere karşı suikastlar düzenlediler.
Assassin (suikast) kelimesi Avrupa dillerine, Hasan Sabbah’tan destek gören Haçlılar tarafından taşındı. Assasin kelimesi Haçlılar tarafından Hasan Sabbah’ın fedailerine verilen Haşhaşin (Haşhaşçılar) kelimesinden türetilmişti.

Selçuklu yönetimi Hasan Sabbah'ı ve örgütünü yasadışı ilan etti .
Sabbah'ın şehirlerdeki yandaşlarını temizledi.
Sabbah'ın en önde gelen düşmanı Vezir Nizamülmülk komutasında bir Selçuklu ordusu Alamut kalesini kuşattıysa da, Nizamülmülk'ün bir fedai tarafından öldürülmesi, bu arada da Sultan Melikşah'ın ölmesi nedeniyle kuşatma kaldırıldı.

Bu karışıklığı iyi değerlendiren Sabbah, İsmailliği tüm İran'da, Suriye'de ve başta Horasan olmak üzere tüm Türk ellerinde yaydı. İsmaillilik, 1124'de Hasan Sabbah ölene kadar gücünün doruklarında varlığını sürdürdü. Sabbah'ın ölümünü fırsat bilen vezir Kaşani, nerede görülürse görülsün tüm Batıni inançlıların öldürülmelerini emretti. Binlerce İsmailli kılıçtan geçirildi. Ancak İsmaillilerin intikamı da büyük oldu ve başta Vezir Kaşani olmak üzere yüzlerce Sünni lider, fedailer tarafından öldürüldü. Fedailerin, tam yok oldukları zannedildiği sırada gerçekleştirdikleri bu eylemler yüzünden Selçuklu sultanı Sancar, İsmailliler ile barış istemek zorunda kaldı. Böylece Batınililik bir mezhep olarak resmen tanındı ve Moğolların Alamut'u almalarına kadar da etkin bir güç olarak varlığını sürdürdü.
İslam dünyasında bu iç savaş sürerken, batıda bambaşka bir girişim ilk meyvalarını veriyordu. Hıristiyan dünyasının ruhani ve siyasi liderleri Papalar, kutsal toprakların kafirlerin elinden kurtarılması için bayrak açmışlardı.
İslamiyetin ortaya çıkışından sonra sürekli yayılması ve doğudan Selçuklular ile Anadolu'ya, batıdan da Murabıtlar ile İspanyâ ya kadar ulaşması, Hıristiyan dünyasında büyük bir endişenin doğmasına yol açtı. Tüm ticaret yolları Müslümanların elindeydi. Hıristiyanlar kendilerini hapsedilmiş, boğulmuş hissediliyorlardı. Nitekim Hıristiyanlar, yoğun çabalar sayesinde Akdeniz'in Müslümanların tekelinden çıkmasını sağladılarsa da,doğu ile ticaret yollarının ellerine geçmemesi yüzünden bambaşka yolları denemek zorunda kaldılar ve gemilerine atlayarak, bilinen dünyanın sınırlarını genişleten ve yepyeni bir çağın başlamasını sağlayan o ünlü keşiflerini gerçekleştirdiler.
10. yüzyılda Avrupa'da feodal derebeyleri çok güçlüydüler ve aralarındaki çatışmalar da dur, durak bilmiyordu. Tüm bu nedenlerle Papalar, uzurıca süredir doğuya sefer düzenlenmesini zaruri görüyorlardı. Bu tür seferler ekonomik hayatın canlanmasını sağlayacak, doğunun zenginlikleri batıya taşınacak ve en önemlisi de Avrupa'daki Hıristiyan çatışmaları çok daha olumlu bir yöne, kutsal toprakların kurtarılması amacına kanalize edilecekti.
Bu yöndeki ilk girişim, Papa II Urbanus'tan geldi. Urbanus aradığı bahaneyi Bizans ile yakaladı. Selçuklu kuvvetleri karşısında aciz kalan Bizans Hıristiyanlarına yardım göndermek için Urbanus propaganda faaliyetlerine başladı.
Urbanus II, doğu Hıristiyanlarına yardıma koşanlara Cenneti vaat ederek, kısa sürede etrafına çok sayıda yandaş toplamayı başardı. Ancak bunların hemen hiçbirisi profesyonel asker değil, işsiz güçsüz takımıydı ve en büyük hayalleri, doğudan yağmalayacakları ile ülkelerine zengin olarak dönmekti.
Papa, hedefin Kudüs'ü Müslümanların elinden kurtarmak olduğunu ilan etmişti. Papa tarafından birleştirilerek yemin eden ve geri dönene kadar mallarını ve akrabalarını Papalığın himayesi altına sokan Hıristiyanlar, yeminlerinin nişanesi olarak giysilerine haç diktirdiler. Böylece bu kuvvetlere "Haçlılar" denildi.
Müslüman dünyasında Sünni-İsmailli çekişmesinin devam etmesi, Fatımilerin tehlikeli bir düşman olarak tanımlanmamaları ve Büyük Selçuklu İmparatorluğunun dağılmış olmasından · cesaret bulan haçlılar, ilk seferlerine 1095 yılında başladılar. Ancak, ilk gidenler bir ordu bile değildi. Son derece disiplinsiz olan bu öncüler, gerçek niyetlerini göstermek için Müslüman topraklarına girmeyi dahi bekleyemediler. Bizans sınırları içinde yağmaya başladılar. Bu ilk Haçlıların sonları çabuk geldi. Anadolu'ya geçtikleri anda, neredeyse tamamı Türk kuvvetleri tarafından yokedildi. Daha düzenli birlikler, Nornıan kontu Baumond liderliğinde Anadolu'ya yeniden çıktılar. İznik'i aldılar ve Türklerle yaptıkları savaşı kazandılar. Türk kuvvetleri de, çete savaşı sürdürerek Haçlıları sürekli yıprattılar. Haçlılar uzun süren bir kuşatmadan sonra Antakya'yı Selçuklulardan aldılar. Bauemond kenti Bizans'a vermedi ve kendi egemenliğinde saklı tuttu.1099'da Haçlı kuvvetleri Kudüs önüne geldiler. O sıralar Kudüs, Fatımiler'in yönetimi altında bulunuyordu. Kısa süren bir kuşatmadan sonra kenti ele geçiren Hıristiyanlar, kentteki tüm Müslüman ve Yahudileri öldürdüler. Kudüs'de Latin Krallığı kurulduğu ilan edildi. Krallığın başına Baudoin geçti. Baumond ise, Antakya Prensi unvanıyla, kendi prensliğinin başına geçti. Ancak Baumond kısa bir süre sonra Türk kuvvetlerinin eline geçti ve Antakya da yeniden Türklerin oldu. Antakya prensinin kurtarmak için gönderilen kuvvetlerin hepsi Türkler tarafından püskürtüldü.
Türklerle Haçlılar arasındaki mücadele bundan sonra, ancak Haçlıların Anadolu topraklarından geçmeleri sırasında yapılan muharebelerle sınırlı kaldı.
Haçlı seferleri aralıklarla 1270'li yıllara kadar sürdü. Ancak, 1187'de Selahattin Eyyubi'nin Kudüs'ü geri almasından ve Latin Krallığına son vermesinden sonra Haçlıların orta doğuda ancak kısmi başarılar sağlayabildikleri görüldü. Haçlı seferlerinin en başarılı sonucu, Akdeniz ticaretini Müslümanların hegemonyasından kurtarmak oldu. Avrupa'daki ticaret canlanırken, İslam dünyası giderek geriledi.
Haçlılar ile Türklerin daha sonraki karşılaşmaları Osmanlı İmparatorluğu döneminde oldu. Osmanlıların doğu Avrupa'da sürekli topraklar almaları ve Viyana'ya kadar ilerlemeleri Avrupa’yı, kutsal topraklara yönelik heveslerinden tamamen vaz geçirdi ve Hıristiyanlar kendi topraklarını koruyabilmek için Osmanlı ordularına karşı tamamıyla Haçlı zihniyeti ve dayanışması içinde hareket ettiler. Osmanlılara karşı savaşlar, ilk tohumları Kudüs Latin Krallığında atılan dini-askeri Şövalye Tarikatlarının önderliğinde yürütüldü. Bu tarikatlardan Templiyerler 1312 yılında dağıtıldılarsa da, varlığını günümüze kadar sürdüren Rodos Malta "Hospitalier" Şövalyeleri, Osmanlı güçleri ile 18. yüzyıl sonuna kadar mücadele ettiler.






18-İSMAİLİLER DÖNEMİNDEN SONRA ( BATINİLAR ) DÖNEMİNDE  BEKTAŞİLİK VE ALEVİLİĞİN GÜNÜMÜZE İZ DÜŞÜMLERİ

Hacı Bektâş-ı Velî’nin derslerini ve sohbetlerini ta’kib ederek onun tarikatına bağlananlara, tasavvuftaki usûle uyularak “Bektaşî” denildi. Bu temiz, i’tikâdları düzgün olan ve ibâdetlerini yapan Bektâşîler zamanla azaldı. Daha sonra yapılan bir takım değişiklikler sebebiyle, hakîkî Bektaşîlik unutuldu ve zamanımızdan yüz sene önce ise hiç kalmadı. Herkes tarafından sevilen, hürmet ve i’tibâr edilen bu isim, Hurûfî denilen sapık kimseler tarafından da siper olarak kullanıldı.

İslâmiyeti yıkmak için kurulan bozuk yollardan biri olan Hurufîliğin kurucusu olan Fadlullah Hurûfî, Timur Hân tarafından öldürülünce, dokuz yardımcısı kaçarak Anadolu’ya geldiler. Bunlardan Aliyyül-A’lâ ismindeki kimse, bir Bektaşî tekkesine geldi “Câvidân” adlı kitaplarını gizlice yaymaya, câhilleri aldatmaya başladı. Hacı Bektâş-ı Velî’nin yolu budur dedi. Hâlbuki Hacı Bektâş-ı Velî’nin yolundan ayrılmayan hakîkî Bektâşîler, bunlardan tamamen ayrıldılar. Hurûfîlik, haramlara helâl, nefsin arzu ettiği kötü arzulara, serbesttir dediği için, bozuk rûhlu insanlar arasında çabucak yayıldı. Sözlerine “Sır” deyip, çok gizli tutulmasını emrederlerdi. Sırları yabancılara açanları öldürdükleri bile vâki olurdu. Sırları “Câvidân” kitabında a, c, v, z,... gibi harflerle işâret edilmektedir. Hurûfiler, Bektaşîlik ismini kendilerine perde yaparak, bu perde arkasında çalışmışlardır.

Bektaşî tarikatı adı altında saklanan Hurûfîler, müslümanları aldatmak için, birkaç yoldan saldırıyorlardı:

1- Fadl-ı Hurûfî’ye, ilâh, tanrı diyorlardı. “Tanrılık, ezelde görünmez bir kuvvet idi. Önce harfler şeklinde, sonra Peygamberler şeklinde, nihâyet Fadl’da açığa çıktı” derler.

2- Hazret-i Ali’nin sözleri diyerek uydurduktan sözler ve düzdükleri uydurma hadîsler ile; “Ali’yi sevenlere günah zarar vermez, ibâdete lüzum yoktur, haramlar helâldir” derler.

3- Bütün dinlerin bir olduğunu, Fadl-ı Hurûfî’nin, Muhammed aleyhisselâmdan ve Hazreti Ali’den (hâşâ) üstün olduğunu söylerler.

4- Bunlara göre namazı bir kerre kılmak, orucu bir kerre tutmak ve guslü de ömründe bir kerre yapmak farzdır.

“Gusl edip vücûdunuzu hırpalamayın” derler.

Hurûfîlerin zikirleri, ibâdetleri okumaları yoktur. Her sabah pirin evinin meydan odasında toplanırlar, birisi, bir elinde tepsi içinde adam sayısınca şarap kadehi ve birer dilim ekmek, peynir alarak odaya girer. Bu gelen, gülbank okuyarak karşılanır. Herkes saygı ile bunları alıp yer ve içer, bütün ibâdetleri bundan ibârettir.

Bektaşî deyince, iki türlü insan anlaşılır. Birincisi; hakîkî, doğru Bektaşî olup, Hacı Bektâş-ı Velî’nin gösterdiği yolda, hak yolda giden temiz müslümanlardır. Bektâşîlerin ikincisi; sahte, yalancı Bektâşîlerdir. Bunlar, bozuk yolda olan hurûfilerdir. Halk arasında anlatılan Bektaşî fikraları, bu sahte ve yalancı Bektâşîlere âittir.


Hurûfîler’in Hacı Bektâş dervişleri arasına sızması

Hurûfîler

Bektâşîlik ve Kızılbaşlık’ta kendisine İsmet(Günahsız) sıfatı atfedilen Ali tasviri;

1394 yılında Hurûfîlik akımının kurucusu “Fadl’Allah Yezdânî” i’dam edilince, başta damadı “Ali’ûl-A’lâ” olmak üzere Hurûfîler’in çoğu Kırşehir’deki Hacı Bektâş Dergâhı’na sığındılar. Böylece Hurûfîliği Kırşehir’de Hacı Bektâş Tekkesi’nin yoldaşları arasında Hünkâr’ın tâlimatı diyerek yaymaya başladılar. 1419 yılında vefat eden ve kendisini Hacı Bektâş’ın hâlifesi olarak tanıtan “Ali’ûl-A’lâ” adındaki bu Hurûfî-Babasının bütün tâlimatı günümüzdeki Bektâşî inanışlarıyle tam bir ittihad göstermektedir. Aynı zamanda bu tarikâta, “Âşık” adı verilen ellerinde saz ve koltuklarında şarap tulumbaları taşıyan şahsiyetleri getirenler de Hurûfîler’dir.

Şihabuddin Fazlullah Esterabadi’d

Geliştirilmiş harfçi teknikleri kullanan Hurufiliği bir inanç sistemi olarak kuran kişi Şihabuddin Fazlullah Esterabadi’dir. 1340 Yılında doğan Fazlullah, genç yaşta teoloji ile ilgilenmeye başlamış, on sekiz yaşındayken tasavvufa yönelerek hacca gitmiştir. Dönüşünde Harezm’e gelmiş ve bir süre burada kaldıktan sonra Tebriz’e geçmiştir. Burada etrafına topladığı kişilerle yaptığı dini sohbetler sayesinde büyük saygınlık kazanmıştır. 1386 Yılından başlayarak Isfahan’da kendi sistemini yaymaya başlamış, daha sonra uzun bir süre için bir mağarada inzivaya çekilmiştir. Bu dönemde kendisinin “Mehdi” olduğunu ileri sürmüştür. Çevresinde yedi kişilik bir çekirdek kadro oluşturmuş, bu yedi kişinin çabaları sonucunda yeni inanç hızla yayılmaya başlamıştır. Kısa sürede çeşitli toplumsal kesimlerden kişiler yeni akımın çevresinde toplanmaya başlamıştır.

Hurufilik, kimi araştırmacılara göre ayrı bir din, kimilerine göre bir mezheptir ya da yalnızca bir tarikattır. Ne var ki tüm araştırmacılar Hurufiliğin harflere olan özel ilgisi üzerinde birleşirler. Zaten bu akımın çeşitli yapıtlardaki tanımları doğrudan Hurufiliğin bu niteliğini vurgulamaktadır.

Hurufiliğin Öncülleri

Harfçiliğe tarihsel olarak ikinci örneği oluşturan “Kabbala”, Hurufiliğin amacına pek benzer bir amaç taşımakta, harf ve sayıların gizemini çözerek Tevrat’ı yorumlamayı hedeflemektedir. Kabbala’nın yorumuna göre Tanrı kendisini belirli sayıda nitelik (Sefirot) biçiminde dışsallaştırarak evreni yaratmıştır. Kabbala’nın yaratılış ile ilgili bu savında yer alan hemen her unsuru, İslam ezoterizminde ve dolayısıyla Hurufilik ve onun etkisi altındaki “Bektaşilik”te benzer biçimde bulmak olanaklıdır.

 Hz. Ali’nin: “Kur’an Fatiha’dan, Fatiha Besmele’den, Besmele Ba harfinden ibarettir. Bense o Ba harfinin altındaki noktayım” sözü çok ünlüdür.”

İslam’da “Kutsal Metinlere” harf düzeyinde yorum getirme çabasının ilk örneği X. yüz yılda Hallac-ı Mansur’da görülür. Mansur, Kur’ana sözcük anlamlarına bakarak "Yorum" getiren (Te’vil) Karmatiler’in bir propogandacısıydı. (Karmatilik, IX. Yüz yılda dinsellikle bağdaştırılmış, sosyo-ekonomik temelli ezoterik bir akımdır.) Mansur, divanında ve “Kitab al-Tavasin” adlı eserinde harfler ve sayıların “gizli anlamlarına” değinen ilk İslam harfçisidir. Evreni ve Tanrı’yı insanda görmenin bir sonucu olarak ilk kez “Enel-Hakk” diyen Mansur olmuş ve bu sözü nedeniyle 922 yılında idam edilmiştir.

Yahudilik ve Hurûfîlik

Hurûfîlik  Yahudilerin Kabal ve “Neveflâtunî” âkideleriyle şerh ve imâları temeli üzerine inşa edilmiş bir halita demekti. Yahudilerin “Kabalâ Mezhebi” ile ortaklık arzeden Hurûfî talimâtının en önemli ana kaynağı İbrahim peygambere ait bir muhaverede aşağıda ana hatları verildiği şekliyle şöyle açıklanmaktadır:
Sifr’in nakline göre bütün kâinat Kelâm’ûl-Lâh’ın suret ve timsalidir. Kelâm ise İbranî alfebesinde mevcut olan “yirmi iki” harften müteşekkildir.
Munzâm olan “On” kadar “Aded-î Asliye” ile birikte toplamı “otuz iki” eder. Allah bütün âlemleri bu otuz iki harf ve adetten yaratmıştır.
Dolayısıyla Hilkât’in sırını idrak edebilmek için bu yirmi iki harf ile on kadar adedin Esrar ve Havass’ına dikkat etmek gereklidir. Bu harflerin içerdiği önem ise aşağıdaki şu sözlere dikkat etmek suretiyle anlaşılabilir:

Yahudi Cabbalisme’i Mukaddes Kitâb’ın biri zahirî ve öteki bâtınî iki ayrı mânasının bulunduğu esâsından yola çıkar. Bâtınî mânası kelimeler ve harflerin derûnî mânasıdır ki, bunun herkes tarafından anlaşılması mümkün değildir.



Hacı Bektaş-ı Veli :

 Bugün, İngiltere’den Japonya’ya, Avustralya’dan Amerika’ya bütün dünya halkları Türkiye deyince İslam’ı, İslam deyince Mevlana, Yunus ,  Hacı Bektaş-ı Veli’yi , Abdul Kadir Geylani ,İmam Rabbani , İmam-ı Gazâlî  , ve bunlar gibilerini bilirler, söyler, okur, dinler.

 “Bir kuyunun içine bir damla içki damlasa, kuyunun bütün suyunu murdar eder; çünkü haramdır” diyen bir Allah dostudur Hacı Bektaş-ı Veli. Aslen Horasan’lıdır ve de seyyiddir. miladî 1209-1270 arası yaşamıştır.

Bu sıralarda kuruluş devrinde olan Osmanlı Devleti'nin sağlam temeller üzerine oturmasında büyük hizmetleri oldu. Sultan Orhan zamanında teşkil edilen “Yeniçeri Ordusu”na dua ederek, askerlerin sırtlarını sıvazladı. Böylece Hacı Bektaş-ı Veli'yi kendilerine manevi pir olarak kabul eden Yeniçeri Ordusu, manevi hayatını ve disiplinini ona bağladı. Hacı Bektaş-ı Veli, asırlarca Yeniçeriliğin piri, üstadı ve manevi hamisi olarak bilindi. Bu bağlılık ve muhabbet, Yeniçerilerin sulh zamanındaki talimleri ve harplerdeki gayret ve kahramanlıklarında çok müsbet neticeler verdi. Bütün bunlar, halk ile Yeniçeriler arasındaki yakınlığı kuvvetlendirdi.

Yeniçeriler, dervişler gibi cihad azmiyle dolu ve görülmemiş derecede kahraman ve fedakar oluşlarında, bu hadiseler müsbet tesirler gösterdi. Yeniçerilerin; "Allah, Allah! İllallah! Baş uryan, sine püryan, kılıç al kan. Bu meydanda nice başlar kesilir. Kahrımız, kılıcımız düşmana ziyan! Kulluğumuz padişaha ayan! Üçler, yediler, kırklar! Gülbang-i Muhammedi, Nûr-i Nebi, Kerem-i Ali... Pirimiz, sultanımız Hacı Bektaş-ı Veli..." diyerek savaşa başlamaları, bunun manidar bir ifadesidir.

Hacı Bektaş-ı Veli'nin Makalat adlı Arapça bir eseri vardır. 1338 senesinde vefat eden Hacı Bektaş-ı Veli'nin derslerini ve sohbetlerini takip ederek onun tarikatına bağlananlara, tasavvuftaki usûle uyularak "Bektaşi" denildi.

Eserlerin den Makalat'ı ve Sahabe-i Kiram’ın  asıl nüshaları tetkik edildiğinde, onun; İslam dinine sıkı sıkıya ve sağlam bir şekilde bağlı, İslamiyete uymayan davranışlara şiddetle karşı çıkan biri olduğunu görebilirsiniz. Hacı Bektâş-ı Velî’nin “Makâlât” adlı Arapça bir eserinden sonradan '' Nefes ''  adıyla yazılan ve ona nisbet edilen şiirler onun değildir.

Hacı Bektâş-ı Velî’nin “Makâlât” adlı eserinden

Makâlât; Şerîat, Tarîkat, Marifet ve Hakikat gibi dört kapıdan ve her kapının da on makamından bahseder. Makâlât’ta; tasavvuftan, kalp ahvalinden, zâhid, ârif ve muhiblerden bahsedilerek insan övülmekte, kendisine verilen nimetler dile getirilmektedir.
Makâlât’ın ilgi çeken en önemli hususu, düşüncelerin Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerine ve Hz.Peygamber’in Hadîs-i şeriflerine dayandırılmış olmasıdır. Bazı bölümlerinde, konular sadece âyetler zikredilerek anlatılmaya çalışılmıştır.

Sekiz ayrı bölümden oluşan Makâlât’ın, birinci bölümünde; “Anâsır-ı Erbaa”, yani; hava, su, toprak ve ateş’ten ibaret dört unsura bağlı olarak, dört çeşit Müslüman imajı tipi bulunduğundan bahisle, bunların sırasıyla; Âbidler, Zâhidler, Marifet Ehli ve Muhibler olduğu belirtilir.

Hünkâr Hacı Bektaş Velî Makâlât’ta; İslâm dîninin îman, ibâdet ve ahlâk konularına yer vermiş, ele aldığı konuları âyet ve hadîslerin ışığında ve onlarla destekleyerek incelemiştir. İyi bir Müslüman olabilmek ve Allah’ın rızâsına erebilmek için dikkat edilmesi gereken hususları, dört ana başlık ve her birini de on alt başlık halinde sıralamış, kendi üslubu ile de dört kapı, kırk makam olarak ifade etmiştir.

Şimdi dört kapı, kırk makam olarak ele alınan konuları sıralamaya çalışalım. Şerîat, Tarîkat, Marifet ve Hakikat olarak isimlendirilen dört kapının makamları da aşağıdaki şekilde sıralanmıştır:

1 . Birinci Kapı – Şerîat ve On Makamı:
1. Îman getirmektir.
2. İlim öğrenmektir.
3. Namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, gücü yeterse hacca gitmek, gazâ etmek ve gusletmektir.
4. Helâl kazanç kazanmak ve ribâ’yı (faizi) haram bilmektir.
5. Nikah kıymak-evlenmektir.
6. Hayız ve lohusalıkta (Kadınlardan uzak durmak), cima’ı haram bilmektir.
7. Ehl-i sünnet ve’l-cemââtten olmaktır.
8. Şefkat ve merhamet sahibi olmaktır.
9. Helâl yemek ve temiz giyinmektir.
10. Emr-i bi’l ma’ruf ve nehyi’ani’l münkerç (İyiliği emredip, yaramaz işlerden sakınmaktır).

2. İkinci Kapı – Tarîkat ve On Makamı:
1. Mürşitten el alıp tövbe etmektir.
2. Talîb ve mürîd olmaktır.
3. Saçını, sakalını ve elbiselerini temiz tutmaktır.
4. Mücâhede etmektir (Nefsine söz geçirmektir).
5. Hizmet etmektir.
6. Korkmak, sakınmak, emin olmamaktır.
7. Hak’tan ümidini kesmemektir.
8. Hırkadır, zenbildir, makasdır, seccâdedir, ibrettir, hidâyettir.
9. Sâhib-i makam, sâhib-i cemiyyet, sâhib-i nasîhat, sâhib-i muhabbet olmaktır.
10. Aşk, şevk ve fakirlik (yokluk) üzere olmaktır.

3. Üçüncü Kapı – Marifet ve On Makamı:
1. Edebtir.
2. Korkmaktır.
3. Perhizkârlıktır.
4. Sabır ve kanâattır.
5. Utanmaktır.
6. Cömertliktir.
7. İlimdir.
8. Miskinliktir (Gösterişsiz yaşamaktır).
9. Marifettir.
10. Kendi özünü bilmektir.

4. Dördüncü Kapı – Hakikat ve On Makamı:
1. Toprak gibi olmaktır (Alçak gönüllü, tevâzu ehli olmaktır).
2. Yetmiş iki milleti bir görmek ve kimseyi ayıplamamaktır.
3. Elinden gelen yardımı kimseden esirgememektir.
4. Dünyada yaratılmış bütün nesnelerin, kendisinden emin olmasıdır.
5. Her bir iş için mülkün sahibi Allah’a güvenip yalnız ondan yardım ve başarı dilemektir.
6. Sohbettir. Sohbette hakikatın sırlarını söylemektir.
7. Seyr-i sülûk sâhibi olmaktır.
8. Sır’dır. Kendinden sadır olan kerâmetleri saklamaktır.
9. Münâcât etmektir (Allah’a yalvarmaktır).
10. Müşâhede’dir (Tanrı’ya ulaşmak- Fenâfillah makamıdır).



Batınîlik ve Alevîlik isnadlarını da reddediyor ve ekliyor:

“Eserine bakıyoruz. Sahabe-i Kiram’ın hepsine hürmet var, ayırım yok... Namaz var, oruç var, zekat var, hac var... Şeriatın emirlerine bağlı olduğunu açıkça ifade ediyor. “Bunlardan birisi eksik olursa insan Allah’a ulaşamaz” diye açıkça söylüyor.”Bunu kitabında heryerde dile getirirken.

Bektaşi  Hazret hakkında şöyle yalanlar vardır.: “Hacı Bektaş-ı Velî, sarkık bıyıklı bir şamandı. İçki içerdi. Tam orta Asya’nın şamanizmini getirmiş, Kırşehir’de uygulamış, Arap milliyetçiliğine inat, Türkçe ezan okutmuştur.” Malumdur, Hacı Bektaş-ı Veli’yi anma günlerinde, Bektaşîler içki içiyorlar, her nevi şarap içip eğleniyorlar. Buraya kadar aktardığımız bilgiler ışığında söylüyoruz ki, bunların Hacı Bektaş-ı Veli ile alakası yoktur. Bugünkü anlamda Alevîlik, Bektaşilik gibi anlayışların tamamı bu Allah dostunun hayat ve anlayışından uzaktır, Alakası da yoktur.

Bugün her lokantasında her çeşit içki ve şarabın bulunduğu Hacı Bektaş kasabasındaki dinî inançların da Hacı Bektaş-ı Velî ile alakası yoktur ve hatta diyebiliriz ki, bir şeriat alimi olan Hacı Bektaş-ı Velî, öte dünyada bu insanlardan davacı olacaktır.


Benzer bir durum Osmanlı’nın son döneminlerin de  kaderinde de vardır.

 Bu sefer ortadan kaldırılmak istenen devleti yenilgiden yenilgiye sürükleyen ve bir zorbalar topluluğuna dönüşmüş olan Yeniçeri Ocağı’dır. 1826 yılında Vak’a-i Hayriye (Hayırlı Olay) diye anılan bir operasyonla 20.000 yeniçeri ortadan kaldırılır. Yeniçeriler’in mânevî destekçisi durumunda bulunan Bektâşîler de cezâlandırılır; suçlu görülenleri îdam edilir. Diğerleri sürülür. Tekkeleri ve diğer mülkleri başka tarîkatlara devredilir.

Bu andan başlayarak ve onlarla aynı paraleldeki  mason gurupların Sahte  Bektâşîlerin Alevî gruplarının ortak amacı:

Osmanlı Hânedânı’nın ve Hilâfet müessesesinin ortadan kalkması olur.
Bektâşîler 1867 yılından itibâren mason localarına üye olmağa başlarlar. Bu arada Fransa, ülkesindeki Jön Türkler denen mûterîz ve ihtilâlci grubu destekler. Bunların çoğunluğu Fransız mason localarında tekrîs edilir. Jön Türkler’in Fransa’dan döndükten sonra intisâb ettikleri İttihad Ve Terakkî Cemiyeti’nin üyelerinin hemen hepsi de masondur. Gerek Jön Türkler gerekse İttihad Ve Terakkî Cemiyeti’nin üyeleri Bektâşîler ile Osmanlı Hânedânı düşmanlığı konusunda çok iyi kaynaşırlar. Türkiye Cumhûriyeti’nin kuruluşu sırasında görev almış olan eski İttihad Ve Terakkî mensupları ile Bektâşî/Alevî topluluğu bütün inkılâbları kayıtsız şartsız destekler.

Avrupa ise: kendisi için ehven-i şer olanı daha sonraları daha büyük tâvizler koparmak üzere hazmetmesini bilen, ama gönlü Türkiye’nin Hıristiyanlaşmasından yana olan, bu gerçekleşinceye kadar Türkiye’yi, kendi anlayışına göre vaz ve empoze edeceği, bir Ilımlı İslâm (Light Islam) reçetesine çekmeğe çalışan, bu reçeteye karşı en mâsum direnci bile “Radikal İslâmcılık!” ya da “Fundamentalizm!” nâra ve şamatalarıyla bastırmayı, sindirmeyi ve aforoz etmeyi tabiî hakkı olarak gören, Türkiye’yi yalnızca kendi normlarına göre yeniden biçimlendirmek isteyen, ve bu konuda her türlü baskıyı ve bu arada da Mason Locaları’nı strateji belirleyen bir araç olarak kullanan bir Avrupa’dır




19- HASAN SABBAHIN GENÇLİK ARKADAŞI ,DOSTU ÖMER HAYYAM MÜSLÜMAN DEĞİLDİ.
Bunları anlayabilmek için Bir kaç dize ve söz:

Ömer Hayyam rubailerinden İslam'ın şartlarına pek uymadığını ama bir yaratıcının varlığına inandığını çıkardım. Düşünce yapısına göre, "Dünya zevk sefa yeridir ve iyi bir insan olmak yeterlidir."

Putların, Kabenin istediği: Kölelik; Çanların, ezanın dilediği: Kölelik; Mihraptı, kiliseydi, tespihti, salipti, nedir hepsinin özlediği? Kölelik.

Aşk ki Tanrı belâsı, başıma konar.
Halk Tanrı‘dan geleni neden ki kınar?
İyilik ve kötülük Tanrı hükmüyse;
Neden kulu mahşerde, sorguda sınar?

Tanrım; sen yarattığın her çamura bakarsın.
Her yapacağımı bilir, çok önceden yazarsın.
Tüm günahlarımızın kararı senden madem,
Öyleyse niçin bizi kıyamette yakarsın?

Ne camiye yararım, artık ne kiliseye
Tanrı bilir, hamurum, hiç benzemez kimseye
Dinsiz bir derviş deyin, ya da çirkin orospu,
Ne dünya umudum var; ne din, ne cennet diye!

Buraya dilber, şarap dizersen eğer,
Burayı su, çimenle bezersen eğer,
Fazlasını istersen, cehennemde yan;
Gerçek cennet bunlardır, sezersen eğer!

Camiye gittim kimbilir niye
Ne namaz kilmaya , ne dua etmeye
Eskiden bir kilim yürütmüstüm
O eskidi, gittim yenisini yürütmeye.

Sen içmiyorsan, içenleri kınama bari;
Bırak aldatmacayı, iki yüzlülükleri;
Şarap içmem diye övünüyorsun, ama,
Yediğin haltlar yanında şarap nedir ki?

Tanrı bizi çamurdan yarattığında,
Biliyordu bu dünyada işimiz ne olacak.
İşlediğim günahlar hep onun emriyledir,
O halde cehennemde beni niçin yakacak?

Bir elde kadeh bir elde kuran,
Bir helaldir işimiz bir haram.
Su yarım yamalak dünya da,
Ne tam kafiriz ne tam müslüman.

Cennette huriler varmıs kara gözlü,
İçkinin de oradaymış en güzeli.
Desene biz tam cennetlik olmusuz,
Bak bir yanda şarap diğer yanda sevgili.

Dünya üç beş bilgisizin elinde
Onlarca her bilgi kendilerinde
Eşek eşeği beğenirmiş
Bir hayır var sana kötü demelerinde

Putların, kabe'nin istediği: kölelik
Çanların, ezanın dilediği: kölelik
Mihraptı, kiliseydi, tesbihti, salipti
Nedir hepsinin özelliği? kölelik



20-HASAN SABBAHIN ÖLÜMÜ

4 Eylül 1090 tarihinde çatışmaya bile gerek kalmadan  hileli bir şekilde Alamut’u teslim alan Sabbah, 35 yıl boyunca, yani ölünceye kadar kalesinden hiç çıkmamıştı.

Hasan Sabbah, (1035 - 1124), Büyük Selçuklu Devleti zamanında yaşamış olan, tarihin eski ezoterik ve Batıni örgütü fedaayi  haşhaşi leri kuran ve ölene kadar liderliğini yapan Hasan Sabbah ; Odanın kapısı kapalı olduğu için içerde neler olduğunu kimse bilmiyordu. Hasan Sabbah odada yalnızdı. Ölüm hakkında ne düşünüyordu? İçeride neler oluyordu? Allah’a yalvarıyor muydu? Bunları kimse bilmiyor ve bilmeyecek de. Çünkü sağlığında Allah’ın adını andığını kimse duymamıştı. Ölürken Allah’a yalvarıp yalvarmadığını bilen de yok.

Alamut’un en parlak dönemi Hasan Sabbah’ın “Kıyametin Kıyameti”ni ilan ettiği tarihte başlayıp, Hülagu Han’ın Alamut’a saldırdığı tarihe kadar 95 yıl sürmüştür.

 Hülagu Han’ın Alamut’u yerle bir edişinden sonra Bâtıniler eskiden olduğu gibi inançlarını gizlemeye ve takiye yapmaya başladılar. Canlarını ve inançlarını ancak bu şekilde koruyabiliyorlardı.
Bâtıniler kendi tarihlerini ve Alamut Kalesi’nin yıkılması ile ilgili olayların tarihlerini yazmışlardı.

Mezarının yerini ise hiç kimse bilmemektedir.Alamut’un en parlak döneminin 95 yıl sürdüğü söylenebilir.

Sonuç olarak Hasan Sabbah hikayesi aslında söz konusu olan, dinsel ve toplumsal yönelimi İslam’ın hâkim çizgisi tarafından red ve mahkum edilmiş, felsefi temelleri İslam düşüncesinin dışına taşımış saptırmış köklü bir mezhep lideri ve gizli bir yahudidir.

HASAN SABBAH’IN SUİKASTTEN ÖNCEKİ AÇIKLAMASI
Moğol hükümdarı Hülagu Han, sadece Bâtıni merkezi olan Alamut’u değil tüm Bâtıni kalelerini yerle bir etmiştir. Kalelerde ne kadar Bâtıni kitapları varsa hepsini ortadan kaldırmıştır.

Alamut kalesinde 2 bin murit yaşıyordu.Onlara hitaben“Kabrimi saklayabilirsiniz. Bunu şu anda bana bile söylemeyin. Ben bile mezarımın nerede olacağını bilmeyeyim. Eğer öğrenilerse dediğim gibi kemiklerimi bile çıkarırlar. Ben öldükten birkaç saat sonra mezarımı kazarsınız. Mezarımı kazarken etrafa gözlemciler koyun. Siz, gerek mezarım kazılırken gerekse ben mezara konurken kimse fark etmesin. Mezarıma işaret de koymayın. O işaretten mezarımı bulabilirler.

“Sizler Bâtıni’siniz. Halife olarak da bir Bâtıni’yi seçiniz. Kim benim yerime imam olursa ona itaat ediniz. Sizlere diğer bir vasiyetim de inanç yönünden aşırılığa gitmeyiniz.
Hasan Sabbah Kendisinden sonra yerine geçenler, onun gibi benzer peygamberlik ve Tanrı’lık iddiasında bulundular.Kendisinden sonra yerine imam olan II. Hasan Sabbah kendisinin Tanrı olduğunu iddia etti. İddiasının doğru olduğunu ispat için de: “Ben Allah’ın nuruyum. Her kim beni görürse Allah’ı görmüş olur. Her kim benimle konuşursa Allah’la konuşmuş olur” diyordu.

Hasan Sabbah’tan sonra Bâtınilerin ikinci imamı olan II. Hasan Sabbah söylediklerini ispat için Güneş’i örnek gösteriyordu. Bu konuda “Siz Güneş ışığını görüyorsunuz. Güneş’in yuvarlaklığını da görüyorsunuz. Güneş’in ışığı olmasa ve siz de onu görmeseniz o yuvarlak Güneş’i de göremezsiniz. Ben Allah’ın ışığıyım. Siz beni görmekle Allah’ı görmüş oluyorsunuz. Ben Allah’ın ışığı olduğum için her kim dünya ve ahiret mutluluğu istiyorsa beni sevmesi gerekir,” diyordu.
II. Hasan’dan sonra Bâtıni insanları arasında Tanrılık iddiaları gelenek hâline geldi. İmam olan herkes Tanrılık iddiasında bulunuyordu. Bu hususta Bâtıni yöneticileri arasında ihtilaflar çıktı.

Bu ihtilaflar sonucunda 1256 yılında Moğol hükümdarı Hülagu Han Bâtıni kalelerini ele geçirdi. Tanrılık iddiasında bulunanları öldürttü.

1124 yılında ölen Hasan Sabbah öldüğünde arkasında güçlü bir silahlı örgüt ve sadece İran'da değil tüm Mezopotamya'da korkulur bir askeri ve siyasal güç bırakmıştır.


BU GÜNKÜ HASAN SABBAH A DİKKAT EDİLMELİ


21-KAYNAKÇA:
Emrullah Tekin, Zehirli Suikastler Tarihi, MİLENYUM YAYINLARI, 2000
Ruşen Çakır, Derin Hizbullah/İslamcı Şiddetin Geleceği/1980 Sonrası İslami Hareket METİS YAYINLARI, 2001
Bernard Lewis, Haşişiler İslam'da Radikal Bir Tarikat KAPI YAYINLARI, 2005
Willliam Blum, Haydut Devlet / Dünyanın Tek Süper Gücü İçin Bir Rehber YENİ HAYAT KÜTÜPHANESİ, 2003
Freidoune Sahebjam, Dağın Şeyhi Hasan Sabbah TELOS YAYINCILIK, 1998
Yaşar Şahin Anıl, Alamut Terörünün Kaynakları ve Hasan Sabbah, GENDAŞ KÜLTÜR, 2003
Emin Gürses, Ayrılıkçı Terörün Anatomisi IRA-ETA-PKK BAĞLAM YAYINLARI, 1997
Emin Demirel, Dünyada Terör IQ KÜLTÜR-SANAT YAYINCILIK, 2003
Taha Akyol, Hariciler ve Hizbullah İslam Toplumlarında Terörün Kökleri DOĞAN KİTAPÇILIK, 2000
John L. Esposito, Kutsal Olmayan Savaş İslamcı Terör OĞLAK YAYINCILIK, 2003
Noam Chomsky, Terörizm Kültürü PINAR YAYINLARI, 2002

Emrullah Tekin, Zehirli Suikastler Tarihi, MİLENYUM YAYINLARI, 2000
Ruşen Çakır, Derin Hizbullah/İslamcı Şiddetin Geleceği/1980 Sonrası İslami Hareket METİS YAYINLARI, 2001
İsmail Kaygusuz, Hasan Sabbah ve Alamut SU YAYINLARI, 2004
Bernard Lewis, Haşişiler İslam'da Radikal Bir Tarikat KAPI YAYINLARI, 2005
Willliam Blum, Haydut Devlet / Dünyanın Tek Süper Gücü İçin Bir Rehber YENİ HAYAT KÜTÜPHANESİ, 2003
Freidoune Sahebjam, Dağın Şeyhi Hasan Sabbah TELOS YAYINCILIK, 1998
Yaşar Şahin Anıl, Alamut Terörünün Kaynakları ve Hasan Sabbah, GENDAŞ KÜLTÜR, 2003
Emin Gürses, Ayrılıkçı Terörün Anatomisi IRA-ETA-PKK BAĞLAM YAYINLARI, 1997
Emin Demirel, Dünyada Terör IQ KÜLTÜR-SANAT YAYINCILIK, 2003
Taha Akyol, Hariciler ve Hizbullah İslam Toplumlarında Terörün Kökleri DOĞAN KİTAPÇILIK, 2000
John L. Esposito, Kutsal Olmayan Savaş İslamcı Terör OĞLAK YAYINCILIK, 2003
Noam Chomsky, Terörizm Kültürü PINAR YAYINLARI, 2002
Fedailerin Kalesi Alamut - Wladmir Bartol
Güvercinin Gerdanlığı Alamut'a Dönüş - Ernst W. Heine
Ezoterik - Batıni Doktrinler Tarihi - Cihangir Gener
Gizli Örgütler - Signier, Thomazo 
Zındıklar ve Mülhidler, Ahmet Yaşar Ocak
100 Soruda Tasavvuf, Abdülbaki Gölpınarlı 
Arkon Daraul, Secret Societies


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder