26 Eylül 2014 Cuma

ÖLÜM TOHUMLARI : GDO adı verilen "şeytan planının" tüm ayrıntılarını açıklıyor. Amerika üzerinden insanlığı kontrol altına almak, bazı milletleri kısırlaştırarak yok etmek gibi çok kirli planları olan şirketlerin içyüzünü deşifre edilen eserin 'giriş' bölümünü istifadenize sunuyoruz. 'Ölüm Tohumları' herkesin üzerinde çokça düşünerek okuması gereken bir şaheser.


 DNA’yı ticari mal haline getirmekten 

tutun, insanları birer robot-köleye 

çevirmeye kadar geniş spektrumlu 

bir planın bir parçası.

ÖLÜM TOHUMLARI : 
Yazar : Gazeteci F. William Engdahl,


"Biz dünya nüfusunun %6.3'ünü oluşturuyoruz ama zenginliğinin yarısına sahibiz. Bu farklılık özellikle bizler ve Asyalılar kadar büyük. Böyle bir durumda kıskanılma ve gücenilme gibi bir durumda olamayız. Gelecek dönemdeki asil görevimiz, ulusal güvenliğimize bir zarar getirmeden bu farklılık durumunu sürdürebileceğimiz bir ilişki kalıbı tasarlamaktır. Bunu yapmak için de tüm duygusallık ve hayallerden uzak durup dünyanın her yerindeki ulusal hedeflerimize odaklanmalıyız. Kendimizi çıkarlarımızdan fedakaarlık ederek dünyanın iyiliği için lüksümüzden vazgeçeceğimiz konusunda kandırmamıza hiç gerek yok." Seorge Kennan, 1948

Bu kitap küçük bir sosyo-politik elit zümre tarafından 2.Dünya Savaşı sonrasında Vaşington'da ele alınmış bir proje ile ilgilidir. Bu, Kennan'in "farklılık durumunu sürdürebilmek" tümcesinin nasıl hayata geçirildiğinin anlatılmamış hikâyesidir. Aynı zamanda bir avuç insanın savaş sonrası tüm kaynaklara ve güce sahip oluşunun da hikâyesidir.

Bu, güç devrimi tarihinin de ötesindedir, hattâ bilim dâhi bu azınlığın hizmetine sokulmuştur. 1948'de Kennan'in da kendi notlarında tavsiye ettiği gibi, herhangi bir fedakârlık veya dünyanın iyiliği düşünülmeden acımasız politikalar uygulandı.


Seleflerinin aksine İngiliz imparatorluğu içindeki hâkim guruplar, yeni beliren 'Amerikan eliti, kendilerini savaştan sonra, "Amerikan Yüzyıh"nın şafağında ilan ettiler ve hitap yeteneklerini, dünyanın iyiliği için düşüncesini kendi amaçlarına uygun şekilde kullandılar. Onların Amerikan Yüzyılı daha yumuşak ve kibar bir imparatorluk olarak sömürgecilikten kurtuluş, demokrasi, ekonomik gelişme ve özgürlük kisvesi altında diğer ulusların kaderlerine hükmedebilen, Büyük İskender'den sonraki en büyük küresel imparatorluktu.

Bu kitap "Bir Savaş Yüzyılı: Anglo-Amerikan Petrol Politikaları ve Yeni Dünya Düzeni" adlı kitabın bir devamı niteliğindedir. Petrolden sonra ikinci bir "kırmızı hattı" takip eder. İnsanın yaşamını sürdürebilmesinde en temel ihtiyacı olan günlük ekmeğinin karşılanmasını konu alır. 70'ler boyunca bu Amerikan elitin menfaatine hizmet eden kişi, hayatı boyunca 'güç dengesi1 politikalarının bir uygulayıcısı olan Henry Kissinger'di. Ve dünya hâkimiyeti konusundaki şu fikrini açıklamıştır; "Petrolü kontrol edersen ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin."


"Küresel yiyeceği kontrol etme plânı" 1930'ların başlarına, savaşın patlak vermesinden önceye dayanır. Bu organizasyon belli başlı bazı ailelerin servetlerini korumak amacıyla seçilmiş özel kuruluşların yardımlarıyla maddi olarak destek görmüştür. Bu aileler güç ve zenginliklerini doğu sahili boyunca

Boston, Vaşington, New York ve Philedelphia'ya yerleştirmişti. Bu sebeple egemen medya kuruluşları sıkça onlara atıfta bulunmuş, zaman zaman alay konusu etmişlerse de genellikle övmüşlerdir.


Savaşla birlikte Amerikan gücünün ağırlık merkezi doğu sahilinden Seattle,Houston, Las Vegas, Atlanta ve Miami gibi bölgelere dağıldı. Sonradan da Asya, Japonya ve Latin Amerika'ya.


2.Dünya savaşından bir süre önce bir aile diğerlerine göre daha fazla öne çıkmıştır. Bu ailenin serveti, uğruna kan dökülen ve savaşılan 'kara altın' petrole dayanıyordu. Bu aileyle ilgili olağandışı olan ise ailenin sadece petrole değil, diğer başka alanlarda da yatırım yapmaya karar vermesi olmuştur. Psikoloji, tıp, gençlerin eğitimi, tarım, biyoloji ve biyolojinin tarımsal uygulamalarına yatırım yapmışlardır. Çoğu kişinin fark etmediği devasa bir büyüme ve gelişme göstermişler, servetlerini de o ölçüde büyütmüşlerdir.



Bu kitapta ele alınan ana konu olan 'genetiği değiştirilmiş organizmalar' ya da GDO'nun tarihi, dönemin güçlü ailelerinden olan Rockefeller ailesinin (ve 4 kardeşin - David, Nelson, John ve Laurance) tarihiyle paralellik göstermektedir -ki savaşın Amerikan zaferiyle bitmesinden sonraki 30 yıl süresince güç evrimine bu insanlar yön vermiştir. Gücün tamamı ellerindedir ancak işin maliyeti tüm dünyayı etkilemiştir.

Bundan 30 yıl önce, erk Rockefeller ailesinin etrafında toplanmıştı. Bugün ise 4 kardeşin 3'ü çeşitli nedenlerle vefat etmiştir. Tüm amaçları, daha sonraları Pentagon'un 'tam spektrum egemenlik' adı vereceği, gerektiğinde askeri gücün de devreye sokulabileceği küresel hâkimiyetti. Projeleri o günlerdeki küçük bir güç gurubundan bugün hayal bile edemeyecekleri, tüm gezegenin geleceği hakkında inisiyatif sahibi oldukları bir noktaya evirildi.



Kaltım mühendisliği ile bitki ve diğer canlı organizmaların patentlenmesi tarihinin anlaşılabilmesi için 2.Dünya savaşını takip eden yıllardaki Amerikan gücünün dünyada nasıl yayıldığına bakmak gerekir.

George Kennan, Henry Luce, Averell Harriman ve hepsinden önce Rockefeller kardeşlerin tarım sektöründe başlattığı 'yeşil devrim' sayesinde Petro-kimyasal gübre, petrol ve enerji ürünlerine bağımlılık arttı. Onların o günlerde yaptıkları bugünün genetiğini değiştirme tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır.



Yüzyılın başında gerçekleşen 4 çokuluslu dev şirket birleşerek dünya üzerindeki çoğu insanın temel besinlerinin (pirinç, soya fasulyesi, buğday, mısır ve hatta bazı sebze ve meyveler ile pamuk) kontrolünü ellerine geçirdiler. Hastalığa dayanıklı kümes ürünleri, genetiği değiştirilmiş, güya kuş gribine dayanıklı ürünler ve geni değiştirilmiş domuz ve sığır üretimi için çaba sarf etmişlerdir.



Dört özel şirketin üçünün Pentagonla kimyasal savaş araştırmaları konusunda sıkı bağları vardı. Dördüncü şirket aslen İsviçre kökenli olmasına rağmen İngiliz kontrolü altındaydı. Petrolde olduğu gibi GDO tarım projesi de bir Anglo-Amerikan küresel plânıdır.



Mayıs 2003'te Bağdat'taki acımasız Amerikan bombardımanının dumanı dağıldığında ABD başkanı GDO projesini stratejik bir konu haline getirdi ve ABD'nin savaş sonrası öncelikli dış politika gündemini oluşturdu. Dünyanın ikinci en büyük tarım üreticisi konumunda bulunan AB, bu küresel plânın önünde zorlu bir engel teşkil etmekteydi.



Her ne kadar Almanya, Yunanistan, Fransa ve Avusturya gibi AB ülkeleri diğer dünya uluslarına benzer şekilde GDO ekimine sağlık ve bilimsel nedenlerle karşı çıksalar da, 2006 yılı başlarında Dünya Ticaret Örgütü (WTO), AB'ni toplu GDO üretimi için kapılarını açmaya zorladı.



ABD ve İngiliz ordularının Irak'ı işgaliyle birlikte Vaşington, bu ülkeye genetiği değiştirilmiş tohumları ABD Tarım Bakanlığının bir cömertliği olarak göndermeye karar verdi. İlk büyük çaplı deney 90'ların başında çok uzun zamandır Rockefeller ailesinin bozduğu ve yolsuzlukla başı dertte olan Arjantin'de zaten yapılmıştı.

İlerleyen sayfalarda da göreceğiniz gibi GDO'nun yaygınlaşması ve çoğalması uğruna politik tehdit, hükümet baskısı, yalan, rüşvet yöntemleri kullanılmış ve hatta cinayetler bile işlenmiştir. Okurken bir suç romanı hissine kapılmanız sürpriz olmayacak. Tarımsal verimlilik ve dünyanın yiyecek sorunlarını çözme adı altında işlenen bu suçlar, bu küçük zümrenin amaçları doğrultusunda önemsizdir. Yapılan bunca şeyin hedefinde sadece para ve kâr yoktur. Nihayetinde bu güçlü aileler kimlerin merkez bankalarının başlarında duracağına karar verirler. Para onların yaratmaları ya da yok etmeleri için emirlerindedir.




Amaçları daha önceki despot ve diktatörlerin hayal ettikleri gibi mutlak dünya hâkimiyetidir. Kontrol edilmezlerse 10-20 yıl içerisinde bu hedeflerine ulaşmaları işten bile değil. Bu sebeple bu gerçeğin duyurulması ve herkes tarafından bilinmesi büyük önem arz etmektedir.

2. Dünya savaşından bir süre önce bir aile, diğerlerine göre daha fazla öne çıkmıştır. Bu ailenin serveti, uğruna kan dökülen ve savaşılan "kara altın petrol"e dayanıyordu. Bu aile ile ilgili olağan dışı olan ise, ailenin sadece petrole değil, başka alanlarda da yatırım yapmaya karar vermesi olmuştur. Psikoloji, tıp, gençlerin eğitimi, tarım, biyoloji, ve biyolojinin tarımsal uygulamalarına yatırım yapmışlardır. Çoğu kişinin fark etmediği devasa bir büyüme ve gelişme göstermişler, servetlerini de o ölçüde büyütmüşlerdir.

   Bu Çalışmanın Amacı: GDO
   Bu kitapta ele alınan ana konu olan "genetiği değiştirilmiş organizmalar"; ya da GDO'nun tarihi, dönemin güçlü ailelerinden olan Rockefeller ailesinin (David, Nelson, John ve Laurance) tarihiyle paralellik göstermektedir. Savaşın Amerikan zaferiyle bitmesiyle başlayan 30 yıllık güç evrimine bu insanlar yön vermiştir. Gücün tamamı ellerindedir. Ancak işin maliyeti, tüm dünyayı etkilemiştir.

     Kalıtım Mühendisliği ile bitki ve diğer canlı organizmaların patentlenmesi tarihinin anlaşılabilmesi için, 2. Dünya savaşını takip eden yıllardaki Amerikan gücünün, dünyada nasıl yayıldığına bakmak gerekir.
George Kennan, Henry Luce, Averell Harriman ve hepsinden önce Rockefeller kardeşlerin tarım sektöründe başlattığı "yeşil devrim" sayesinde, Petro-Kimyasal Gübre, petrol ve enerji ürünlerine bağımlılık arttı.

   Yüz yılın başında gerçekleşen 4 çok uluslu dev şirket birleşerek, dünya üzerinde çoğu insanın temel besinlerinin; pirinç, soya fasulyesi, buğday, mısır ve hatta bazı sebze ve meyveler ile pamuğun kontrolünü ellerine geçirdiler. Hastalığa dayanıklı kümes ürünleri, genetiği değiştirilmiş domuz ve sığır üretimi için çaba sarf etmişlerdir. Dört özel şirketin üçünün, Pentagon'la kimyasal savaş araştırmaları konusunda sıkı bağları vardı.

"Amaçları: Mutlak Dünya Hakimiyeti Kurmaktır"

  Mayıs 2003'de Bağdat'taki acımasız Amerikan bombardımanının dumanı dağıldığında, ABD başkanı, GDO projesini stratejik bir konu haline getirdi. ABD'nin savaş sonrası öncelikli dış politika gündemini oluşturdu. Dünya'nın ikinci en büyük tarım üreticisi konumunda bulunan AB, bu küresel planın önünde zorlu bir engel teşkil etmekteydi.

   Her ne kadar Almanya, Fransa, Yunanistan ve Avusturya gibi AB ülkeleri, diğer dünya uluslarına benzer şekilde GDO ekimine, sağlık ve bilimsel nedenlerle karşı çıksalarda, 2006 yılı başlarında Dünya Ticaret Örgütü (WTO), AB'nin toplu GDO üretimi için kapılarını açmaya zorladı.

   ABD ve İngiliz ordularının, Irak'ı işgaliyle birlikte Washington, bu ülkeye genetiği değiştirilmiş tohumları, ABD Tarım Bakanlığı'nın bir cömertliği olarak göndermeye karar verdi. Rockefeller ailesinin İlk büyük çaplı deneyi, 90'ların başında yolsuzlukla başı dertte olan Arjantin'de gerçekleşmiştir..


1973'de Kissinger, ABD'nin tüm dış politika kontrolünü kendi eline almak için girişimlerine başladı. Hem Dışişleri Bakanı hem de Başbakan'ın Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak Kissinger "gıda"yı, petrol jeo-politikasıyla beraber en ön sıraya koydu. Bu, gerçek durumu, yani artık Amerikan tarım endüstrisinin aile işi olmaktan çıkıp, küresel şirket tarımcılığına dönüşümünü örtmeye çalışan bir kılıftı. Kissinger o dönemde bir gazeteciye, "dünya hâkimiyeti" konusunda şu görürüşü ortaya koymuştu:


"Petrolü kontrol edersen, ulusları kontrol edersin, yiyeceği kontrol edersen, insanları kontrol edersin."
1974'de Birleşmiş Milletler, Roma'da büyük bir Gıda Konferansı düzenledi. Roma konferansında ABD'nin liderliğinde iki ana tema tartışıldı. Bunlardan birincisi, dünya gıda kıtlığı açısından sözde alarm verici derecede artan nüfustu ki, bu tek yanlı bir tespitti.

"Silah Olarak Yiyecek"
"Bu görevin arkasında Jhon D. Rockefeller ve Rockefeller Nüfus Konseyi bulunmaktaydı. Temel düşüncesi 1939'a, Dış İlişkiler Konseyi Savaş ve Barış Çalışmaları Projesi Başkanı Isaiah Bowman'a dayanmaktaydı. Dünya nüfusunun azaltılması ve yiyeceğin kontrolü, Kissinger'ın ana dış politika stratejisi haline gelmişti. Bu, yeni tehditlere karşı bir çözüm, gelişen ülkelerden ucuz hammadde almaya devam etmenin yoludur.

'Kısırlaştır ya da Açlıktan Öl..!
"Dünya çapında nüfus artışı, ABD'nin güvenliği ve deniz aşırı menfaatlerimiz" başlıklı bu notta, nüfus kontrolü, stratejik hammadde ve gıda politikasından bahsediliyordu. Bu gizli proje, Nixon tarafından Jhon Rockefeller'ın tavsiyesiyle başlatılmış, NSSM 200 olarak adlandırılmıştı.

ABD'nin durumu, daha çok Rockefeller'lar tarafından belirlenmekteydi. Planın ana konusu, nüfusun azaltılması politikalarıydı. Bu acımasız politikaya karşı Katolik Kilisesi, Romanya hariç tüm komünist ülkeler, Latin Amerika ve Asya ulusları tepki gösterdiler. Bu durumda ABD bu projeyi gizli yürütmeliydi. Tabii ki, projenin başında Kissinger bulunmaktaydı.

Doğal olarak Kissinger biliyordu ki; bu kaynak zengini ülkelerde nüfusun azaltılması konusunda bir çalışma başlatılması halinde, emperyalist ve hatta soykırımcı olarak suçlanacaktı. O da NSSM'in bu amaçlarını saklayabilmek için hilekâr bir propaganda kampanyasına başladı.

Kissinger, ABD politikasını yürüten elitin öngördüğü zorlayıcı tedbirleri ileri sürmeye devam etti. Açıkça gıda yardımının ulusal gücün bir aracı olduğunu söyledi. Yalın bir yorumla, ABD yardımının "nüfusunu kontrol etmeyen ve edemeyenler" arasında pay edilmesini önerdi. Bu belgenin "çok gizli" olarak saklanmasının sebebi de buydu: Kısırlaştır ya da açlıktan öl.


BİRİLERİ BİZİ ZEHİRLİYOR :
Şeytan ve onun emrinde binlerce yıldır kadim ticaret elitleri , Yani şeytanın toplumlarda ve toplumların önemli bireylerinde hastalık oluşturarak ve hastalıkları kontrol ederek tarihin gidişatında etkili olmaya çalışmışlardır.
Gıda kaynaklarını kontrol eden, insanlığı kontrol eder.Henry Kissinger


Rockefeller ve diğer büyük Abd’li şirketler bilindiği üzere tarihte Naziler’e finansörlük yapmıştı, günümüzde ise Gates, GDO devi Monsanto gibi şirketlerle birlikte GCDT- Küresel Hasat Çeşitliliği Örgütü’nün finansörlüğünü yapmaktadır. Örgütün amacı, dünyadaki tohum ve gıda kaynaklarını denetim altına almak. Rockefeller ayrıca ‘Yeşil Devrim’ kampanyası altında özellikle afrika ve üçüncü dünya ülkelerine hibrid (kısır) tohum pazarlayarak ve bu tohumlara muhtaç ederek, kitlesel kıyım projesine devam etmektedir.
Sonuç olarak, gizli elit örgüt üyelerinin, gıda ve tohum şirketlerinin başını tuttuğu, insanlığın sağlığı ve yaşamına kasıtlı ‘gıda terörü’ estirdiği açık. Aynı üyelerin ilaç, kozmetik, temizlik vb. şirketlerinin başına geçmediğini düşünmek ise büyük saflık olur


Şimdi artık bu noktada kendimize soralım, bu zehirler, gıdamızda, insan sağlığına hizmet adına var olagelmiş tıp ve farmakolojinin pekçok metod ve uygulamalarında, havamızda, suyumuzda ne geziyor? Kim, düşünce, idrak ve bilinçten yoksun, kalbi taşlaşmış, uyuşuk et yığınları haline gelmemizi istiyor? Uzviyetimizi ve ruhumuzu her türlü hastalık tasallutuna uğratmaya çalışanlar, varlığımıza ve varlığı gelecek nesillere aktarmamıza kastı olanlar kimler?

 

Gıda kaynaklarını kontrol eden, insanları kontrol eder.”
-Henry Kissinger

“Gıda güçtür! Biz bunu davranışları kontrol etmek için kullanırız. Bazıları buna rüşvetçilik diyebilir. Özür dilemiyoruz.”
-Catherine Bertini(ABD eski Tarım Bakanı Yardımcısı, BM Gıda Programı eski yöneticisi)

Komedi dizisi Seinfeld’in “The Mango” bölümünde Jerry Seinfeld şöyle diyor: “Bilim adamları çekirdeksiz karpuz yapmış. Çekirdeği tükürme sıkıntısı ne kadar büyük bir sorundu ki vakitlerini ve enerjilerini buna harcamışlar?” Seinfeld’in saf bir yaklaşımla anlayamadığı şu ki, o bilim adamlarının derdi bizi çekirdeği tükürme zahmetinden kurtarmak değil. Gıdanın genetiğiyle oynanması fikri, daha fazla tohum satarak para kazanmaktan çok çok öteye uzanıyor. Hayatın yazılımı olan DNA’yı ticari mal haline getirmekten tutun, insanları birer robot-köleye çevirmeye kadar geniş spektrumlu bir planın bir parçası.
Modern hayatta etrafımızda gördüğümüz her nesnenin bir tanımı, hayli uzun bir özellikler listesi var. Alınıp satılan her şey kitaplar dolusu yasa, yönetmelik ve standarda tabi. Bu durumu bir gereklilik gibi algıladık, olağan karşıladık. Bize satılan şeylerin çok ciddi ve sözüm ona mühim standartlarla tanımlanıyor olması gelişmişliğin bir göstergesiydi. Bu “tanımlama” deliliği sonunda canlı varlıklara da ulaştı. Bütün gıdamız canlı organizmalardan oluşur. Gıdanın tanımlanmasının ne anlama geldiğini hiç düşündünüz mü? Bitkilerin, hayvanların… hatta insanların!anımlama için kullanılacak ölçüt organizmanın “barkod”u olan DNA. Demek ki patentini, telif hakkını (ya da üretim hakkını, adına ne derseniz deyin) almak istediğiniz organizmanın DNA’sını yazabilmelisiniz. Genetik mühendisliği bunun için ortaya çıktı. Dev şirketler canlıların DNA’sını çözüp hayatın patentini alsınlar diye. Aldılar da.
Bugün Hindistan’da yüzlerce çiftçi intihar ediyor.  Nedeni genetiği değiştirilmiş(GD) tohum satan şirketlere borçlarını ödeyememeleri. Ödeyememe nedeni tohumların şirketlerin vaat ettiği verimi vermemesi ve daha fazla tohum almak zorunda kalmaları. Masrafların bu kadar artmasının bir diğer nedeni GD tohumlarla kullanılabilecek olan ilacı sadece tohumu satan şirketin üretiyor olması. Çiftçilerin GD tohumlara yönelmesinin nedeni de dönüm başına daha fazla ürün almak. Ölmek istemeyen çiftçinin diğer seçenekleri böbreğini satarak iflasını biraz daha ertelemekya da tarlasını satarak aç kalmak.
Genetiği değiştirilmiş organizma(GDO) sektörünün önde gelen şirketi Monsanto’nun Hindistan’daki kolu Mahyco’nun sattığı Bollgard marka pamuk tohumları vaat edilen verimi vermiyor. Birlikte kullanılan tarım ilacı Round-up, Bollgard dışında toprağın üstünde ve altında ne varsa öldürüyor. Bollgard’ı Round-up olmadan kullanamıyorsunuz. Tohumun satış sözleşmesinde tohumların tamamının satın alındığı yıl ekilmesi, saklanmaması, diğer çiftçilerle paylaşılmaması mecbur tutuluyor. Zararlılara karşı şirketin iddia ettiği korunmanın da sağlanamadığı bir çok gazete haberine konu oldu. Tohumun zararları bununla da bitmiyor. Rüzgar, yağmur ve diğer doğal yöntemlerle çevredeki tarlalara taşınıyor. Taşınan GD tohumlar çapraz tozlaşma ile hakiki tohumların da soyunu bozuyor. Berkeley Üniversitesi GD ürünlerin ekiminin yasak olduğu Meksika’nın hakiki mısırına GD mısır genleri karıştığını belgeledi. Paraguay soyasına komşu ülke Brezilya’nın soyası(GD) karıştığı için Paraguay’da GDO’lar serbest bırakılmak zorunda kaldı.
Hakiki tohum eken çiftçilerin çevreden gelen hibrit ve GD tohumları ayıklamak ve tarlasını temiz tutmak gibi bir zorunluluğu ortaya çıkıyor. Yakın tarlalardan rüzgar yoluyla gelen tohumlar yüzünden organik tarım sertifikasını kaybeden çiftçiler var! Yetmiyor, şirket komşu tarlada kendi tohumuna rastladığı zaman “tohumumu çaldı” diyerek zaten mağdur olan çiftçiyi mahkemeye veriyor. Yavuz hırsız ev sahibini bastırıyor. Dürüst çiftçilerin bu saldırıdan kurtulması için ne kadar çok çaba harcanması gerektiği aşikar.
GD tohumların üretiliş biçimi basitçe bitkide bir çeşitkanser yaratma üzerine kurulu. Hedef hücrenin DNA’sı, kaynak hücrenin DNA’sı ile doğal yollarla çaprazlanmayacağı için taşıyıcı olarak bakteri ve virüsler kullanılıyor. Kaynak genleri taşıyan bakteri ve virüsler hedef virüsleri “işgal” edip genleri aktarıyor. Bu hikayenin korkutucu tarafı şu ki, siz bu GD organizmaları yediğiniz zaman bu başkalaşmış genler midenizde ve bağırsaklarınızda çalışmaya devam ediyor. Bağırsaklarınızda bulunan sindirim bakterilerinin de genlerinin değişmeyeceğini, hatta vücudunuza bir kez girmiş bulunan DNA’nın diğer hücrelerinizi etkilemeyeceğini kimse garanti edemiyor. Bu da işin sağlık açısından tehlikesini oluşturuyor. Bildiğiniz gibi kansere neden olan ya da zemin hazırlayan etkenler uzun yıllar sonra, vücutta birikim yaptıktan sonra harekete geçebiliyor ve bir çok kanserojen etken 20.yy’da sanayi ürünlerine uzun süre maruz kalan insanların hastalanması üzerine keşfedilebildi. GDO’ların da birer sanayi ürünü olarak benzer süreçten geçtikten sonra kanserojen ilan edilmesi olası. Tabi o güne kadar satın alınmamış laboratuar, üniversite, bürokrat, bakan kalırsa!
Son yıllarda GD olmayan, doğal tohum genleri de patentlenmeye başladı. Türkiye’de doğal tavuk türlerini üzerine patentleyen şirketler var. Bunun ne anlama geldiğini bir düşünün. Her an arka bahçenizden bir bitkinizi götürüp üretim hakkını üzerlerine alabilir, sizi kendilerine köle yapabilirler. Tarlasına isteği dışında GD tohumlarbulaşan çiftçinin ürününün tohumu patentleyen şirketin malı olduğuna hüküm veren mahkeme kararları var. Yakın gelecekte insan genlerini patentleyebilirler. Genetik köle pazarları bilim-kurgu olmaktan çıkabilir. Hayatın patentlenmesini normal bulanlar, çocuklarının, torunlarının şirketlerin malı olarak alınıp satılmasına kendini hazırlamalı.
Şu anda ülkemize GD tohumların ithali yasak. Ancak hükümet bunu serbest bırakacak. AKP’li bürokratların, milletvekillerinin Monsanto ile yaptığı görüşmeler kartel basınında yer bulmuyor. Şuna emin olun; GD tohumların serbest bırakıldığı gün, tarlalarımızın ateşe verildiği gündür. GDO, tarımda son duraktır. Teslim olduğumuz anda başka seçeneğimiz kalmayacak, çünkü elimizde gerçek gıdalar yetiştirmek için hakiki tohumlar olmayacak. Genetik çeşitlilik yok olacağı için bitkilerin zor şartlara dayanıklılığı tamamen ortadan kalkacak.
Transgen gıda hakkında yazılıp çizilen yalanların bini bir para. Örneğin GD tohum ekiminin iddia edildiği gibi daha az değil, eninde sonunda daha fazla zirai ilaçlama gerektirdiği biliniyor. En çok tekrarlanan bahane dünya nüfusunun doyurulması için gen teknolojisine muhtaç olduğumuzdur. Oysa bu gerçeğin tam tersi. Başta Monsanto olmak üzere biyoteknoloji şirketleri belki de geleceğin en büyük açlık sebebi olacak biyoetanol ve biyodizel tuzağını bizzat hazırladılar. Biyoyakıt ekinlerinin üretiminde, elde edilenden fazla enerji harcanıyor. Ama bu gerçekler yazılmıyor.
Bu konuyu açık açık yazıp çizmeye cesaret edenleri baskı, zorlama, tehdit ve mahkeme koridorları bekliyor. Şirketler öyle zengin ki, girdikleri her yerde kiralayabilecek akademisyenler bulabiliyorlar. Aralarında Bilim ve Teknik’in de bulunduğu bilimsel yayınlar genetik mühendisliğinigeleceğin bilim dalı, insanlığın ortak umudu gibi sunmaya çalışıyor, allayıp pulluyorlar. Bu coğrafyada kamuoyunu GDO’lara hazırlamayı kendine görev edinmiş sözde bilim insanları dernekler  bile kurmuşlar.
“Monsanto biyoteknolojik gıdanın güvenliğini garantilemek zorunda değil. Biz mümkün olduğu kadar fazla satış yapmakla ilgileniyoruz.”
-Phil Angell(Monsanto İletişim Sorumlusu, NYTimes, 25.10.1998)
Monsanto ABD merkezli, tarım ilacı, tohum, yapay aroma, yapay gübre, yapay tatlandırıcı, sentetik kimyasal hammadde, plastik, ilaç gibi alanlarda faaliyet gösteren bir şirket. 1995-2005 arasında dünyanın dört bir yanında 50 tohum şirketini bünyesine katmış, 11000 çeşit tohumun patentini almış. Şirket aynı zamanda Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan nükleer bombalarının üretimi için çalışmış olan Manhattan Projesi’nin bir parçası idi. Akademik raporlarda, kamu araştırmalarında, ürün prospektüslerinde, reklamlarda hileye başvurduğu yönünde ABD mahkemeleri tarafından verilmiş kararlar var. Şirketin yönetim kurulunda silah ve madencilik şirketlerinin yöneticileri de bulunuyor. Asgrow, Dekalb, Deltapine, Seminis, Roundup gibi markalarla Türkiye’de de faaliyet gösteriyor.
Şu anda Monsanto tarafından yapılan, bütün dünyanın gıda kaynaklarını, ekimi, hasadı, hatta arka bahçenizde, saksınızda yaptığınız üretimi kontrol altında tutan devlet-ötesi, yasa-üstü bir örgütün aleni provası. Mağdur çiftçilere açılan davalar, çiftçilerin iflası için harcanan kasıtlı ve programlı bir çaba, lobi yapmak ve hükümetleri satın almak için harcanan milyar dolarlar bunun işaretleri. GDO hareketi, bizim ne zaman yaşayıp ne zaman öleceğimize karar verme hakkını almaya çalışıyor.  Biz bu konuyu tartışırken,  bu şirketler yaşadığımız coğrafyada yeni yatırımlara başlıyor, olaydan habersiz yüzlerce çiftçi daha GDO tuzağına düşüyor, ölüm tohumları bu topraklarda yayılmaya devam ediyor. Giden geri gelmiyor. Vaktimiz daralıyor.
Şirketin sorumlu olduğu ürünlerden bir kaç örnek:
-Sığır büyüme hormonu ( rBGH, ticari adı Posilac. Sığırları hasta ettiği için antibiyotikle birlikte verilmek zorunda. Üretilen et ve sütte hormon ve antibiyotik kalıntıları bulunuyor. AB ve Kanada’da kullanımı yasaklanmıştır. Türkiye’de serbesttir. )
-PCB ( 1980′lerde yasaklanan sanayi tipi zehirli soğutucu gaz )
-DDT ( Önceleri tarım ilacı, daha sonra böcek zehri ve kimyasal silah. Toprakta, su havzalarında ve nitekim deniz balıklarının bünyesinde biriktiği kanıtlanmıştır. İddia edilenin aksine uzun yıllar varlığını sürdürdüğü şüpheleri vardır. )
-Aspartam ( Eksitotoksin, yani zehir olduğu bilinen yapay tatlandırıcı. ABD ilaç ve yiyecek idaresi FDA’dan bir kaç denemeden sonra türlü ayak oyunlarıyla onay alabilmiş, ama kalıcı zararları bir çok farklı kaynak tarafından kanıtlanmıştır. Sağlığa zararlı olmadığı şekline bugün hakkında en çok yalan söylenen maddelerden biridir. )
-Sakarin ( Kanserojen yapay tatlandırıcı. )
-Agent orange ( Önceleri tarım ilacı, daha sonra kimyasal silah. )
-V-Gurt ( İkinci nesli olmayan, hasadın bir kısmını tohumluk olarak ayıramadığınız kısır tohum teknolojisi. Namı diğer terminator tohum. )
-Copper 7 ( Sağlığa zararlı olduğu için yasaklanan rahim içi doğum kontrol cihazı. )
-Biyoetanol ve biyodizel ( GD mısır ve soya kökenli )
-Roundup( Ülkemizde de kullanılan tarım ilacı. Kansere neden olduğunu gösteren araştırmalar var. )
-GD mısır ( Hiç bardakta mısır yediniz mi? )
-GD soya
-GD tahıl
-GD pamuk
-GD domates
-GD patates
-GD ağaç
-GD çim



Şimdi okuyacaklarınız sizi rahatsız edebilir.
– Diş hekimliğinde diş dolgusu için ve çocuk aşılarının bazılarında kullanılan ağır bir metal olan cıva, son derece nörotoksik bir maddedir, diş minesi üzerinde ve aşılarla vücuda enjekte edildiğinde sinirlerle temas haline geçerek beynin miyelin kılıfını zedeler, ciddi demanslara yol açar.
Peki bu ne demek? Bu, tefekkürde zorlanma, odak ve konsantrasyon sorunu, genel olarak zihin faaliyetlerinde yavaşlık ve zayıflık demektir. Sağlık Bakanlığı bir bildiri ile tıbbi cihazlarda cıva kullanımını durdurdu fakat cıva, diş dolgusu olarak ve aşılarda hala kullanılıyor ve beyinlerimizde demans oluşturmaya devam ediyor.
– Diş macunlarının birçoğunda ve içme suyunda (özellikle Abd’de; suyun hijyenini sağlıyor yalanı ile kullanılıyor) bulunan florid, hipofiz bezini dolayısıyla hipotalamus bölgesini körelterek bilinç kanalında ağır hasarlara yol açar. Dahası, Rene Descartes’ın ‘akıl ve vücudun kontrol merkezi’ dediği, psikanalizde adının ‘3.göz’ olarak geçtiği, insanda psişik etkinlikleri yöneten pineal bezinde kireçlenmeye sebep olarak, beynin idrak sistemini iflasa sürükler. Massachusers Tıp Merkezi’nden Dr. Bush bakın florid için ne demiş: “Florid arsenikten 15 kat daha kuvvetlidir fakat onun gibi ani ve etkili zarar vermez daha yavaş ve sinsidir.” Florid, II. Dünya Savaşı’nda Naziler tarafından Yahudileri uyuşturmak için de kullanılmıştır.
Sonuç itibariyle, ‘farkındalık’, çağımızda artık bir lüks ve meziyet haline geldiyse, floridin bunda önemli bir rolünün olduğu yadsınamaz.

– Bir diğer zehir Triklosan. Bu madde, neredeyse bütün kozmetik, temizlik malzemelerinde bulunuyor. Triklosan’ın saldırı alanı ise beyin değil, kalp. Triklosan kalp fonksiyonlarına azami ölçüde zarar verir ve kalp kası için depresan etkisi görür, kalp kasılmasını etkiler.
Bu da şu oluyor ki, triklosan kalbin yayınladığı aurayı zayıflatır, ‘hissizlik’ ve tabiri caizse ‘kalp katılaşması’na sebep olur.
Neden daha az seviyor daha çok kin güdüyoruz? Birbirimizi anlamakta zorlanıyor ve empati denilen insanoğlunun doğuştan getirdiği özelliği yitirip, kişisel gelişim setleriyle satın almak zorunda kalıyoruz? Bana kalırsa bu zehirle temas ettiğimiz sürece…

– Piyasadaki tencerelerin pek çoğu nikel kaplamadır. Tencere ısıya maruz kaldığında, nikel, azar azar yemeğinize bulaşır, tıpkı cıva gibi organizmayla teması gerçekleştiğinde onda ağır hasarlara sebep olur. Nikel, adeta bir enzim bloke maddesidir, enzimlerin ucundaki metal grubunu oradan söküp atar ve kendi grubunu bağlar. Nikelli enzimler ise defolu enzimlerdir ve sağlıklı çalışamazlar.
Uzun vadede kronik hastalıklara davetiye çıkarırlar.

– İlaç ve fırın folyoları genelde alüminyumdur. İlaçların koruyucu kılıfı olan demiroksitle temas ettiklerinde, fırın ısısına maruz kaldıklarında, bu son derece toksik olan metal, zehrini ilaca ve yemeğinize verecektir. Organizmada yıllarca tutunabilir olan bu metal, beyinde demanslara sebep olmakla kalmayıp, sinir sisteminde tahribata sebep olarak insanı ‘dengesiz’ bir hale sokar.
Sivil ve askeri uçaklarca troposfer katmanına sıkılan toz da baryum oksidasyonu ile birlikte alüminyumdur. Chemtrail olarak da bilinen bu spreyleme işlemi ise 1999 senesinden beri yapılmaktadır.
Modern çağın insanının depresif, mutsuz, uyuşuk olma nedenlerinden biri de bana kalırsa budur.

– Gelelim yapay tatlandırıcılara, aspartam, mono sodyum glutamat(çin tuzu), mısır şurubu… Aspartam neredeyse bütün tatlı yiyeceklerde kullanılıyor. Aspartamdaki yalancı şeker molekülleri, beynin şekerle çalışan, toksik maddelerden kendini koruduğu kan bariyerini, beyin tarafından şeker olarak algılandıkları için kolaylıkla aşarlar. Enerjiye çevrilemedikleri gibi, içi boş, işlevsiz molekül olduklarından dolayı beyinde nörotoksik birikme yaparlar.
Bu da her türlü beyin fonksiyonunda sakatlık ve arızaya sebep olur, erken bunama, hafıza sorunları gibi.
Mono sodyum glutamat da tıpkı aspartam gibi içi boş işlevsiz mikro partiküller halinde organizmada, hücrenin içlerine kadar sızıp, hücre sistemini gafil avlayarak hücre sisteminde tutarsız reaksiyonlara sebep olur. İnsülin seviyesini yapay olarak yükseltir, pankreas da her defasında yükselmiş olarak algıladığı bu seviyeyi düşürmeye çalışır, böylece insülin seviyesi düştükçe düşer, organizma da gereksiz yere açlık hisseder.
Biri çağın en büyük sağlık sorunu obezite mi dedi?

– Mutfaklarımızda ‘tuzluk’larda yerini almış sinsi zehir rafine tuz. Evet, yanlış okumadınız; rafine tuz bir nikel, bir cıva, bir triklosan kadar zehir ihtiva eder. Bileşimi sodyum alüminyum silikattır.
Doğal tuzların (kaya tuzu, Himalaya tuzu, deniz tuzu) aksine vücudun sodyum dengesini bozarak, ‘tuz açlığı’na sebep olur. Bu da organizmanın kimyasını alt üst eder, enerjisini düşürür.
İşin acı tarafı bu zehir alenen satılmakta ve market raflarında yerini almaktadır.
Etrafımızı çevreleyen zehirler saymakla bitmez. Gdo’yu artık neredeyse herkes tanıyor fakat tanımak pek bir şey ifade etmiyor çünkü insanlara doğrudan ulaşan gıdalarda, söylenişe göre denetimler yapılırken gdo’lu ürünlerin, hayvan yemi olarak kullanılması legal durumda.

İş sadece buraya kadar saydığım zehirlerle, gdo’yla da kalmıyor; gıdaların seri üretim sürecinde de öyle çirkin işler görülüyor ki… Kümes hayvanlarının yetiştirilme yöntemi ayrı bir facia. Yavru halinde hızla büyümeleri için antibiyotik enjekte edilen hayvanlar, karanlık ortamlarda d vitamininden mahrum bırakılarak patates gibi durdukları yerde et bağlıyorlar. Molekül yapıları sakat, kusurlu, hormonlu etler… Küçük ve büyükbaş hayvanların yetiştirilme yöntemleri de benzer iğrençliktedir.

Şimdi artık bu noktada kendimize soralım, bu zehirler, gıdamızda, insan sağlığına hizmet adına var olagelmiş tıp ve farmakolojinin pekçok metod ve uygulamalarında, havamızda, suyumuzda ne geziyor? Kim, düşünce, idrak ve bilinçten yoksun, kalbi taşlaşmış, uyuşuk et yığınları haline gelmemizi istiyor? Uzviyetimizi ve ruhumuzu her türlü hastalık tasallutuna uğratmaya çalışanlar, varlığımıza ve varlığı gelecek nesillere aktarmamıza kastı olanlar kimler?

Hem kim oldukları sorusuna hem de bu biyolojik silahı kumanda edenlerin amaçlarının ne olduğu sorusuna F.William Engdahl cevap versin:
“Rockefeller, Carnegie, Harriman ve diğer zengin elit aileler tarafından fonlanan bir lobi vardır; öjeni lobisi. Bu lobinin 1920’den beri biricik amacı “negatif öjenik”tir. “Negatif ojenik” istenmeyen soyların sistemli bir şekilde yok edilmesidir. “

Rockefeller ve diğer büyük Abd’li şirketler bilindiği üzere tarihte Naziler’e finansörlük yapmıştı, günümüzde ise Gates, GDO devi Monsanto gibi şirketlerle birlikte GCDT- Küresel Hasat Çeşitliliği Örgütü’nün finansörlüğünü yapmaktadır. Örgütün amacı, dünyadaki tohum ve gıda kaynaklarını denetim altına almak. Rockefeller ayrıca ‘Yeşil Devrim’ kampanyası altında özellikle afrika ve üçüncü dünya ülkelerine hibrid (kısır) tohum pazarlayarak ve bu tohumlara muhtaç ederek, kitlesel kıyım projesine devam etmektedir.

Sonuç olarak, gizli elit örgüt üyelerinin, gıda ve tohum şirketlerinin başını tuttuğu, insanlığın sağlığı ve yaşamına kasıtlı ‘gıda terörü’ estirdiği açık. Aynı üyelerin ilaç, kozmetik, temizlik vb. şirketlerinin başına geçmediğini düşünmek ise büyük saflık olur. Farmakolojiyi ve modern tıbbı manipüle ettiklerini söylememe gerek bile yok.
Peki nasıl korunabiliriz? Münferit çabalarla zararı asgariye indirmek mümkün.
~Diş macunları yerine misvak kullanılabilir.

~Temizlik ve kozmetik malzemelerinin neredeyse hepsinde bulunan triklosandan uzak durmanın yolu, olabildiğince, fabrikasyon ürünlerden kaçınmaktır.
~Rafine tuz yerine kaya tuzu, himalaya tuzu ya da deniz tuzu kullanılmalı zira bu tuzlar sağlığa son derece faydalıdır (dozunda kullanmak şartıyla), sodyum dengesini ayarladıkları gibi beynin miyelin kılıfını korurlar, hücreleri toksik maddelerden arındırırlar.
~Chemtrail’in yaydığı alüminyum ve baryum tozu zamanla vücutta ağır metal birikmesi yapar, ağır metalleri vücuttan atan madde çinko’dur.
~Aspartam ve mono sodyum glutamat’ın zararlarından ise abur cuburlardan uzak durarak kurtulunabilir.
~Nikel, çelik ve alüminyum kaplama tencereler yerine sırlı ya da ısıya dayanıklı cam tencereler kullanılabilir.
~Tohum meselesine gelirsek münferit bir çabanın yetersiz kalacağını belirtmek isterim. Bugün Türkiye tohumlarını İsrael’den almaktadır, aldığı bu tohumlar da hibrid tohumlardır. Alınan bu tohumlar kimyasal gübreleme istediğinden, çiftçi, İsraelli tarım ve petrokimya şirketlerine muhtaç hale gelmiştir. Sadece Türkiye’nin değil İsrael ve Abd’li tohum şirketlerinin musallatına tutulmuş diğer devletlerin bu illetten kurtulup, kendi tohumlarını yetiştirmeleri, özgür tarım politikaları geliştirmeleri gerekmektedir.
~Yine kümes, küçük ve büyükbaş hayvan yetiştiriciliğinde kapitalist seri üretim usulü terk edilmeli kanaatimce.

Maalesef devlet olarak alternatif üretmekten aciz kalındıkça, kişisel uyarı ve öneriler de münferit bazda hasbi olarak işe yarayabilir. Bu, çareyi üretmekten uzak olmanın verdiği çaresizlik hissiyatı aslında. Dilerim, içinde türlü komployu, zehri, fitneyi, kiri barındıran bu sistem bir önce iflas eder.

Kur’an’ı, 4 günde hatim eden, hafızası, aklı, uzviyeti diri ve sağlam dedemin, balık hafızalı, uyuşuk ve hastalıklara dirençsiz torunuyum, böyle giderse çocuklarım ne halde olacak, düşünmek dahi istemiyorum.
Gül Yardımcıoğlu


Şeytan ve onun emrinde binlerce yıldır kadim ticaret elitleri , Yani şeytanın toplumlarda ve toplumların önemli bireylerinde hastalık oluşturarak ve hastalıkları kontrol ederek tarihin gidişatında etkili olmaya çalışmışlardır.
Allah o şeytana lanet etti. Ve o da: “Elbette senin kullarından belirli bir pay alacağım, onları mutlaka saptıracağım, onları boş kuruntulara sokacağım ve onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, onlara emredeceğim de Allah’ın yaradılışını değiştirecekler” dedi. Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, şüphesiz o, apaçık bir ziyana uğramış olur. (Nisa suresi 118-119)

20. yy’ın son çeyreğinde genetik bilimindeki gelişmeler şeytanilere genlerle oynayıp, canlıların genetik varyasyonlarını değiştirip insanlar ve toplumlar üzerinde etkili olmalarını sağlamıştır.

Genetik mühendisliğinin çeşitli teknikler kullanarak yaptığı müdahalelerle kalıtımsal değişikliğe uğrattığı organizmalar günümüzde, İngilizce’de GMO (genetically modified organism), Türkçede G.D.O. (genetiği değiştirilmiş organizmalar) kısaltılmış adıyla ifade edilmektedir. Bu rekombinant DNA teknolojisi dediğimiz bir teknikle oluşturulmaktadır. Bu teknolojide elde etmek istediğimiz özelliği oluşturan genler bir tüp içinde toplanıp uygulanması istenen organizmaya kazandırılmak üzere aktarılmaktadır. Bu yolla mesela hızlı üreyen bitkiler, haşaratın zararlarından etkilenmeyen bitkiler, kısa zamanda gelişen gıda kaynağı hayvanlar, daha özgün ilaçlar elde edilmektedir.

İlk defa bu yolla 1973 yılında yeni genetik özelliklere sahip bir bakteri oluşturuluyor, Yani genetik program değiştiriliyor ve arkasından aynı yıllarda Henry Kissinger daha önceki makalede ifade ettiğim sözü söylüyor. Bu gelişmelerin sırası bile şeytanilerin insanlığı köle konumuna getirme konusunda ne kadar organize olduklarının göstergesidir. Sonraki yıllarda bu alanda çalışmaların hızı artarak devam etmiştir.
Günümüzde bu yolla yaratılan mikroorganizmalara transjenik (rekombinant DNA yöntemleriyle kalıtımsal olarak değiştirilmiş) mikroorganizmalar, hayvanlara transjenik hayvanlar, bitkilere ise transjenik bitkiler denmektedir. Bu transjenik canlılar güya insanlığın hizmetine sokulmuş süsü verilerek bir çok alanda ve özellikle tıpta, tarımda, hayvancılıkta, besin zincirinde kullanılmış, insanlığa faydalı oluyoruz denilip bir taraftan insanlık uzun süreli biyolojik-kimyasal saldırıya maruz bırakılmış, diğer taraftan insanlığın uzun vadeli yok edilişinden besin ve ilaç sanayii yolu ile şeytanilerce rant elde edilmiştir.

Günümüzde bir canlıdaki gen başka bir canlıya nakledilebilmektedir. Mesela bir bakterideki böcek öldüren ekzotoksini üreten gen bir bitkiye nakledilerek o bitkinin o böceği öldürebilmesi sağlanmış, böylece o bitkinin topraktaki böceklerden etkilenmeyerek daha çabuk çoğalabilmesini ve besin zincirinde yer alabilmesini sağlamıştır, fakat bu tür müdahaleler yani genlerle oynayarak tabiattaki besin döngüsünde yer alan bazı canlıların avantajlı hale getirilmesi, tabiatta yüce yaratan tarafından kurulmuş olan sisteme yani dünya ekosistemine çomak sokma etkisi yapmış ve ekosistemde dengesizliklere yol açmış Nisa süresi 119 un kapsamına girmiştir.

Genetiği değiştirilmiş organizmalar toksik, alerjik, teratojenik (anne karnında maruz kalan bebekte görülen yapısal anomaliler) ve kanserojen olabilir. Önceleri GDO’lu gıdaların dünya açlık sorununu çözeceği ileri sürülerek propaganda yapılmıştı. Fakat günümüzde genetik mühendisliği, özellikle biyoteknoloji üniversitelerden özel şirketlere geçmiş ve bunlar büyük maddi kazanç getirecek başka çalışmalara yönelmiş durumda bulunmaktadırlar. Bu başka çalışmalar arasında biyolojik silahı gıdalarla birlikte vererek bir taşla iki kuş vurma siyasetini güden dünya nüfusunu %50 azaltalım diyenlerin çalışmalarının da olduğunu belirtmeden geçmeyelim.
GDO ile dünya üzerinde bir kliğin bize göre şeytanın çocukları kadim ticaret elitinin bir ülke ile sıcak  savaş olmadan o ülkenin insanlarının gizlice bazı yeteneklerini köreltmek veya onlara bazı davranış biçimlerini aşılamak gibi uygulamalarda bulunmayacağını kim garanti edebilir. ‘Mesela içinde insanları kısırlaştıran maddeler içeren GDO’lu gıdaları yükselişini engellemek istedikleri coğrafyanın insanlarına yıllar boyu vererek o ülkenin neslini ve demografisini değiştirmek gibi bir amaçları olabilir mi?’

 Bu şeytanilerin.
Ya da uzun vadede anne karnındaki bebeklere teratojenik etkili GDO’lar ile  etki ederek o ülkenin gelecek neslini yok etmeyi amaçlayabilirler mi? Veya kanserojen etkili GDO’lar içeren gıdaları yıllar boyu o ülkenin insanlarına yedirerek, yaşlılarının büyük çoğunluğunu kanserle mücadele eder duruma sokabilirler mi? Tabii ki bu soruların cevaplarını biz değil, bu GDO’lu gıdaları batının şeytanın çocuklarının gıda sanayii devleriyle ortaklık kurmuş olan ülkemiz gıda devleri ve onların yöneticileri vermelidir.

Acaba bu ülkenin gelecek nesillerine kurgulanan şeytani planlardan kendileri haberdar mı? Haberdar değillerse niçin bu konuda bilgilenmiyorlar? Yok haberdar iseler o zaman şeytanın çocukları kadim ticaret eliti ile ortaklık kurmuş demektirler.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder